Güneşin göz kamaştırıcı parlaklığı kızıla çalan donuk bir renge geçiyor. Güzel bir eylül günü, renklerin, seslerin, kuşların davetine karşı durabilme saatinde. Sonbaharın bu isyankârlığına suskun. Elini uzatsa batacak telin dikenleri. Tellerden fotoğrafın sonsuzluğuna uzanıyor. Ucu bucağı yok. Göz mesafesinin bittiği yerde karartı. Belki de göz kararması. Benzetme hepsi. Bina mı orman mı belli değil. Kare çıkışlar bazen ovalleşiyor. Kıyı kasabasındaki ağaçların içindeki evi geliyor aklına. Yarı toprak yarı çakıl taşı, incecik patikadan yürüyerek ulaştığı ahşap evi. Ayağıyla itiştirdiği ısırgan otları. Sarıldığı ağaçlar. Konuştuğu kuşlar. Oynadığı hayvanlar. Sesler. O kadar uzağa mı gitmişler? Bedeninde kızıl donuk rengin hissettirdiği bir serinlik duydu. Akşamüstü serinliği. Güneşin sonbahar yağmurlarına yenik düştüğü solgunlukta. Yalnızdı ama bir ses bekliyordu. Elindeki fotoğrafa baktı. İki kuş. Biri havalanmış, uçuyor. Diğeri kanatlarını germiş, ha uçtu uçacak. Zamana asılı kalmış bir fotoğraf karesinde. Adını Yaren koymuştu ya Adem. Sonra Yarenler artmıştı çatılarda, ağaçlarda, göletlerde. Bir dostluk hikâyesi çoğaltmıştı. İki Kişiye Bir Hikâye* okuduğumuzdan beri oldu bu. Orada öğrendik balıkçının martıyla konuşabileceğini. Kuşların da insanoğlunun eline düştüğünde tek bacaklı kalabileceğini.
Gözü, var ile yokluğu pek anlaşılmayan fotoğrafın üzerindeki soluk yazıya takıldı. Sağ köşede gitmek, solda da ses, yazıyordu. Gitmek ve ses. Giden kuşun kanadından çıkan sesi duymuyordu. Duyulmayan sesti. Belki kalan yasını tutuyordu. Ama yok. Fotoğrafta yok. Her şey fotoğraftı o an ve hafızasının genişliğinde oluşanlar. Ses yoksa bir fotoğraftır her şey, donuk bir fotoğraf, diye düşündü. Renklerin dayanılmaz çekimine kapılmış bir çocuk gibiydi. Her bir tonda kayboluyor, her kayboluşunda korku girdabında boğuluyordu. Baş parmağının dışa doğru gerildiği, dört parmağını birleştirerek fotoğraftaki yağmur taneciğini temizleme istemiyle ileri geri sertçe sürttü. Beyni yönetmiyordu parmaklarını. Bu istem dışı hareketi saçma gelse de birkaç kere gitti geldi yağmur damlacığının üstünde eli. Tam o anda telin dikeninin battığını hissetti. Elini hızla çekti. Acısını duydu. Az önceki çocuk büyümüştü. On dokuzunda okulun bahar şenlikleri eyleminde gözaltına alınıp yediği coplardan değil, arkadaşlarının yanında çıplak aramaya maruz kaldığından beri. Hem de birden büyüyen bir çocuktu artık o.
“En çok sesini özledim” mesajının zil sesindeki tonlamayla irkildi. Ses tonlamalarına takardı. Ona göre sesin tınısı her şeyi söylerdi. Hafızası oyun oynamıyordu. Gelen sesti. Sese duyulan özlem. Yıllar sonra bulmuştu Davut’un izini. Beş gün olmuştu. Günlük yazım çalışmaları ve diğer işlerden artırdığı, koşuşturmacanın bitip uyku saatinin başladığı sınırları belirsiz, bir o kadar da doyumsuz zaman diliminde mesajlaşıyorlardı. Binlerce kilometrelik uzaklık yazıya dökülen her kelimede tuzla buz oluyordu. Sadece mekânsal uzaklık değildi kelimelere yenilen. Tüm yaşanmışlıkları ikisinin de aynı anlamlar yüklediği sihirli bir sözcükte ete kemiğe bürünüyor, bütün anılar an içinde yeniden yaşanıyordu hiç yaşanmamışçasına. Bunun istemi günden güne artıyordu.
“Ses!” diye yazdı Davut, “Sesin rengi. İnsanın karakterini bile ele verir. Yeter ki kulak vermeyi bilsin insan.”
“En az yaşlanan yanımız. Belki de hiç yaşlanmayan.” diye karşılık verdi Seda. “Bir nevi kimlik kartımız. O nedenle beş gündür ne çok şey konuşsak da yazışırken hep eksik kaldın bende. Belki ben de sende. Ses yoksa bir fotoğraftan başka nedir insan? En iyi ihtimalle gülen bir fotoğraf. Son hâlin, o anı. Kim bilir adımı verirken bunu da düşünmüş annem. Eksik bir kadın kalmayayım diye Seda demiş.” Güldü. Sesi salonunun eskimiş tekli koltuğundan duvarda asılı ikinci el pazarından aldığı renkli çizgilerle kadın yüzü anlatımının olduğu tablodan soluk duvarlara çarpıp geri döndü. İkinci bir sese dönüştü. Yarenlik eden.
“Kelimelere mânâ yüklemen, yeni bir dil yaratman, onları ironiden ironiye sürüklemen etkilerdi beni hep zaten. Başka bir anlam da var mı diye söylediklerin kafamda dolaşır dururdu. Böylece seni daha çok düşünürdüm. Bunu başaran tek sendin.”
Yine güldü Seda. Sesinin ona arkadaşlığını seviyordu. Müzik mesela. Bütün sırlarını biliyor gibi gelirdi. Sessizliğine müzik eklerdi genelde gecenin soluk karanlığında. Aradan geçen yedi yıl. Müzikler de değişti tabii. Yıllar sesi değiştirebilir miydi? Ses, Seda ve teldeki kuşlar. Bana çiçek gönderme / bir kuş ağacı gönder** diyecekken sustu. Kendi kendime mi konuşuyorum, gülümsemesiyle gecenin soluk ışığında duvarda uzayan yansımasına baktı. İsmini düşündü, sonra annesini. Anneler belirliyor kızlarının kaderini. Ses olmasını istemiş ta doğururken. Kimbilir karnında taşırken neler neler istedi kızı için. Kendisi ne denli suskunsa kızı o denli seda vermeliydi, arzdan asumana kadar. Belki de annesinin gerçekleşen tek dileği olmuştu bu. Hatta onunla imge yarıştıran bir arkadaşı demişti. Ses duvarlarını aşan bir sedan var, diye.
Davut yaptığı bir haber dolayısıyla yargılanıyordu. Yurt dışında olduğu bir dönemde cezası kesinleşti. Bir daha dönemedi doğduğu topraklara. Seda yazdığı bir kitaptan dolayı kısa bir süre hapishanede kalsa da yıllar süren bir yargılamanın sanığıydı. Yurt dışına çıkma yasağı vardı. Davut farklı isimlerle bazı haber sitelerinde makaleler yazıyordu.
Mevlana rumuzunu da görünce emin oldu Seda. Haber sitesine gönderdiği e-posta sayesinde yeniden buluştular. Bu sefer sözcüklerden kaleler örüyorlardı. Sessizliğin kalesini. Kelimelerin birleştirici sihri büyülüyor, içlerinde büyüyen sessizliğin kalesi geçilmez oluyordu.
“Ses!” diye yazdı Seda, “Niye bu kadar önemli biliyor musun? Kapalı mekânlarda, dört duvar arasında en fazla bir avuç gökyüzünü görebilirsin. Yalnızlığınla çoğaldığın o avlularda her şeydir ses. Hele insan sesi. Uzayın koordinatları bile belli olmayan bir köşesinde hayata dair bir mucizeyle karşılaşmak gibidir. Ya bir mazgaldan ulaşır o ses sana ya da gökyüzüne savrulmuş bir tutam Kızılderili dumanı misali içine çektiğindir. Temiz havanın içinde de vardır. Baktığın yerde de. O sesin sahibini sen yaratırsın. Yüz bulursun ona. Sesin tınısına göre göz, kulak, burun takarsın. Mesela ses çok dâvudiyse kısa boyludur genelde sesin sahibi. Senin gibi, bilirsin. Tiz bir ses, uzun boylu birinden çıkar. Sadece beden yaratmazsın, bir de ruh verirsin sesinden yürüyerek o bedene. Hızlı ve çok konuşur o insan. Çabuk sinirlenir ama yufka yüreklidir. Dura dura konuşuyorsa gece yan hücreden sohbet ettiğin kişi ve ancak duyabileceğin kadar yükseltiyordur sesini. Kontrolü kaybetmek istemez bu sesin sahibi. Çok zor kızar. Kızarsa da kolay dinmez öfkesi. Bir de öyle sesler olur ki duyduğun ilk anda sadece ruhunu değil tüm bedenini baştan aşağı okşar. Henüz bir kuşun kanadından kopmuş ve döne döne yanı başına düşmüş bir tüyün hafifliğinde. İnsanın içinde ilk anda bile bahar rüzgârları estirir. Ona sonuna kadar güvenir, sığınmak istersin. Elinden tutup o sesin, dünyayı yeniden keşfetmek, her nehirde birlikte aynı denize akmak, her dağ doruğunda yankısı olmak istersin. Senin sesin gibi… İşte o nedenle en çok sesini özledim.”
“Senin sesin gibi,” diye yazdı Davut. Aralarında sessizlik oldu. Beraber katıldığı eylemler ve attıkları sloganlar geldi aklına. Fabrikaların, işçilerin, doğanın kaderini değiştireceklerine inanan kuşaktık, diye geçirdi içinden Davut. “İyi insanlardık be!” dedi iç geçirerek ama kimse onu duymadı. Gineli Uduak ile yaşıyordu. Meraba dışında tek kelime Türkçe bilmeyen Uduak, onun bu kendi kendine konuşmalarına alışıktı. Ama yine de iyi ki Uduak yok, diye düşündü. Yıllar geçmişti. Evler, dükkanlar, fabrikalar, okullar yine aynı yerlerindeydi. Sadece insanlar değişmişti. Kendisi de değişmişti. Her imgede bir görme biçimi var. Fotoğraflarda bile. Seda ile toplu bir fotoğraf karesindeydi. Seda sol köşede en başta, kendisi de o sıralamanın en sonundaydı. Sağdan bakıldığında aynı tanım yine geçerliydi. En başta Davut, sonda Seda. Fotoğraftaki yedi kişi arasında onun gördüğü tek kişi Seda’ydı. Her şeyden soyutlanmış bir huzur demekti Seda’nın oradaki varlığı. Tüm dramını içinde gizleyen bir anlatımla saf bir sevginin fotoğrafı.
“Ülkeme dönmedikçe ve yüz yüze olmadıkça kimseyle görüntülü görüşme yapmama sözü verdim kendime, sevdiklerim dâhil. Telefonla bile kimseyle konuşmadım. İsmimi bile kullanmadım bir daha. Senin gibi kelimelerimin dilinden anlayanlar bulabildi sadece beni. En çok sevdiklerinin sesini özlüyor insan.” diye yazdı Davut.
“Bu kararını bir kez olsun benim için yok sayabilir misin?”
Kısa bir sessizlik oldu. Sessizdi ortam zaten. Sadece karşılıklı tuş sesleri susmuştu. Oturduğu koltuğun hemen yanındaki sehpanın üzerinde bulunan masa lambasının ışığı cılızlaştı. Önceki parlaklığı soldu. Sesin rengine bürünmeye hazırlanıyordu. Bir kararsızlık hâli vardı. Lambanın ışığı yarenlik edemiyordu. Görüntülü arama çağrısının sesine uyandı. Heyecan ve panik iki hızlı at gibi koşmaya başladı içinde. Parmakları titreyerek arama tuşunu kaydırdı.
Saçları yarı yarıya beyazlamış, yüzünde belli belirsiz çizgilerle Davut’u gördü. Zaman yüzünü değiştirmişti. Sesi peki? Ses de değişir miydi zamanla. Ama ikisi de kilitlenmişti. Ses yok olmuştu bir kez daha. Oysa birbirlerini duymak için can atıyorlardı. İkisinin de sesi bitmişti. İkisi de konuşmuyordu. Sessizliği yaran bir ses gerekiyordu. Davut’un yüzünde hüzünlü bir gülümseme, Seda’nın gülümseyen gözlerinde göz yaşları. Karşılıklı birbirlerinin fotoğraflarına bakar gibi kalakalmışlardı. Ne kadar zaman geçti bu sessizlikte kimse bilemeyecekti. O sessizliğin ortasında bir ses duydu ikisi de. Kendilerinden olmayan. Sessizliği bozan tek şey vardı. Müzik. Görüşme başlamadan önce açtığı bir türkü hoparlörlerden hüzünlü bir derenin sesi gibi akıyordu Davut’un kulağına.
Yarin ben de resmi var / Gülüyor konuşmuyor…
Salonunun sararmış duvarlarında; Bir şey yapmıştır sana o şarkı. Bir şeyin yerini değiştirmiştir içinde. *** diyen sesini duydu bir de. Fotoğrafta uçmak üzere olan kuşu anımsadı. Uçamayanı. Bir de kendisini.
*Alemdağ’da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık
**Uyku, Ülkü Tamer
***Bazen Bahar, Melisa Kesmez
edebiyathaber.net (9 Nisan 2024)