Tam şuraya, senin dudaklarını dokundurduğun yere dokunduracağım dudaklarımı. Bak, kadehe bak, işte aynı yerden yudumluyorum şarabı. Bedelini ödedim, bunu yapmaya hakkım var. Tüm ağırlıklarımdan arındım, puslu ve soğuk yollar aştım. Hiç öyle donuk bakma, bundan böyle masanda bana da yer açacaksın.
Özür dilerim, sanırım üst perdeden konuştum. Anlamaya çalış. Yalnızlaşma sürecimde sana duyduğum aşkın etkisi büyük. Kötü zamanlardı, hayatı hissedemez hale gelmiştim. Dış dünyaya karşı taşlaşmaya başlamıştım, içimdeki buzlanmayı senin aşkın kırmayı başardı. Evet, yeniden çiçek açmamda senin payın büyük. Artık her şey çok güzel olacaktı, olmadı. Beklentimi karşılamadın. Denedim, senin yaptığın gibi başka ilişkilere kaçtım, umut ettim, kalbimi dolduramadım. Ruhum havası kaçmış balona döndü, bir kenara atıldım.
Gerçek aşk gelip geçmez, vatan bellediysen hep orada, olduğu yerde seni bekler. Ne büyük bir cümle öyle değil mi, benden beklemezsin. İnanarak söyledim, kalben, hemen bir tane daha geliyor; sen benim vatanımsın. Karşılık verme, yatağında, yatağımızda dinlenmene bak. Dolanıp duruyorum, oturursam ya da yanına uzanırsam kötü bir şey olacak, alelade bir şey, sevimsiz bir şey…
Pencereden baktığımda gördüklerimi sana anlatmak istiyorum. Karşı komşunun bahçesinde çardağı saran asmadan –asma öyle coşmuş ki çardağın altına oturanları dış dünyanın kötülüklerinden korumak istercesine yeşile boğulmuş- bir yaprak kıvrılarak düştü. Yere düşerken çıkardığı sesi duydum. İnan bana en ufak şeyleri görebiliyor, düşük desibelli sesleri duyabiliyorum; uzaklardayken kalbinin sesini duyabildiğim gibi. Rüzgâr çıktı, incir ağacının ağır yaprakları salındı, meyvesi yok, erkek çıktı demişlerdi onun için. Tekir kedi karşıdan karşıya koşarak geçti, bilirsin sokaktaki kedileri koştururken görünce içim hop eder, cani bir sürücü her an bir köşeden çıkabilir diye. Sen hep bu kadar düşünceli olma, kendini yıpratırsın dersin. Elimde değil, saçmaladığım için, senin tahammül sınırlarını zorladığım için beni bağışla. Martıların sesini duyuyorum, görünmüyorlar, sadece sesleri karanlığın içinde çoğalıyor. Durduğum yerden denizi de göremiyorum, ama biliyorum, sokağın aşağısında dalga dalga köpürüyordur şimdi. Martılar beni sordu mu oyununu oynardık ya seninle, – ilk kime doğru kanat çırpacaklar- simit sarayları yığardım önlerine, en çok beni sorarlardı bulutları aşan sesleriyle, sen kıskanırdın. ‘Bir gün denizi olmayan bir yere gideceğim, bıktım bunların çığlıklarından, gözümü oymaya çalışmalarından…’ Çocuk gibisin sevgilim, bu yaşta çocuk!
Sana çocukluğumu anlatmıştım hatırlar mısın? Kendime mutlu bir çocukluk dikmiştim kelimelerden; bahçeli bir ev, sarman kedi, güleç yüzlü anne, güçlü bir baba. Ağlayan bebeğimden, evcilik takımlarımdan uzun uzun bahsetmiştim. Yalan. Yalan kelimesi ağırlığı olan bir kelime, insana fırlattığın zaman canını acıtır, o halde ‘düş’ diyelim. Düşlediğim çocukluğu anlatmıştım. Yoksulluğumdan utanmıştım. Dur bir dakika, kadehi nereye bıraktım, işte komodinin üzerinde, romantik olamayacağım şu an, başıma dikiyorum kadehi. En son ne zaman göz göze geldik seninle, saat kaçtı? Neyse boş ver, çocukluk diyordum. Sanılanın aksine bir çocuk için yoksulluk çok kötü bir şey değildir. Senden daha iyi yaşayanları görmezsen yoksul olduğunu bilmezsin. Okula başlayıncaya kadar geçen sürede mutlu bir çocuktum. Sahip olduklarım yetiyordu. Sahip olmadıklarımın farkında değildim, ağlayan, gözünü açıp kapayan, gerçek bir bebeğe benzeyen oyuncak bebeğin varlığından bihaberdim. Okula başladım, bir şeyler ters gitmeye başladı. Sınıf arkadaşlarımın beni doğum günlerine davet etmemesiyle uyandım ilk olarak. Gözlerimi sonuna kadar açtım, baktım, inceledim ve gördüm, beslenme çantalarının içindekileri gördüm, onları okuldan almaya gelen anne- babalarında gördüm en çok! Sorma şimdi ne gördüğümü, aniden aydınlanma yaşarsın ya, gerçekler yüzüne çarpar. Eve gittim, her şey gözüme çok farklı göründü, çok çirkin, eski! Annem bile güzelliğini kaybetti gözümde. Çocukluk eğlenceli olmaktan çıkıp sefalete dönüştü. Sefalet derken fırından ekmek çalmak zorunda kalmadım, öyle değil, bir yanım yoksun kaldı; arkadaşlarımda gördüklerime ulaşamadım. Ya da kolaylıkla ulaşamadım diyelim.
Kederlendim bak şimdi, havayı dağıtıyorum hemen, pencereyi açayım, çıkın dışarı çıkın, tamam oldu, perdeyi çekiyorum. Aman üşüme, pek nane mollasın zaten. Bahar bir türlü gelemedi saklandığı yerden. Off, çok konuştum. Biraz da sen konuşsan… Dümdüz uzatmışsın bacaklarını tavana bakıyorsun, hep soğuktun sen, hep ulaşılmaz. Şu otel odasında olmasak ne yapmak isterdim biliyor musun, komşunun bahçesindeki asma yapraklarını kopartsam, sıcak suya basıp bekletsem sonra zeytinyağlı sarma sarsam; kuş üzümlü, tarçınlı.
Dediğim gibi seni çok sevdim. Ne zaman mı dedim, her zaman, her fırsatta. Gerçi sen fırsat yaratmamak için diretirdin, sahi benden mi utandın? Tamam, soru yok, bakma öyle boş boş. Seni sevdim, seni düşününce bile kalbim sıkışırdı, şimdi nerede, ne yapıyor, kiminle? Biliyorum, sana geç kaldım. Sen hep derdin ya, vakti gelmeden gül açmaz, bizimki de o hesap, gül açmadı. İyi de oldu. Ne diyorum ben, saçmaladım. Yorgunluk kemiklerime kadar işlemiş. Hem konuşup hem odada volta atıyorum ya, dizlerim birazdan beni taşıyamayacak. Yo, hayır, seni bulmuşum bu gece şikâyet etmeyeceğim. Yanına uzanayım mı biraz? Üşümüşsün, üzerini örteyim.
Yeni bir başlangıç, inanıyorum güzel şeyler olacak. Şimdiye değin yaşamamışım dedirtecek şeyler. İnsan hep bekliyor ve ümit ediyor, değil mi? Bak bana, yüzüme, kime konuşuyorum ben? Bu defa olacak, hatta oldu diyorum. Sanki şimdiye kadar yediğim hiçbir tatlının tadını alamamışım, şimdiden sonra alacakmışım gibi. Yarın, yarın bir olsun, eve gidip sana portakal soslu kek yapacağım.
Susuyorsun, sus. Kalkıp dolaşacağım. Koridora çıkıp yumuşak halının üzerinde koşmak istedi canım. Seni bırakmam, korkma. Pencereye kadar gidip geleyim. İçimde bir sıkıntı, ne yapacağımı bilmiyorum. Kalın bir ip beni bağlamaya başlamış, yazık ki kıpırdamadan günlerin geçişine seyirci kalacakmışım. Dümdüz yatmasan mı? Geceye -gecemize- başlarken dirseğine dayanmış çapkın bakışlarla sana bir içki vermemi bekleyen halin vardı ya yine öyle mi uzansan? Gün aydınlanmaya başlayacak, bir kahve ister misin? İlk defa birlikte karşılayacağız yeni günü. Saatlerdir susuyorsun, önemi yok, ben anlatmaya devam ederim. Isıtıcıya su koyayım, granül kahve var. Gözlerim kapanacak birazdan. Yorgunum. Tamam, doğruyu söyleme zamanı. Pencereden dışarı baktığımda gördüğüm; gökdelen benzeri ruhsuz binalar. Her yere uzatmışlar boyunlarını etrafta ne ağaç, ne çiçek! Çocukluğumun evlerine gitti aklım, derme çatma da olsa bahçeli, çardaklı. Kafam karışmış olabilir. Belleğimin ihanetine uğruyorum bazı günler. Yine aynı şey olmuş olabilir.
Şu an ne hayal ediyorum biliyor musun, evet müneccim değilsin, nereden bileceksin? Tren yolculuğu! Yataklı vagonda hem de. Trenin birinci mevkiinde. Perdeleri çekip hafif tıngırdayan vagonda günlerce yol gitmek istiyorum. Elin elimde sohbet ederek. Dünya turuna çıkmışız, biliyorum trenle olmaz, ama hayal bu dedim ya. Bırak da küçük dünyamı şenlendireyim. Senin için tüm dünyayı karşıma alırım. Evet sevgilim, dur yanına geleyim, elini ver bana, seni çok sevdim. Hayallerim hep iki kişilik, sen ve ben!
Bir demet mor, pembe, beyaz hüsnüyusuf çiçeğiyle çıkageldin. Kır çiçeklerini sevdiğimi unutmamışsın. Lobiden kırmızı şarap ve iki kadeh istedin.
Bu gece iyi değilim. Vakur bir tavırla karşıma geçip dedin ki, bu gece son gecemiz.
Hey bak bana, Allahın cezası, sana kibarca dedim, beni terk edemezsin. İnkâr edemem, intikam arzusuyla kavruldum. Önce buz kestim sonra öfkeden sıcak bastı. O an gözüm hiçbir şey görmedi.
Dudaklarının kanı çekilmiş. Hayret, epey çirkin bir adammışsın, hayalimde güzelleştirmişim seni. Tıraş da olmamışsın!
edebiyathaber.net (5 Aralık 2024)