Tutunacak bir dal arıyordu sanki. Hepimiz gibi. Birine, bir şeye. Koluma girdi. Sahil yolunun denize uzak tarafında bir süre böyle yürüdük sessizce. Bak, dedi işaret parmağı ile bir apartmanın en üst katını göstererek, işte ben oraya gelin gittim. İlk evlilik yıllarını orada yaşamış. Ne güzel, balkonundan denize baktığın bir ev, dedim. Orada yaşanan mutlu kahvaltıları, neşeli akşam sohbetlerini, dostlarla paylaşılan zamanları düşledim. Birkaç kez kendimi oradan aşağı atmak istedim, dedi.
Edebiyat atölyesinde tanıdım onu. Hepimiz kendi kelimelerimizi arıyor gibiydik. Bizi anlatan, bizi anlatacak kelimeleri. Hepimizi bir araya getiren gerçek buydu. Kelimelerle anlaşmıyor muyduk, kelimelerle anlatmıyor muyduk her şeyi? Öyleyse, hayatın büyük bir sıkıntısını çözmüş olmayacak mıydık böylelikle? Anlatmak, anlaşılmak değil miydi başlıca derdimiz? Bizi en iyi anlayacak kişiler, kelimelerin diliyle anlaşanlar olmaz mıydı bu anlayışla? Öyleyse hep birlikte burada yeniden inşa edecektik kendimizi. İçimizdeki kaosu; sakınımlı yanımızı, atılganlığımızı, kararsızlığı, güvensizliği, düşüncesizliğimizi, saldırganlığımızı, kederi, neşeli hallerimizi kelimelerle düzene sokacaktık.
Farklı yaşlardan kadın, erkek toplam sayımız on beş kadardı. Kısa bir süre önce katılmıştım gruba. Her hafta toplanır, e-postayla gönderdikleri yazıları herkesin önceden okumasını sağlar, orada değerlendirirlermiş. Bana da uygun gelmişti bu işleyiş. Roman, öykü türlerini başarıyla denemiş saygı uyandıran bir kadın yazar vardı işin başında. Makul aylık bir ücret ödenirdi. Ele alınan yazıyla ilgili herkes konuştuktan sonra bir de yazar toparlardı söylenenleri. Ardından, daha önceden yazıcıdan kopyasını çıkardığı yazılarımızı aldığı notlar, düzeltmelerle bize verirdi. Aslında her insan kendini anlatır. Başkalarından bahsediyorken bile. Kendimizi gizlediğimizi sanırız basit hilelerle. Aslında çıplağızdır. O yarım, kusurlu, kırılgan insan halimiz her haliyle akar başkalarına doğru. Duraklamalarımız, sürçmelerimiz, vurgulamalarımız, sakinliğimiz, öfkemiz, suskunluğumuzla. En az konuşanımızın bile söylediği ne çok şey vardır sözsüz! Bir rahatlasın, bir güven duysun; bak gör, neler neler anlatacaktır. Hiç susmadan, dur durak bilmeden konuşan insanların dinlemeye değer anlatacak pek bir şeyleri olmadığına inanırım. Zaten kelimelerin ardına gizlenen gevezeleri kim dinlemek ister ki! Kelimelerden ördüğü duvarı aşamaz, ona ulaşamazsınız bile. Yazmanın çok konuşmak gibi bir şey olduğunu düşünenlerin dışında birkaç iyi öykücü adayı vardı atölyede. Adlarını görmesem bile öykülerini okuduğumda kimin yazdığını hemen anlardım. Onları okumayı sever, onlardan bir şeyler öğrenirdim.
O kendine güvenli görünürdü. Biraz da tepeden bakardı herkese. Kendini kanıtladığı mimarlık mesleğinden dolayı, yazar ona ayrıcalıklı bir ilgi gösterirdi. Yorumları grupta önemsenir, dikkate alınırdı. Diğer katılımcılar onunla çatışmaktan kaçınırdı. Acımasızca yapardı değerlendirmesini. Kendince hatalarımızı en ağır şekilde yüzümüze vurmaktan, bizi özellikle hırpalamaktan hoşlandığından kuşkulanırdım. Ev sorumlulukları ve mesleğinin yazmak için fazla vakit bırakmadığını düşünürdük. Gene de uzun süre bir şey göndermemesini bir türlü anlayamazdık. Tek bir öyküsü vardı. O da birkaç yıl önce yazılmıştı. Buna rağmen her seferinde beş on dakika gecikerek de olsa toplantılara düzenli olarak katılmayı sürdürürdü. Telaşla içeri girer, yerine otururdu. Mesai saatlerinden sonra yaptığımız çalışmadan ayrıldığımız bir akşam, aynı durakta otobüs beklediğimizi fark ettim. Aynı otobüse binmeye, kısa yolculuk sırasında konuşmaya başladık. Son durakta o evine yürüyerek giderken, ben farklı bir semtteki evime ulaşmak için otobüs değiştirirdim. Bir akşam evine kadar eşlik etmeme izin verdi. Tepeden bakan, acımasız eleştiriler yapan tavrının, kendini savunma davranışı olduğunu anladım. O da hepimiz gibi, bütün insanlar gibiydi; yarası içine doğru kanıyordu.
Bir akşam evine kadar beraber yürüdükten sonra tam ayrılacakken beklemediği anda ani bir hareketle uzandım, ağzından öptüm onu. Tepki göstermedi; döndü, birkaç adım atarak evinin bulunduğu apartmana girdi. Daha sonra işinin elverdiği ölçüde sık sık atölye günleri dışında da görüşmeye başladık. Kafelere gittik, filmler, oyunlar izledik birlikte. Aramızdaki yaş farkına rağmen bir uyum yakalamıştım onunla. Kim bilir benim için bir yanılsama, serap gibi bir şeydi belki de. Bir anda olup bitmişti her şey. Beklediğimin ötesinde hızlı gelişiyordu ilişkimiz. Onunla olmaktan hoşlanıyor, bunun hep sürmesini diliyordum. Bir yanım da tetikte duruyor, kendimi çok fazla kaptırmamam için uyarıyordu. Daha önce bir keresinde laf arasında, Balkan gezisinde aldığım Uzo hâlâ duruyor, dediğimde, ‘Ben de tatmak isterim,’ cevabını almıştım. Bu beni cesaretlendirmiş, onu eve davet etmiştim. Sözleştiğimiz saat yaklaşırken telaşlandım, onu telefonla aradım. Bunu sezmiş olacak ki; fazla bir şeye gerek yok, ben gelince içkinin yanına ton balığı salatası yaparız, dedi anlayışlı bir sesle, hattın öbür ucundan.
O akşam gelmedi. Birkaç kez daha sözleştiğimiz halde, son dakikada işinin çıktığı gerekçesiyle, gene gelmedi. ‘Ben meşgul bir insanım, çok yoğun bir meslek yaşamım var; anlayış göstermek zorundasın.’ Serzenişlerimi, buluşma isteklerimi bu savunuyla karşılamıştı. Sonra birden ortadan kayboldu. Bir süre sonra sadece birkaç fotoğraf gönderdi telefonuma. Mesleki toplantıdan, çalışma dışında meslektaşlarıyla yemek yerken çekilmiş birkaç fotoğraf. Onu kaybettiğimi düşündüm o an. Yoksa sahiden o bir serap, tatlı bir yanılsama mıydı? Bir düş görmüştüm belki de. Şimdi de bu düşten uyandım. Sadece bu, diye açıklamaya çalıştım kendime.
Üç hafta sonra bir gün telefonum çaldığında arayan oydu. Sevinmekten çok bendeki baskın duygu öfkeydi. Seni aramam kötü mü oldu, dedi kayıtsız tonda. ‘Bu benim için çok yorucu. Duygusal gel-gitler sarsıyor beni, ruhsal dengem kayboluyor. Eski halime dönmem zaman alıyor. Evet, sana ihtiyacım var. Ne var ki tek yanlı, paylaşılmayan duygu sahibini giderek zehirler. Bunu yapma!’
Ertesi gün iş çıkışı bana geldi. Beş yıl kadar önce boşanmıştım karımdan. O günden beri ilk kez bir kadın evime ayak basıyordu. Bir kadın bedenine dokunmamıştım uzun zamandır. Sıkı sıkı sarıldım diri gövdesine; doyunca öptüm, öptüm onu. Ne güzeldi; unutmuştum bu duyguları. O da unutmuş muydu, nasırlaşmış mıydı onun da kadınlık duyguları? O da kocasından ayrılmıştı. Yedi yaşındaki oğluyla birlikte yaşıyordu. Gitmeliyim, dedi kısa süre sonra. İki saat bile olmamıştı geleli. Oğlunu alması gerekiyormuş kız kardeşinden. Çocuk okuldan çıkınca, yakında oturan teyzesine gider, annesini orada beklermiş. Evimden çok uzak bir ara sokağa park ettiği arabasına kadar eşlik ettim ona. Gözden kaybolana kadar el salladım. Dönüşte mutlu açtım evin kapısını. Sıcaklığı, kokusu hâlâ duruyordu odada.
O günden sonra birkaç defa daha geldi bana. Arabasını evimden uzak bir yere bırakırdı. Oysa evin çevresi araba park etmek için çok uygundu. Nedenini hiç merak etmedim, hiç soru sormadım bu konuda. Her şey yoluna girmişti ya en sonunda. Önemli olan buydu. Ötesini deşmek istemiyordum. Ötesi ilgilendirmiyordu beni. Bir gün durduk yere, o çok kıskanç biri, dedi. Kimdi o? Belki bir erkek arkadaş, belki eski koca. ‘Geçenlerde havuza gitmiştim yüzmeye, öğrenmiş gittiğim yeri. Hışımla geldiğinde, beni havuzda bir genç adamla konuşurken gördü. Zavallı adam, tehditleri karşısında neye uğradığını şaşırdı. Havuzu alelacele terk etmek zorunda kaldı korkuyla.’ Hiç üstünde durmadım. Belki kıskançlık duygularımı körüklemeye, belki de bir sona hazırlamaya çalışıyordu beni.
Sürekli oradan oraya koştururdu. Üyesi olduğu meslek örgütünün çalışmalarına katılır, oturduğu apartmanın yöneticiliğini üstlenir, farklı gruplarla birçok faaliyetler yapardı. Kendiyle baş başa kalmaktan korkar gibiydi. Annesi, kız kardeşi sürekli suçlarmış onu; oğluyla yeterince ilgilenmediği için sorumsuz bulurlarmış. Hep bende, diye savunuyordu kendini. ‘Hiç ilgilenmiyor oğluyla, hiç özlemiyor onu. Yaz, kış, tatil, hafta sonu fark etmiyor; hep bende.’ Adam hafta sonu oğlunu aldığında bile, dışarı çıktıklarında sevgilisi de katılırmış onlara. Oğlu hiç hoşlanmamış babasının sevgilisinden. Daha çok kadınla, onun istekleriyle ilgileniyormuş beraberken. Belki de kendiydi olan bitenden hoşnut olmayan. Kim bilir, delice kıskanan kendiydi. ‘Şimdi söyler misin, haksız mıyım?’ Herkes, her şey çok yükleniyormuş ona, üstüne üstüne geliyorlarmış. ‘Ama bir gün elime düşecek, bana muhtaç olacak. Ne bir yere ne bir kimseye, sadece bana ait olacak. Ona sadece ben bakacağım o zaman.’
Anlaşılan onu seviyordu. Kocası da onu. Buna sevi mi demeliydi ya da başka türlü bir bağlılık mıydı adı? Birlikte olamıyorlardı. Ayrı da. Kendi başlarına da olamıyorlardı. Derin acılar çekiyorlardı, çevrelerinde onlara yaklaşan insanlara da yaşatarak.
Gene görüşemediğimiz uzun bir aranın ardından bir sabah telefonum çaldı. Bilmediğim bir numaradan sert bir erkek sesi, sen D misin, dedi. Ben kocasıyım, diye tanıttı kendini. Geceyi onunla geçirmiş, sabahında işe giderken telefonunu orada unutmuş; adam da cihazı karıştırınca benim ona yazdığım iletileri görmüştü. Sevgimi, korkumu, güvensizliğimi, zorlanmalarımı, özleyişimi anlatan. ‘Senin onunla nasıl bir ilişkin var? Onun küpeleri sende ne arıyor?’ Art arda tehdit edici sorular soruyordu. En son bana geldiğinde unutmuştu o küpeleri. Fotoğrafını çekip, göndermiş; başka yerde arama, onlar bende, demek istemiştim. Herkeste kendinden bir parça sevi, sevgi, bağlanma, kopuş, öfke, özlem gibi şeyler bırakma alışkanlığı vardı. Gerçek adını bilmesem ona Serap derdim. Kendi çölünde bir görünen, bir kaybolan. O kaybolmuş biriydi. Yoluna çıkan başkaları geçici ışıltısının peşinden giderken, aslında o da aynı serabın peşindeydi; o da kendini arıyordu.
Yıllar sonra onu televizyon haberlerinde son kez gördüm. Meslek kuruluşunun sözcüsü olarak açıklamalar yapıyordu. Hem çok uzak hem çok yakın bir duygu bıraktı bende camın arkasından. Ele avuca sığmaz, tutkulu, ışıltılı imge ve o tanıdık ses, spiker sıradaki habere geçince kayboldu.