Gözlerimi açtığım zaman karşımda onu göreceğime adım gibi, içtiğim su gibi eminim. Ve çocukluğuma ait onu göreceğim için de içim içime sığmıyor. Yine de gözkapaklarımı açamıyorum…
Açılmamak için direniyorlar sanki.
Vişneçürüğü ağır kadife perdelerin arasından sızmayı başaran güneş, bir şeyler söylemek istercesine yüzümü aydınlattığı halde gözkapaklarım bir türlü açılmak istemiyorlar. Baktım olmayacak, bir an olsun gözlerimi açabilmek adına duvarıma döndüm. Duvara doğru döndüm dönmesine ama ona da kızmadan yapamıyorum. Öyle ya! Neden çocukluğumda yaptığı gibi öpe koklaya uyandırmıyor ki beni? O zaman gözkapaklarımı açmak için uğraşmama gerek kalmayacak. Kokusu bile yetecek bana. O kadar iyi biliyorum ki duvarımın rengini. Duvarım da çok iyi biliyor beni. Gittiği o geceden sonra ne çok geceler ondan kalanları anlattım duvarıma… En çok da gidişine ait olan şeyleri… Mesela babamın ardından onun da beni bırakıp gidişini gene duvarıma anlattım.
Neden bıraktı ki beni? Kaç yaşındaydım beni bırakıp gittiği zaman? Sonra tüm yaşadıklarımı, özlemlerimi, hayallerimi, yaşayamadıklarımı ve bir türlü ona ait olmayı başaramayan sevgimi hep duvarıma anlattım.
An geldi, odamın aydınlık ya da karanlık olmasının bir önemi olmadan benim için hep bir ayna olmayı bildi duvarım. Sensizliğimin tek sırdaşı ve beni benden iyi anlayan tek dostum oldu.
Ve ne zaman, yatağımda ondan yana dönsem, hep o gece ve o an gelir gözlerimin önüne. Alt dudağımı ısırıp, ellerimi yumruk yapıp iki dizimin arasına sıkıştırdıktan sonra; yatağımın kenarına ilişmiş olan onun anlattıklarına inat; ağlamayan, ağlayamayan beni ve duygularımı dinleyişini hatırlarım.
Sonra mı?
Sonra ilk yıldızlı pekiyimi, sıkıntılarımı ve ilk aşkımı, ilk reddedilişimi ve kalabalığın içinde her zaman yapayalnız oluşumu derken her şeyimi hep ona anlattım ben.
Bir türlü ait olmayı başaramadığım bu evde her zaman erken yattım ben. Gün boyu yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı ve asla yaşamamam gerekenleri ilk ve son olarak duvarıma anlatıp konuyu sonsuza kadar kapattım.
Ama bu sefer hiçbir şey bu kadar basit değil!..
Bu sefer yatağımın kenarına ilişiveren ve kendince haklı doğruları anlatmaya çalışan bir kadın, yıllar öncesinden çıkıp geliyor… Sorgulama yapmaya bile gerek duymadan! Öyle ya, düzenli para gönderip ara sıra da olsa mektup yazmış…
Yani kendince yapılması gereken her şeyi yapmış, gönlü rahat, içi huzurlu bir kadın…
Bir kadın, gözyaşlarımla asla ıslatmadığım, ıslatamadığım yastığıma inat sorgusuz sualsiz çıkıp geliyor yıllar öncesinden. Ve hiç itirazsız kabullenmemi bekliyor yanında getirdiği adamı. Ne zorum var ki görmediğim bilmediğim bir erkeği; yıllar önce beni terk eden başka bir erkeğin yerine kabul etmeye?
Ben, daha bendeki erkeği duvarıma anlatmayı başaramamış iken… Ne gereği var bilmediğim bir başka erkeği duvarıma anlatmanın. O adamla geleceğini duyduğumdan beri ona ait ben de kalanları düşünüyorum? Silik, hatta siyah beyaz bir fotoğraf bile canlanmıyor gözlerimin önünde. Oysa ne çok defalar baktım onunla o erkeğin resmine… Her defasında biraz olsun duygulanmaya çalışarak baktım o resme. Ama o resme ait bende olan hiçbir şeyi hiçbir zaman duvarıma anlatmayı başaramadım!
Geçen yıllarla birlikte odama ait duvarlar ne çok renk değiştirdi… Ama ben onun gideceği gecenin sabahına kadar sessizce anlaştığım, solmaya başlayan maviye ait duygularımı hiçbir zaman unutmadım. Gökyüzünün sonsuzluğunda, bana ulaşan denizin kokusunda hep o maviye ait zamanı ve duyguyu buldum.
‘Gözlerini açmaya mecbur musun?’ dedi duvarımın bildik mavisi bana. ‘Olmaz. Asla olmaz. Hem gözlerini açacak hem de hayatla konuşacaksın.’ Sonra sordum duvarımın mavisine ‘Var mı başka yolu?’ diye.
O da bir densiz olup kendini bir şey sanmaya başladı son günlerde. Öyle ya! Ne çok soruma cevap vermez oldu… Gerçi verdiği cevaplar da cevap bile sayılmaz ya artık. Hep aynı şeyleri söyler olmaya başladı sanki… En büyük ayıbı da saygısızlığı! Aklınca tüm doğruları bir kendisi bilir oldu.
Açıkçası dayanılmaz olmaya başladı. Hem, neden daha fazla dayanayım ki ona!
Şimdi güneş daha bir doluyor duvarıma ve yıllarla birlikte duvarımın değişen renkleri bir bir geliyor gözlerimin önüne. Hatırladığım solmaya başlayan o ilk bildik mavi. Zaten bir o anlayıp hak verdi bana. Ama geçen yıllarla birlikte boyanmaktan pürüzleri kaybolup, düzleşmeye başlayalı daha bir az anlar oldu beni. Oysa yatağımın dayalı olduğu duvarımı, odamın diğer duvarları ne renk olursa olsun hep mavinin bir tonuna boyatmadım mı? Demek ki olmayınca olmuyormuş! Rengi aynı kalsa da; duydukları ve yaşadıklarıyla aynı kalmıyormuş hiçbir şey.
Yatağımın kenarına ilişivermiş olan onun, yıllar öncesinden bende kalan parfümü iyice sardı odamı. Neden hâlâ sarılmıyor bana? Bilmiyor mu ki bende gözyaşı yok. Ne yapayım ki çocukluğumdan, o geceden beri yok!..
Birazdan o arsız, o şımarık gri guguk kuşu çıkıp bugüne kadar sayısını bilmediğim kadar yaptığını yine yapıp bana zamanı söyleyecek. Ve sonra hiçbir şey olmamışçasına odasına dönüp bir sonraki zamanını bekleyecek.
Ya ben?
Onca sıkıntı, onca bekleyiş ve uyuyamadığım dün geceye inat; kokusuyla dolu olarak içim geçmiş. Duymamışım gri guguk kuşunun bana zamanı söyleşini!
İyi de bu sabah neden kaldırmadı büyükannem beni? Ya işe geç kalmışsam? Ama okul hayatım dâhil hiç geç bırakmadı ki büyükannem. Bu sabahın diğer sabahlardan farkı ne? Yoksa bir tatil sabahına mı açamamaktayım gözlerimi? Duvarıma soruyorum ama o ukala bu soruma bile doğru dürüst cevap vermiyor ya da vermek istemiyor.
Güneşin ışıklarının saçlarımı ısıtışına bakarsak vakit bayağı bir vakit olmuş olmalı da; hâlâ ne bekliyor yıllar öncesinden gelen kadın beni sarmak için…
Duvarımla öylesine bakışıyoruz ama ikimizin de beklentisi o kadar farklı ki şu an. Birbirimizin ne dediğini anlamaya ise hiç niyetli değiliz. Pes edip üzerimden pikeyi atıyorum. Bu sabah güneş bile sarmak istemiyor beni. Sanki hiç tanışmamışız ve hep günaydınlaşıveren biz değilmişiz gibi uzak duruyor benden.
O istemiyorsa ben hiç istemem! Öyle ya bunca zaman sonra neden isteyeyim ki onu?
Ne gri guguk kuşunu beklemeye niyetim var, ne de onun bana sarılmasını. Dönüp ona ‘Günaydın’ desem mi? Bu yaşıma kadar onun günaydınıyla mı yoksa bana sarılmasıyla mı güne başladım sanki? Yatağımın içinde yavaşça doğruluyorum ama ona bakmamaya özen gösteriyorum.
Bugün bir değişiklik daha yapıyor ve bunca yıl sonra yatağımın ayakucundan kalkıyorum. Oysa çoraplarım, terliğim ve giysilerim başucumdaki sandalyede. Olsun. Bu sabah da akşam çıkardıklarımı giymeyiveririm olur biter.
Yatağımın o kenarına bakmadan odamdan çıkarken; odama dönüp baktığım zaman gri guguk kuşuna ve mavinin birçok tonuna sahip olan duvarıma bozuk atmaya öylesine kararlıyım ki…
Evet, sonuna kadar kararlıyım!..
O bana sarılmadıkça, ona sarılmayacağım… Hatta bakmayacağım bile!
edebiyathaber.net (21 Mayıs 2024)