İstanbul’u bizlere değerli kalemleriyle ve fırçalarıyla anlatmış olan ustaların aziz hatıralarına…
Suyun üzerindeki şu güzelim ışıklar biraz sonra sarımtırak bulutun arkasına tamamen saklanacak olan güneşten mi yansıyor? Fakat güneş batmak üzereyse beni bunaltan sıcaklığın sebebi de olamaz. Peki ya bu belli belirsiz çizgiler. Turuncudan kırmızıya, maviden mora dönerek ısı yayan nefes aldırmayan garip çizgiler. Böylesi bir sıcaklığın sebebi yoğun bir buhar mı yoksa burnuma çalınan isli reçineyle karışık kahve kokusunun kaynağı bir duman mı kestiremiyorum. Ansızın bir curcuna kopuyor. Bedenim hoyrat ellerde çekiştirilirken yüreğim daralıyor. Sonumun soluğunu hissediyorum ama onun yüzüne bakacak takatim yok. Nasıl bir son bu? Neye benziyor? Nereden geldi ve beni nasıl götürecek? Bedenimle beraber aklım da kontrolümden uzaklaşıyor. Bu durumda haykırmak, yardım çağırmak gerekiyor biliyorum ama ağzımda döndüremediğim dilimin altında çırpınan sözcükler pes ediyor. Yabancı bir diyara doğru çekilirken soğuktan kızarmış ellerimle sobanın üzerine kartopu bıraktığım çocukluk yaşlarımı anımsıyorum. Ellerimin üşümekle yanmak arasında ne türden bir his olduğuna karar veremediğim o incecik sızısını hissediyorum. Bir zaman sonra sesler kesiliyor, sade bir uğultu kalıyor geride. Ve bu uğultu, su dolu bir balonmuş da kulağıma çarparak patlamış gibi içime sularını serpiyor. Kadifemsi bir el yüzümü sıvazlarken rahatlıyorum. Sonrası derin karanlık. Renkli çizgilerin kaybolduğu yerdeyim.
“Başımız belaya girmesin hanımım, sultan gazabına uğramayalım sonra. İhtiyatlı davranmak icap eder. Buraya kadar çıkardık, yetişmez mi? Biz insanlık vazifemizi yaptık, burada bırakalım artık. Biri bulursa ne âlâ, bulmazsa da artık Allaha emanet.” Kendime geldiğimde duyduğum ilk sözler bunlar. İki kişi olduklarını anlıyorum. Diğeri aceleyle tersliyor onu. “O baldırı çıplak hane berduşlarından değildir bu. Görmez misin iki dirhem bir çekirdek, tazelik çağlarında bir civandır, günah değil mi? Bereket versin bir zarar görmeden kurtardık onu. Gevezeliği bırak da tut ayaklarından arabaya atalım.” Hakkımda hem tanıdık hem yabancı bir dilde konuşan bu insanlar da kim? Neredeyim ben? Korkuyorum, endişe içindeyim ama baş edemediğim merak duygum yüzünden gözlerimi aralayıp bakıyorum. Altmışlı yaşlarda bir kadın ve onun hizmetinde çalıştığını düşündüğüm henüz yirmilerindeki bir genç ile üstü açık bir at arabasında adeta uçuyorum. Sıcaktan bunalmış vücudum şimdi keskin rüzgâr karşısında ürperiyor. “Allah’ın sevgili kuluymuşsun” diyor bana bakarak, “Korkma, ben seni teslim etmem onlara.” “Kimlere?” diye dehşet dolu bir hırıltı çıkıyor boğazımdan. Sesimden korkuyorum. “Kim olacak evladım, gündüz külahlı gece silahlı gezen, türlü rezalet ve melaneti uluorta icra eden ipten kazıktan kurtulmuş azılı haydutlara. Bu yangını çıkaran da onlar değil mi zaten.” Gözlerimi kocaman açıyorum ama ağzım yine mühürlenmiş gibi. Arabayı süren gençle göz göze geliyorum. Halimi anlayıp cılız sesiyle sessiz soruma cevap veriyor. “Ekseriyetle Haliç boyunda oturan tütün tiryakisi bir alay ayak takımı. Yatak içinde çubuk içmişler, dumanlı kafalarından sebep söndürmeden bırakmışlar. Şu poyrazın tesiriyle ateş kol kol yayıldı, yangın büyüdü de şehr-i payitahtımızı feryad ü figan kapladı. Can kaygısına düşen zavallıların arasına karışıp yanan evlerden, konaklardan eşya talanına başladılar. Üzerinde taşıdığın şeyden ötürü de seni ellerinden zor aldık. Kızıl bayram diyerek nümayişle koşturanları duymadın mı?” “Hayır, ben ne bir şey duydum ne de gördüm. Belli ki beni başka birisiyle karıştırıyorsunuz. Kimsiniz siz? Nereye götürüyorsunuz? Hemen bırakın beni.” Bir anda çözülmüş dilimden dökülenlerin onları şaşırttığını görüyorum. Öylece birbirlerine bakıp susuyorlar. Tedirgin genç, “Arabayı bırakıp kayıkla geçeydik hanımım” diyecek oluyor ama kadın “Hayratiye köprüsünden gideceğiz Bekir, tez süresin” diyor sertçe. Bana dönüyor sonra. “Saraçhane’dir burası. Sultan Mehmed Hanımızın fetihten sonra kurduğu ilk semttir. Hele şu tehlikeyi atlatalım azat ederiz seni, merak etme. Şimdi sakin ol ki başımıza belayı çekmeyesin.” Diğeri atılıyor hemen. “Hanımım olmayaydı, şimdi Çandarlı İbrahim Paşa hamamının külhanında çıra gibi yanıyor olurdun, bilesin.” “Çandarlı Hamamı mı? Hani şu yol yapımında yıkılan hamam mı?” “Ağzından yel alsın” diyor adının Bekir olduğunu öğrendiğim genç, ellerini at arabasının ahşap tabanına iki kez vurarak. “Hâşâ, yıkılmadı orası, az bir kısmı yandı. Tulumbacılar yetişti de söndürdüler çok şükür.” “Şükür tabii de” diyor kadın “Defalarca yandığı da bir hakikat. Saraçhane esnafı kendi parasıyla yeniden yaptırdı şu gördüğün kâgir dükkanları. Bak bu Saraçhane Camiidir şu da Sıbyan Mektebi.” Kadının yardımıyla güçlükle doğrulup kafamı geriye çeviriyorum. Kepenklerle kapatılmış kemerli yapılar önünde üzeri sırmayla, ipekle işlenmiş meşin ve sahtiyandan her türlü at koşum takımı, gök mavisi ve kırmızı ağırlıklı boncuklarla süslenmiş eyer, başlık, hamut gibi aletler görüyorum. Ağzım açık, fal taşına dönmüş gözlerim tekrar tekrar ovuşturulmaktan kızarmış halde bilincimi geri getirmeye zorlayan ben, hiçbir şeye anlam veremeden kulaklarımda atın zorlanan nefesiyle ilerliyorum. Baktığım tanıdık yerleri mi görmüyorum yoksa görmek istediklerim mi yerlerinde yok? Bozdoğan Kemeri yerli yerinde ama geçen hafta güzel bir oyun izlediğim Reşat Nuri Sahnesi nerede? Araba sol taraftan yan yola sapıyor. Molla Zeyrek Camiinden sonra Mehmet Emin Tokâdi Türbesinin önünden hızla geçiyoruz. “Bizi takip eden olursa izimizi bulamasın diye giriyoruz bu yollara” diye açıklıyor kadın ve gözlerini kapayıp bir şeyler mırıldanıyor. Şimdi önümde uzanan ve Unkapanı’nı Azapkapı’ya bağlayan bir köprü üstündeyiz ama bu orada olması gereken Atatürk Köprüsü’ne hiç benzemiyor. Üstelik Haliç üzerinde ne Galata ne de metro köprüsü var. Metro mu dedim ben? Bunu düşünürken kendime tuhaf geliyorum. “Nur içinde yatsın Valide Sultan hazretleri bu köprüyü yaptırdı da bizi kayıkçıların tafrasından kurtardı.” diyor kadın. Ne Sultanı ne köprüsü? “Hayratiye” diyor genç. Köprüden çıkınca Sokullu Mehmet Paşa Camiinin önünde duruyoruz. Galata Kulesi’nin ayan beyan görünmesi ne ilginç. Kadın yardımcısına bir bohça verirken “Bunu tez içeri götürüp Abdullah Hoca’ya teslim et ama dikkatli ol, kimse görmesin” diyor. Bekir bir çırpıda alıp aşağı atladığı sırada bohçanın açılan köşesinden bana tanıdık gelen bir şey gördüğümü sanıyorum. Çok kıymetli bir elyazması olduğunu tahmin ediyorum. Bohçayı hızlıca sarmalayıp içeri koşuyor. Döndüğünde arabayı biraz daha sürüp Sabiha Sultan sebilinde atı suluyor. Az sonra poyrazda uçan kısrakla tekrar yollara düşüyoruz.
Yoruldum, her yerim ağrıyor. Ara sıra kullandığım halde hep hayıflandığım belediye otobüslerine rahmet okutacak bir vasıtayla seyahat etmek tarif edilecek şey değil. Canımın acısı sabrımı taşırıyor. “Yahu neredeyiz biz? Neden söylemiyorsunuz?” diye çıkışıyorum. Kadın beni yatıştırmak için yumuşak bir ses tonuyla “Belli ki İstanbul’dan değilsin sen. Zaten kıyafetin de başkadır, konuşman da” diyor gözlerini benden ayırmadan. “Zararı yok, her milletten insana yer vardır burada.” Kaş yaparken göz çıkarmak denir buna, daha da sinirleniyorum. “Bana bakın, ben doğma büyüme İstanbulluyum tamam mı? Ailem de öyle. Üsküdar’da doğdum, Fatih’te büyüdüm, şimdi de Levent’te oturuyorum. Vefa Lisesinden sonra İstanbul Üniversitesinden mezun oldum ve şu anda yapmam gereken çok önemli bir sunum var. Üstelik mesleki kariyerim buna bağlı. Ama burası benim bildiğim İstanbul değil.” Son cümlemle beraber öfkem umutsuzluğa dönerken sesim titremeye başlıyor. Gözümü kadının gözlerine dikip “İyi birilerine benziyorsunuz. Yalvarırım, neredeyim doğru söyleyin” diye çırpınıyorum. Boğazım düğümleniyor. Neredeyse ağlamak üzereyim. Kadının Bekir’e “Zavallı, korkusundan hezeyana kapıldı. Yolda nergis yahut reyhana denk gelecek olursak koklatalım, şifadır” diye fısıldadığını duyuyorum. “Kasımpaşa’ya kadar sabretsin, sonra bakarız bir hal çaresine. Çok vakit kaybettik, artık katiyen duramam hanımım.” Kasımpaşa’yı duyunca rahatlıyorum. “Beni oralarda uygun bir yerde indirirseniz çok sevinirim. Hiç değilse bir taksi durağına bıraksanız” derken yine kendime yabancılaşıyorum. Saat kaç oldu acaba? “Benim derhal Kongre Merkezine gitmem lazım. Hey! Size söylüyorum.” Bana boş gözlerle bakıp konuşmaya devam ediyorlar. Artık beni görmüyor, duymuyorlar. Başım dönmeye gözlerim kararmaya başlıyor. “Bu gördüğüm hangi caminin minaresidir?” diyorum, nerede olduğumu kestirebilmek umuduyla. Kadın mendiline döktüğü esansı burnuma tutarak “Taşkızak Tersanesi içindekini soruyorsan Çorlulu Ali Paşa Camisinindir” deyip devam ediyor. “Bu tersanede de yangın çıktı geçen ay. Yine bu yeniçeri kaçkını kopuklar kalafat yerinde fundalıkları tutuşturmuşlar.” Ben “Yeniçeri mi?” diye hayretle atılınca “Ocak çoktan ilga oldu da orada burada eşkıyalığa devam eden tek tük bakiyesi bunlar” diyerek açıklıyor. Esansın rahatlatıcı etkisinden olsa gerek kadının anlattıklarına kendimi bırakıyorum. “Hep mi yanar bu şehir?” diye sorarken itfaiye teşkilatını anmaya gerek bile duymuyorum artık. Tam teslimiyet halindeyim. “Kendimi bildim bileli yanar, hep yandı. Nice evler kaşaneler küle döndü de zengin fakir ayırmayan ateş, kızıl bir hançer gibi saplandı yüreklere. Nice sabiler öksüz yetim kaldı. Görüyorsun ya burada konaklar birbirine bitişik, ahşap evli sokaklar gayet dardır. Bir konakta yangın çıkacak olsa bütün mahalleyi sarması uzun sürmez.” Bekir kesiyor onun sözünü. “Silahtar Yakup Ağa Çeşmesinde duracağım hanımım. Hem atı sulayalım hem de biraz soluklanalım. Baksana adam da iyi değildir, beti benzi attı iyice.” Bir süre sonra yüzüme çarpılan suyla irkiliyorum. Dua gibi bir şey mırıldanıyor kadın. “Kim Yakub ağa ol bâni-i sâhib-kemâl.” Bu duyduklarım da nedir? “Çeşmesi tarihini böyle nidâ eyler Hanif.” Yoksa bir tür büyü mü yapıyor bana diye düşünürken, “İçin Allah aşkına bu çeşmeden mâ-i zülâl,” sözlerinden çeşmenin kitabesini okuduğunu anlayıp rahatlıyorum ama bu hâl uzun sürmüyor. At arabasının aniden hızlanmasıyla hep birlikte sarsılıyoruz. “Ne oldu Bekir, buldular mı bizi?” “Buldular hanımım. Sıkı tutunun” deyip dizginlere asıldığı sırada pala bıyıklı, iri kıyım bir adam geceden siyah atını üzerimize sürüyor. Bizim kısrak ürkerek hırçınlaşıp arabayı deviriyor. Hepimiz bir yana yuvarlanıyoruz. Adam bana doğru gelip kılıcını tepemde sallayarak “Ya emaneti verirsiniz ya da canınızı” diye bağırıyor. Nutkum tutuluyor yine, gözlerimle diğerlerini arıyorum. Bekir yerden kalkıp beni işaret ederek “Emanet ondadır” diyor. “Biz de sakladığı yeri söyletmeye çalışıyorduk ama nafile.” “Yalan söylüyor, ben hiçbir şey bilmiyorum. Emanetten haberim yok. Bu insanları daha önce hiç görmedim, tanımıyorum.” diye feryat ediyorum. Adam bir nara atarak Bekir’i kenara itiyor. Gözlerini bana dikip “Şimdi sıra sende. Haydi göreyim marifetini” derken adım adım yaklaşıyor. Yerimde mıhlanmış gibiyim, yüreğim daralıyor. Ne yapacağım ben şimdi? Nasıl kurtulacağım bu durumdan? Adamın sesi giderek şiddetlenirken omzumdan tuttuğu gibi sarsıyor beni. Tamam, pes ediyorum. Sanırım beklediğim şey oluyor, vaktim geldi. Ses iyice yükseliyor. “Şimdi sıra sende, sıra sende, sende.”
“Selim, dokunmayayım dedim ama sen de amma uyudun be oğlum. Su ısıtıcısının ağzı da açık kalmış, oda saunaya dönmüş. Nasıl durdun ki burada? Hadi hazırlan bakalım, şimdi sıra sende.” Gözlerimi aralayınca bir eliyle omzuma dokunup diğeriyle bana kahve uzatan Abdullah Hoca’yı görüyorum. Gerçeklik algısını tekrar kazanmam normalden uzun sürüyor. Masada dağınık şekilde duran Reşat Ekrem Koçu kitaplarının arkasındaki duvarda Ayvazsovki’nin Haliç tablosu bana göz kırpıyor. Abdullah Hoca elimde sımsıkı tuttuğum haritaya uzanıp “Biz gidip Süleymaniye Kütüphanesinden bin bir zahmetle, özel izinle alalım, sen gel onu elinde tutup buruştur. Olacak şey mi bu Selim? Ver bakayım şu emaneti bana” diyerek alıyor. “Emanet mi?” diyorum, sesimin tonunu ayarlayamadığım bir şaşkınlıkla. “Emanet tabii, yarın geri götürmen lazım, unutma.” Kahvemden bir yudum alıp derin bir oh çekiyorum. Kafamdaki taşlar yerine otururken soruyorum. “Bekir’in sunumu nasıl geçti?” “Başarılıydı ama ben senin projene daha çok güveniyorum. İstanbul’umuzun can çekişen tarihi dokusuna duyarlılığınla müthiş bir mimari tasarladın. Özellikle yangın riskine karşı önlemlerin çok ilgi çekici. E tabii, o kadar araştırdın, o kadar emek verdin. Hadi şimdi göreyim marifetini, sahneye çık ve anlat. Sıra sende evlat.” Alnımdaki terleri silip dar ve uzun koridordan sahneye ilerliyorum. Hanları, hamamları, camileri, surlarıyla, köprüleri, çeşmeleri, sinema, tiyatro ve kültür merkezleriyle yanıp yıkılıp küllerinden doğuşuyla, tüm zamanlarda hep en güzel olan İstanbul da benimle geliyor.
edebiyathaber.net ((26 Ocak 2023)