Bir hafta sonu akşamı, Demirspor Kulübünde ringe çıktık. Salonun yarısı Harbiyeli, yarısı da Hacettepeliydi. Rauntlar birbiri ardına bitiyordu. Rakibime düzgün bir yumruk atamamıştım. Sinek ısırığı gibi, çeneme, yüzüme, nereme rast geliyorsa vurup kaçıyor; etrafımda dönüp duruyordu. Altıncı raundun sonunda maç bitti. Sayıyla onu galip ilan ettiler. Taraftarları alkış ve ıslıklarla ayağa fırladı. Bizimkiler kös kös oturmuş, öfkeyle yere bakıyorlardı. Canım sıkılmıştı; yerimden fırladım, önce hakemin çenesine, sağ bir aparkat* savurdum. Ringin dışına uçtu. Köşesinden şaşkınlıkla bakan Harbiyelinin üstüne yürüdüm. Kaçacak yeri yoktu. Kapanmasına aldırmadan, yüzüne peş peşe bir sağ, bir sol, sonra bir sağ daha vurdum. Sırt üstü yere düştü. Yarım saatten önce toparlanamazdı. Bizimkiler ayağa fırladı. Ringe girip beni alnımdan öpen de Bakırcı Mustafa’ydı,” dedi ve sustu Hacettepeli. İrfan bu susuşun da ne anlama geldiğini biliyordu. Hiç konuşmadan adımlarını Akif abisinin adımlarına uydurdu; gecenin koynuna doğru yürümeye devam ettiler.
“Ya İrfan işte böyleyken böyle,” dedi, Hacettepeli. “Sana yanlış yapmış; bir kadın meselesi varmış, öyle söylediler,” diye konuştu İrfan. “Çok karıştırma,” dedi, Akif. Sesi sıkıntılı mı yoksa öfkeli mi çok anlayamadı. “Kusura kalma Akif ağam. Bazen böyle abuk sabuk konuşuyorum,” diye mahcup bir tavırla cevap verdi. “Öyle deme, bilirsin ben böyle şeyleri konuşmayı sevmem,” diye kestirip attı. “Bilmez miyim, boş boğazlığıma ver!” “Uzattın, yetsin,” dedi, Hacettepeli. İrfan saygılı bir şekilde, kafasını yere eğerken, sağ elini yüreğinin üstüne götürdü. Bir müddet yine hiç konuşmadan, daracık sokaklarda yürüdüler. Katran karası bir geceydi. Göz gözü görmüyordu. “Bir sigara daha yapayım mı? diye sessizliği bozdu İrfan. “Yeter,” dedi, Hacettepeli. “Kafamız iyi oldu. Yola inince önce çorbacıya sonra evimize gidelim,”diye kestirip attı. “Sen bilirsin abi,” dedi İrfan, saygılı tavrını hiç bozmadan. Şımarık bir rüzgâr, ortamın kasvetini dağıtmak istermiş gibi alabildiğine çırpınıyordu.
Ne günlerdi, diye düşünüyordu, İrfan. Ankara’nın namlı iki kabadayısı, Hacettepeli Akif’le, Bakırcı Mustafa’nın arasından su sızmayan günler. Hemen her akşam ikisi de Ulucanlardaki Efeler kahvesinde geç vakitlere kadar oturup sohbet eder; kâğıt, tavla, domino oynarlardı. Naylon Necla yüzünden araları bozulduktan sonra, hangisi kahveye gelse, kahvedeki müşteriler arasında bir tedirginlik, başlıyor; insanlar genellikle –namaz kılmayanlar bile- akşam ezanının sesini duyunca, namaza diye çıkıp bir daha geri dönmüyordu. Büyükler defalarca iki inatçı ağayı barıştırmak istemişse de başarılı olamamışlardı. “Hayırdır İrfan,” dedi, Hacettepeli Akif. “Derinlere daldın. Bir sıkıntın mı var?” diye hayal dünyasından uyandırdı arkadaşını. “Yok ağam, estağfurullah. Çok şükür hiçbir sıkıntım yok. Bilmem, öyle dalıp gitmişim dedi. Arada birbirlerini koltuklayarak dar ve dik sokakları bitirmeye çalışıyorlardı.
Çorbacının bulunduğu caddeye çıkmak üzereydiler. “İrfan yerde biri mi yatıyor? Bu karaltı neyin nesi?” diye, sordu Hacettepeli. “Evet, yüzü seçilmiyor,” diye cevapladı İrfan. “Hayırdır kim ola ki?” diye yeniden sordu. İrfan’dan ses çıkmayınca, cebinden çakmağını çıkartıp çaktı. Yerde yatan kişinin yüzüne doğru alevi yaklaştırınca gözleri fal taşı gibi açıldı. Hasmı Bakırcı Mustafa, toprağın üstünde uzanmış yatıyordu. Top atsalar uyanacak gibi değildi. Her halde bulunduğu mecliste rakıyı fazla kaçırdı. Evine giderken soluklanmak için oturdu; sonra da kalkamadı; sızıp kaldı, diye düşündü. İrfan’da yanı başında duruyor; şaşkın bir suratla neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hacettepeli Akif’e döndü. “HaydiAkif Ağa,” dedi. “Gökte ararken yerde buldun. Bu fırsat bir daha eline geçmez. İntikamını al,” diye heyecanla konuştu.Öyle bir bakış fırlattı ki, yanan çakmağın alevinde gördüğü Hacettepelinin gözlerinden korktu İrfan. “Sen ne söylüyorsun?” dedi, Akif“Delikanlılık, düşmanı böyle kendinde değilken ona vurmak değildir,” diye devam etti. “Bağışla Akif Ağam,” diye günah çıkarttı İrfan. “Cahilliğimize ver,” dedi. “Bağışlanacak bir şey yok. Benim yerimde sen de olsan aynı şeyi yapardın. Bakırcının halini görüyorsun; kendinde değil. O, bu haldeyken onazarar vermek benim şanıma yakışmaz. Bize düşen, onu evine götürüp teslim etmektir. Haydi, el ver de yerden kaldıralım,” diye noktaladı sözlerini. Bir gayretle seğirtti İrfan. Birlikte dikkatlice doğrulttular; arkasına geçti; kollarının arasından girip, iki elini göğsünde desteledi; zorlukla yukarı kaldırdı Bakırcıyı. Nefes nefese kalmıştı. Akif Ağaya dönerek, “Sanki ölü gibi ne kadar ağırmış,” dedi. Oldukça iri yapılı olan Hacettepeli Akif, derin uykuda gibi uyuyan Bakırcıyı of demeden sırtladı. Yaklaşık dört yüz metre ötedeki evine kadar duraksamadan götürdü. “Kapıyı çal,” dedi. Gecenin bir vakti yuvarlak metal kaidenin üstünde çınlayan kapı tokmağı, Bakırcının annesiyle karısını telaşa düşürdü. Bir koşu kapıyı açtılar ki ne görsünler. Mustafa, Hacettepeli Akif’in sırtında cansız yatıyor. “Akif senin de ocağına ateş düşsün, nasıl kıydın civanıma?” diye ellerini dizlerine vurdu, Bakırcının anası.
“Erim gitti. Evimin direği gitti! Senin de evin yıkıla” diye beddua etmeye başladı karısı. Kadınlar aynı anda çığlık atıp, feryat figan ağlayıp sızlamaya, dövünmeye başladılar. Ellerinden gelse, Hacettepeliyi bir kaşık suda boğacaklardı. “Eksik etek değil misiniz? Sizden ne beklenir? Anlayıp dinlemeden niye bağıra çağıra ağlıyorsunuz?” diye sordu Akif. Bakırcının karısına döndü, “Kocan ölü değil, sağ. Evlerimize gidiyorduk; yolun kenarında yerde yattığını gördüm; içkiden sızıp kalmış olduğunu anladım. Sırtlayıp getirdim,” dedi. Kadınların ikisinin yüzünde de bir sevinç dalgası belirdi. Bakırcının annesi, “Allah ne muradın varsa versin. Allah seni ocağına, çoluk çocuğuna bağışlasın,” dedi. Utanmasa sarılıp elini öpecekti. Bakırcının karısı da bir çırpıda bildiği bütün sureleri okumuş, ellerini yüzüne sürüyordu. “Odasını gösterin de yatağına yatıralım,” diye söylendi Hacettepeli. Ahşap merdivenlerden yukarı çıkarlarken, düşmesin diye İrfan’da arkadan el atıyordu.
Bakırcı Mustafa ertesi sabah erkenden gözlerini açtı. Başucunda dualar okuyarak kocasının uyanmasını bekleyen karısı, “Şükür Allah’ıma,” dedikten sonra, ellerini havaya kaldırıp, yarı sesli, yarı sessiz bir dua tutturdu. “Eve nasıl geldim?” diye sordu. Yüzü şaşkınlıktan çarpılmış gibiydi. Karısının cevabını beklemeden devam etti: “Saman Pazarı’ndaki meyhaneden çıktığımı biliyorum; sonrası yok; orada film kopmuş. Nasıl geldiğimi hatırlamıyorum.” Bir mutluluk parıltısı geçti karısının suratından. “Seni bana bağışlayan Allah’a kurban olayım,” dedi. “Seni eve Hacettepeli Akif getirdi. Hem de beş yüz metre sırtında taşıyarak,” diye soluklanmadan devam etti. “Anamla ben, seni öyle görünce, öldürdü de cenazeni getiriyor sandık. Ağlayıp sızlamaya kargış etmeye başladık. Bize kızdı; olan biteni anlattı. Seni odana yatırıp yanındaki arkadaşıyla çıktı gitti, şükürler olsun,” diye sözlerini bitirdi.
Yıllar gözünün önünden su gibi aktı. Bazen düşman bildiklerimiz dost, dost bellediklerimiz de düşman çıkıyor, diye geçirdi içinden. Helal olsun sana Hacettepeli; haza adammışsın, diye düşünerek yeniden eskilere daldı. Anası sedirin köşesinde oturmuş, kuran okuyor; arada gözlerini kaldırıp, gözlüklerinin üstünden sevgiyle oğluna bakıyordu.Olayı bir kez de annesinden dinleyen Bakırcı Mustafa, sıçrayıp kalktı. Yarım yamalak bir kahvaltıdan sonra evden çıkıp, caminin altındaki daha çok yaşlıların oturduğu kahveye gitti. Bütün mahalle oradaydı. Olay duyulmuştu. Herkesin yüzü gülüyordu; bir bayram havası vardı. Ağır topların oturduğu, ocağın önündeki dip masaya yöneldi. “Selamın Aleyküm,” dedi. “Aleyküm selam, buyur Mustafa Ağa,” dediler. İçlerinde en yaşlıları olan, Saraç Rasim, “Hele otur Mustafa,” dedi. “Hayırlı bir olay gerçekleşmiş; duyduk. Biz çok sevindik,” diye devam etti. “Ben de çok sevindim, Rasim Ağam,” diye konuştu, Bakırcı Mustafa. “Hacettepeli Akif’le beni barıştırın,” dedi. “Biz haber yolladık bile, birazdan burada olur,” dedi, gülen bir yüzle. Ocakçıya döndü, “Çabuk Bakırcının kahvesini yetiştir,” diye seslendi.
Çay ocağının önü pazar yeri gibi kalabalık olmuştu. Hacettepeli Akif uzaktan göründüğü anda genç yaşlı herkes ayağa kalktı. Bir alkış fırtınası koptu. Akif, başı önünde mütevazı bir biçimde kahveden içeri girdi. Ellerini önünde bağlamıştı. “Selamın Aleyküm Ağalar,” dedi. Bakırcı Mustafa ayaktaydı; saygılı bir şekilde Hacettepeli Akif’e doğru yürüdü. Minnet dolu bakışlarla elini uzattı. Önce tokalaştı, sonra sarılıp öpüştüler. “Hakiki adammışsın, tam bir arkadaş, essah bir kardeşmişsin, benim kör gözlerim görmemiş,” dedi Mustafa. “Dün gece yaptıkların için Allah razı olsun, hakkını helâl et,” diye sonlandırdı konuşmasını. “Estağfurullah, ne hakkımız var ki, helâli hoş olsun,” dedi, Hacettepeli. Dostça Bakırcının sırtını sıvazladı. Yarım ağız gülerek, “O kadar içecek ne vardı?” diye bağladı konuşmasını. Saraç Rasim kahkahayı patlattı. “Kahveci herkese çay ver,” dedi.
Façasını bozmak* Hasmının yüzünde görünür –bıçak yarası gibi- iz bırakmak.
Aparkat* Boksta çeneye alttan yukarıya doğru atılan yumruk.
Not: 1950 li yıllar Ankara’sında yaşanan gerçek bir olaydan kurgulanmıştır. Kişi ad ve lakapları değiştirilmiştir.
Yusuf Uzunyol kimdir?
1949 Erzurum doğumluyum; Ankara’da yaşıyorum. Yıllarca ticaretle uğraştım. Hep iyi bir okuyucuydum. Yazma serüvenim, 2009 yılında UM-AG la tanıştıktan sonra başladı. O tarihten bu yana öyküler yazmaya çabalıyorum.
edebiyathaber.net (17 Aralık 2019)