Öykü: Sodom | Ecehan Biçen          

Aralık 21, 2024

Öykü: Sodom | Ecehan Biçen          

Sigaram bitmiş, Ozan’ın paketinden aldım.

“Pis otlakçı!”
Omuz silktim. Kendine baksın. Şimdiye dek hangi beleş shot’ı kaçırdığı görülmüş.
“Hayırdır hatun, yine etiketi söküyorsun.”
Mehmet. Aynı muhabbeti çevirecek şimdi.
“Bak, demedi deme, bu şişe etiketlerini böyle zırt pırt sökmeye çalışmak cinsel problemlere işaretmiş.”
Çakmağımı bulup yaktım.
“Bir puro bazen sadece bir purodur canım.”
“Haydaaa! Ne alakası var şimdi puroyla. Yine attın bir şey ortaya.”

                                                                        *

Buraların en eski barındayız. Buralarda hâlâ kalan tek barda. Hâlâ buralarda takılan insanlarız. Takılıp kalan.
“Gidecek yer yok ki!”

“Hepsi leş!”

Biz yine buradaydık, şehrin merkezinde. Dart veya langırt oynuyor, shot atıyor, dans ediyorduk. Sarhoş olmuşuz, başımız dönmüş, sızıp kalmışız. Ne kadar zaman geçtiğini kimse bilmiyor. Göz açıp kapayıncaya kadar mı, yüz yıl mı… Uyandığımızda şehir başkaydı. Merkez kaç kuvvetiyle büyümüş. Batıya, daha batıya, en batıya… Doğuya, daha doğuya, en doğuya…
Ve herkes merkezden kaçmış.

“Aaa! Orası hâlâ duruyor mu yahu?”

Biz de hâlâ duruyoruz. Faruk abi de hâlâ yerinde. Barın en köşesinde. Sesi soluğu çıkmıyor. Geçen merak edip baktım, kıpırdamadı. İşaret parmağımın ucuyla dokundum. Tık yok. Kendi haline bıraktım. Rahatsız etmeye gelmez.

*

“Açıklamayacak mısın?”
“Neyi?”
“Puroyu tabii, neyi olacak.”
“Boşver, anlamazsın sen.”
“Bak hele! Küçümsüyor musun sen bizi?”

“Ne alakası var!”

“Biz ne alaka olduğunu anladık hanımefendi. Sizin kadar okumuş değiliz diye.”

“Başlama yine!”

“Peki bakalım, şimdilik susalım ama yazdım kenara, ona göre.”

*

“Ne işin var orada” demişti biri. Birileri. Bükülen dudaklar. Devrilen gözler. Onlar kaçaktı, biz kaçık.

Omuz silkiyordum. Mesai bitince yine gidip içecektim. Yine sigaram bitecekti, yine birilerinden otlanacaktım. Yine aynı şeyler çalacaktı, yine aynı hareketlerle dans edecektim. Bıkmıyor, usanmıyordum. O zamanlar.
“Once upon a time there was a tawern…”

Bazen, “acaba” diyordum, bir gün, mesela iki ay sonra, veya üç ay, dört beş yıl da olabilir, çekip gider miydim, gitse miydim, gitmeli miydim… Sonra bu şarkı çalıyordu, vazgeçiyordum. Bizim “tawern”imiz asla “there was” olamazdı, olmamalıydı. “Once upon a time”da yaşamıyorduk biz, masal kahramanı değildik, etten kemiktendik, gerçektik, çok gerçektik, dışarıdaki her şeyden daha gerçektik.

Bir keresinde aynen böyle açıkladım, cevap vermediler. Ben de işime döndüm.

*

“Al bari, benimkini de sök.”   
Ne zaman böyle şeyler dese gözüm dişlerine takılıyor. Etle birleştikleri yerler sigara sarısı. Hatta artık bakıra dönüyor. Biramdan yudumladım. Fazla ayığım ya da havamda değilim.
“Bu akşam değil canım.”
“Ne o? Başka etiket mi var, sökülecek?”

Yok. Sökülmedik etiket kalmadı. Defalarca sökülmedik etiket kalmadı hatta. Bazen sıkılıyorum, sökmüyorum. Bir süre gidiyor öyle. Sonra, yedi sekiz bira ve shotların ardından, sabah olunca bakıyorum elimde etiketlerden biri. Hangisi olduğu çok önemli değil. Katlayıp kenara koyuyorum. Başka zaman tekrar lazım olur diye. İlla ki de oluyor.

“Anlaşıldı. Senin yine sorgulamaların tutmuş.”

Sorgulamıyorum aslında. Kabullendim. Düşünmüyorum da. Boş bakıyorum. Sabah uyanınca, elimde çorap, halının desesine takılıp kalırım bazen. Aynı öyle.

“E peki madem, yan masaya geçiyorum. Ben de senin suratını çekemeyeceğim bu akşam.”

*

“Galiba gerçekten buradan çıkmalıyım.”
Üç yıl önce mi, dört yıl önce mi, böyle düşünmüştüm. Yine bu masada oturuyordum, yine tek başıma kalmıştım. Sağ elimin işaret parmağıyla orta parmağı arasında bir parça yeşillik dikkatimi çekmişti. “Maydanoz herhalde” diye düşündüm. Belki de marul. Değildi. Yosunmuş. İlk kez görmüyordum. Filiz’in avucu yosun tutmuştu. Buğra’nın sakallarının arasından sarkardı. Hatta kokarlardı. “Deniz kokusunu özlemeyin diye” der, gülerdi. Küflenenler de vardı. Onları pek aramıza almazdık. Diğerlerinden uzak bir masada, hepimizden ayrı takılırlardı. Tek kelime etmeden, saatlerce.

Bizim durumumuz o kadar vahim değildi. İyi kötü konuşacak mevzu buluyorduk. Yoksa da yaratıyorduk. Hiç olmadı, ben ortaya bir şey atıyordum. Bu konuda yetenekliydim. Anında uyduruverirdim. Yolda giderken sakat sümüklü böcek görmüşüm de onun için yardım kampanyası düzenlemişim de kör baykuşlar onları düşünmediğime bozulup gözlerimi oymaya gelmişler de de de de… Yeni nesil mavracılık. Maksat zihin jimnastiği. O yüzden yosun tutanlara içten içe acıyarak bakardım. Ben onlardan değildim, olamazdım. Özel yeteneklerim sayesinde. Hiç kaygılanmıyordum. Azıcık ihtimal verseydim küçücük yosun parçası o kadar tedirgin etmezdi.

“Hayrola, nedir, sağ elini cebinden çıkarmıyorsun? Ojelerin mi bozuldu?”

O gece birayı sol elimle içmiştim.

*

“Aaaa baksanıza, bu yine dalıp gitmiş.”

“Borsada hisselerin mi battı kızım, ne bu hal!”

“Hadi hadi kalk, hareketlenelim!”

“Ama önce bir selfie şekerim!”
Hiç havamda değilim. Bileğimden tutup zorla çektiler. Çok eğleniyoruz pozları. En havalı biziz. Birbirinden hiç ayrılmayacak can ciğer arkadaşlarız. O kadar iyi niyetli ve hoşsohbetiz ki asla yalnız kalmıyoruz. Tüm gözler de zaten bizim üstümüzde.

“Shot?”

Fazla uzatmadan eve geçmek istiyorum. Polar pijamalarımı giymek. Ekranın başında zap yapmak.

“E alayım madem.”

 Yine aynı tutarsızlık. Erken ayrılsam ne kaçıracağımı bilmiyorum ama dişe dokunur bir şey olmadığına eminim. Üniversitedeyken belediye otobüsünü beklerdim, bazen trafik tıkanırdı, epeyce süre gelmezdi. Arkadaşlarım metroyla gitmeyi önerirdi, ben direnirdim. Ha geldi ha gelecek. Öyle çok ders kaçırmışımdır. Tek başıma. Diğerleri basıp gidiyordu.

*

 Ben de basıp gittim. Yosunla yüzleşmemin ertesi günüydü. Bir daha dönmeyeceğime yemin ettim. Kimse arayıp sormasın diye telefon numaramı bile değiştirdim. O kadar iddialıydım. Güzel de gidiyordu. İşyerindekilere anlatıp duruyordum.

“Yıllarca mağarada sıkışıp kalmışım ben meğer. Platon’un mu desem Yedi Uyurlar’ın mı? Öyle olması gerekiyormuş demek. Şimdi çok iyiyim. Bakın, iki kilo verdim, pantolonumdan belli oluyordur. Spora da yazıldım. Düzenli gidiyorum. Alkol de yok. Adeta yeniden doğdum be! Cildim bile güzelleşti, farkında değil misiniz? Dünya varmış, neydi o öyle, hep aynı hep aynı. Akşam tiyatroya gideceğim, bilet alıyorum, gelmek isteyen var mı?”
Seslerini çıkarmıyorlardı. Sorun değildi, tek başıma giderdim. Yeni yeni insanlar tanımaya başlamıştım zaten. Okuma gruplarına katılıyordum, sonraki ay yaratıcı yazarlık atölyesine başlayacaktım. Şehrin merkezinden kaçtıkça imkanlar çeşitleniyordu, hayat renkleniyordu.
“Önümüzdeki hafta sonu kampa gideceğiz, katılmak ister misin?”
“Konsere iki kişilik biletim var, eşlik eder misin?”
“Lütfen ilk fırsatta kahve içelim, sohbetin çok eğlenceliymiş.”

                                                                    *

“Amma da baydın bu gece!”

Haklı. Vücudum ezberden hareket ediyor, yüzümde memur somurtkanlığı. Sanki devlet dairesinin gri koridorlarındayım, tepemde floresanlar, emeklilik için gün sayıyorum.

“Ben dışarı çıkıyorum, siz takılın.”

Masa boş. Ozan’ın paketini aradım, bulamadım. Yeni bira söylemekle eve gitmek arasında hâlâ kararsızım. Önce sigara bulmalı.

“Hatun, sen niye paket almıyorsun kendine?”

“Bırakmaya çalışıyorum dedim ya!”
“Maşallah, çok belli oluyor!”
Uzatmadım. Verdiğini içip gideceğim. Çaktırmadan sağ koltuk altımı kaşımaya çalışıyorum. Yine yosun tuttu. Sadece orası da değil. Geçen gün göbek deliğimin çevresini tıraş etmek zorunda kaldım. Ayak tabanım halı sahaya döndü. Baktım baş edemiyorum, uğraşmayı bıraktım. Neyse ki görünmeyen yerlerimde. Kimse etiketimi soymadığı sürece. Zaten en çok bu yüzden, epeydir…
“Ceketini niye giydin şimdi? Eve mi geçeceksin? Daha neler? Bu saatte…”
Telefonun ekranını açtım. Daha on iki olmamış. Evet, bu saatte…
“Haydaaaa! Tavuk musun, teyzeye mi bağladın?”

*

Herkes gençti. Üniversite öğrencileri. En azından yirmi kişilik masa. Kahkaha atıyorlardı, sebebini anlamıyordum. Aslında bahsettikleri hiçbir şeyden anlamıyordum. Telefondan videolar gösteriyorlardı. Dudaklarımı kulaklarıma doğru uzatıyor, arada birkaç “hah!” atıyordum. Çok geçmeden kendi aralarına döndüler. Ben de masa örtüsüne. Püskülleri vardı, onları evirip çevirdim. İpliklerini üçe ayırdım, örmeye çalıştım, beceremedim. Fazla kalın veya fazla kısaydılar. Tek tek ayırdım. Öyle yapınca sorun kalmadı, rahatlıkla ördüm. Diğer püsküle geçtim. Ve diğerine, ve diğerine… Yanımdaki kalkmıştı, onun yerine geçtim. Yeni püsküller ve uğultu. Çatal bıçak sesleri. Kazak giyerek hata etmiştim. Boğazını çekiştirebildiğim kadar çekiştirdim. Ateş basıyordu. Canım rakı istedi. İçinde iki tane buz. Karşımda bizim nesilden bir arkadaş. Hatta benim dünyamdan. Batağımdan. Dedikodu yapmanın karşı konulamaz, avam zevki.
“Ablacım…”

İşaret parmağımla kaz ayaklarımı yokladım. Üniversite öğrencilerinin abla diyeceği yaştan teyze diyeceği yaşa doğru koşuyordum.
“Fotoğrafa girmek ister misin? Instagram’a koyacağız.”
Mekanda uğultu yükseldi. Spot ışıklarına yorgunluk çöktü. “Ne işim var benim sizin sosyal medyanızda” demedim. “Hiç mi yadırgamıyorsunuz sizinle takılmamı” diye sormadım. Sadece gülümsedim ve objektife baktım.

*

“Amma yaptın be hatun!”

“Ne yapmışım yahu, duruyorum durduğum yerde.”

“E öyle tabii!”

“Ne var öyleyse, durmayayım mı, illa ki dans mı edeyim, eğleniyormuş gibi mi yapayım?”

“Yap tabii, ne var bunda. Hepimiz öyle yapıyoruz.”

“Ama ben…”

“Ama sen! Ama sen! Ama sen! Sen kim hayırdır hanımefendi? Senin ne farkın var, ne ayrıcalığın var? Havan kime?”

“Biraz fazla uzatmıyor musun Memocuğum?”

“Hayır efendim, uzatmıyorum. Hatta hiç lafı evirip çevirmeden söylüyorum. Tamam, anladık,  bizden çok okumuşsun. Kafan çalışıyor, ona da tamam! Ama eskide kalmış onlar güzelim. En son ne zaman bir kitabın yirmi sayfasını tamamladın? Hayal gücün var da neye yarıyor? Şurada laga laga yapmaktan öteye geçebiliyor musun, ha, geçebiliyor musun?”

Sağ elimin işaret parmağıyla orta parmağı arasında kaşıntı. Yosunlanma belirtisi. Görmemeli. Geç olmadan kaçmalıyım ama şimdi kalkarsam bozulduğumu sanacak. Haklı çıktığı için böbürlenecek. Ona bu zevki yaşatmak istemiyorum.
“Anlamadım mı sanıyorsun?”

 “Neyi anlamadın mı sanıyorum?”

 “Neden epeydir etiketini kimseye söktürmediğini.”

 “Aman, başlama şimdi yine.”

 “Artık çok geç güzelim, başladım bile. Hatta startı geçtim, koşuyorum.”

“İyi, hadi, koş git o zaman.”
 Cevap vermedi, yerinden de kıpırdamadı. Birasını yudumluyor, gözüm adem elmasında. Tanıştığımız geceyi hatırladım. Kaç yıl önceydi?
 “Neyi anladığımı gayet iyi biliyorsun.”
 Gözlerinin içine baktım, kafamı çevirdim, içeriye bakıyorum. Millet kopmuş. Aynı teraneler. İçimde giderek büyüyen tek arzu eve gidip polar pijamamı giymek. Kendime yediremiyorum.

“Hadi söylesene, kaç yerinden yosunlandın?”

Kaldım. Kalakaldım hatta. Bunun üzerine eve gitsem keyfi yerine gelecek. Beni bozduğu için. Yine okumuş kadın muhabbeti yapacak. Kendisi kompleksli, bana çarpıp duruyor.
“Yemiyorum güzelim. Hiçbirimiz de yemiyoruz. Millet arasında konuşmuyor mu sanıyorsun?”
Kafası güzel. Bu gece söylediğini yarın sabah hatırlamaz. Bırakıyorum konuşsun.
“Hem ne yani? Hepimiz yosun tutmadık mı? Senin ne ayrıcalığın var? Sen niye tutmayacakmışsın? Bunda utanacak, gurur yapacak ne var sanki? Burada hepimiz aynı bokun laciverti değil miyiz?”
Polar pijama, battaniye ve Netflix. Neden dışarı çıktım ki zaten. Kemiklerimde yaşadığım yıllardan ağır bir yorgunluk var. Sıcak bitki çayı, kurabiye, bisküvi. Biri şunu başımdan alsın da gideyim ama herkes kendi âleminde. Beni görmüyorlar.

“Evet, zamanında çıkmıştın”
“Efendim?”
“Evet diyorum, zamanında çıkmıştın ama ne oldu, tıpış tıpış döndün geri. Dönmedin mi ha, dönmedin mi? Dönmediysen burada işin ne şimdi?”

*


Sandalyelerin kolçakları vardı, yanımdaki büyük ciddiyetle notlar alıyordu. “Hocam” diyordu parmak kaldırıp. Saçları saman sarısıydı, tülerikti. Bir ara heves edip boyatmış, sonra unutmuş. Kazağı mercimek çorbası rengindeydi. Boğazlı. Boğazını sıkasım geliyordu, gülümsüyordum. Heyecanla anlatıyordu bana. Zamanında okumayı çok istemiş, lisede edebiyat en iyi dersiymiş, öğretmenler de ondan çok umutluymuş ama ailesi on sekiz yaşını doldurduğu gibi apar topar evlendirmiş, sonra çocuklar, kısır günleri, pasta börek kek çörek, kocası öyle her yere gitmesine izin vermezmiş, ama çok şükür -ne zaman böyle dese kıs kıs gülüyordu- artık adam Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, özgürlüğün tadını çıkarıyormuş falan filan. Hep gülümsüyordum. “Madem özgürsün, niye delice seks yapmıyorsun” diye sormuyordum. “Kocan seni çok mu tatmin etti, artık ihtiyaç mı duymuyorsun” diye de. “Senin hayatında olmadı mı birileri” diye sormuştu. Dernekteki tüm kadınlar masadaydı. “Gençsin, güzelsin, olmuştur illa ki biri” diye diretmişti diğerleri. O zaman da sadece gülümsemiştim.
 “Evet, birileri oldu, birileri tekrar oldu, o birileri birileriyle oldu ve sonra tekrar benimle oldu, ben birileriyle oldum, sonra tekrar eski birilerine döndüm, hepsi de birileriydi, hiçbirinin de adı yoktu, zaten benim adım var mıydı ki, önemli miydi, hangi yatak odası olduğu, karanlık olduktan sonra, rakı bira cin tekila karıştıktan sonra” dememiştim.

 “Nereye gidiyorsun?” diye sordular, bazıları da “niye gidiyorsun?” Cevap vermedim. “Birileriyle sevişmeye” desem de anlamazlardı, çantamı topladım, hesabı ödedim, kapıyı açınca yüzüme vuran soğukla kendime geldim.

*

 “Orası öyle. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer işte…”
 
Üstelemedi. Bunu söylememi bekliyormuş. Ben de direnmedim. Mecalim yok. Polar pijama arzusu korkuya döndü. Belki üzerime yapışıp kalır, hiç çıkarmak istemem. Her akşam işten doğru eve giderim, dizlerinin çıkmasına aldırmadan ilk iş onu üzerime geçiririm. Ayağıma da ucu yırtık kumaş terlikleri. Patlamış mısır yaparım. Türk dizilerini izler, kendimi onlarla avuturum. Dip boyam gelir ama fark etmem bile. Kuaföre gitmeye üşenirim. Makyajı bırakırım, mercimek çorbası renginde boğazlı kazaklar giyerim.

“Bana cin söyler misin?”

Güldü. Böyle zamanlarda gözlerinin içini seviyorum.
“Onun etiketi olmuyor ama?”
“Benim etiket sökmek için biraya mı ihtiyacım var?”
Madem gece devam edecek, bari sonuna kadar gitsin. İki cinden sonra dişlerindeki sarıları da görmem. Gerçi görsem ne olacak? Benim de yosunlarım var artık. Büyük rahatlık. Direnmeme gerek kalmadı. Yakında küflenirim de. Kıyafetlerle örtebildiğim sürece sorun yok. Buradan dışarı çıkmadığım müddetçe. İşyerinde bir şekilde hallederim. Sonrasını koyver gitsin. Kişinin kendi gibilerle beraber olmasının vazgeçilmez gevşekliği.
“Shot da getirdim.”
“Oooo Tekila!”
“Tabii bebeğim, ne sandın, gece uzun.”
Şerefe! İçelim, güzelleşelim. Kadehler çınlasın, barın ışıkları camlara yansısın, birileri gelsin, “Aaaa” desin, “yaaaa” desin, “oooo” desin, abartılı kahkahalar atılsın, kiminin birası yere dökülsün, başkası üstüne kussun, burnumuza usulca ot kokusu gelsin, kaynağını arayalım, “Vay adi, iyi mal bulmuş da kendine saklıyor” diye söylenelim, falancanın bu geceyi filancayla geçireceğini tahmin edelim, kendi niyetimizi çaktırmamaya çalışalım, etraf dönmeye başlasın, biz salya sümük gülelim, içeriye göz gezdirelim, daha önce kimlerin etiketini söktüğümüzü itiraf edelim, skorlarımızı karşılaştıralım, “biz en son ne zaman ve bu sefer kaçıncıya” hatırlamaya çalışalım, tekrar shot atalım, önce ben kalkayım, taksiye bineyim, ardımdan o gelsin, gece yine böyle bitsin, yine böyle geceler gelsin, böyle geceler yine yeniden yinelensin…

“Ya da istersen…”
Sağ gözünü kırptı. Kendimi gülmekten alıkoyamadım.

“Ya da ne istersem?”

“Fazla uzatmadan diyorum…”

Sigarama baktım, yarısı kalmış. Gösterdim.

“Tamam, şu bitsin de atlarız taksiye.”

“Atlarız derken?”

“Arabayla gidecek halimiz yok herhalde, bu kafayla. Henüz o kadar bezmedik hayattan, değil mi?”

“Yok canım, şükür halimize de…”

“De… Boş versene. Kim ne derse nesin, şunun şurasında biz bize değil miyiz?”

İki kaşını da havaya kaldırdı.

“Vaaay! Leydimiz tevazu gösteriyor. Güzel güzel, sevdim böyle.”

Dumanı içime çektim, saldım. Salmak… Koyvermek… Boşvermek… Akıntı nereye sürüklerse… Veya akış nerede tıkanırsa… Varsın tıkansın, varsın durgun suda yosun tutalım. Kafam güzel, gece idare eder. Ötesine gerek yok. Batmalı, saplanmalı. Boğazıma kadar değil, alnıma kadar. Gözüm çamurdan başka şey görmesin, dünyayı öyle sansın.

“E hadi kalkalım madem, kalanı beklerken tüttürürüm.”

Yüzüm kızarmış, soğuk yanaklarıma vuruyor. Koluna girdim. İlk kez. Yarın öbür gün başkasıyla çıkarım mekandan. Sonra yine başkasıyla, bir başkasıyla, öteki başkasıyla ve yine bununla. Dert değil. Biz bizeyiz ne de olsa.

“Ne oldu, ayağın mı burkuldu?”

“Yok, burkulmadı da…”

 “E ne var?”

“Uyuştu galiba. Bileklerim. Tuhaf, az önce otururken bir şey yoktu.”

Güldü.

“Canım, ne var bunda gülecek?”

“Kök salmak güzelim, kök salmak diyoruz buna, uyuşmak değil.”

Sesimi çıkarmadım, taksi geldi. Eli elimde. O da ilk kez tutuyor. Belki de ben ilk kez izin veriyorum.
  “Hanginizin evine abla?”

  “Benimkine.”

  Sokaklar boş. Pencerelerde ışık yok. İnsanların uyuma saati. Bunu bilmek güzel. Dışarıda bundan daha fazla akan bir hayat yok. Hepimiz kök salıyoruz bir yere.

   “Peki, bir şey soracağım…”

  Araba köşeyi döndü. Başım da dönüyor zaten, midem iyice bulandı, öğürdüm.

  “Nedir?”

  “Sence…”

 Tekrar öğürdüm.    “Sence ben de Faruk Abi gibi mi olacağım?”

edebiyathaber.net (21 Aralık 2024)

Yorum yapın