Söyleyemediklerimi duydun mu?
Sana şunları söylemiştim:
Yalnızdım, çok yalnızdım, sana ihtiyacım vardı. Oysa sen hep kendi dünyanda takılıyor ve orada çok mutlu görünüyordun. Ortak bir dünyamız olduğunu unutmuştun. Kendi arkadaşların, kendi çevren senin için daha önemliydi. Hatırlıyor musun, bir akşam eve geç döndüğümde neden geciktiğimi sormamış, ağlamaktan kızaran gözlerimden hiçbir anlam çıkaramamıştın ya da çıkarmak istememiştin. Çünkü bu seni yorardı ve sen hiçbir şey için kendini yormadın. Herhangi bir konuda sana yanıldığını kabul ettirmek zordu. Sana göre hep sen haklıydın! Sebepsiz tartışmalarımız olurdu ve sen kızınca bir dişi kaplana benzer, sözlerin de pençelerin olurdu. Ben ise konuşmayı pek beceremezdim. Zaten o yüzden yazıyordum ya… Bak, şimdi de yazıyorum.
Şimdi saat sabahın dördü ve ben uyuyamıyorum. Dışarıda yağmurun sesi! Kim bilir, belki de gözyaşlarımdır ve ben yağmur yağıyor sanıyorumdur. Odamda sadece çalışma masam ve kitaplarım var, bir de sensizliğin sessizliği. İçimde kocaman bir boşluk, büyüyor, büyüyor ve ben o boşlukta kendimi kaybolmuş gibi hissediyorum. Yönümü bulmam için gözlerine ihtiyacım var ama ben gözlerimi ay ışığı gölgeli tavana dikmiş çaresizce seni düşünüyor, sensizliği ve sessizliği paramparça etmek istiyorum. Ekmek, şarap, ben varım ama sen yoksun. (Neredesin, haydi çık gel!)
Gidişin az önceymiş gibi aklımda. Hafızamdan hiç çıkmıyor. Bir sonbahar günüydü. (Başka bir mevsimde gidemez miydin sanki, şart mıydı sonbaharı seçmen?) Dalından düşen sararmış bir yaprak gibi sen de düşmüştün hayatımdan. (Bak, bahar geldi, haydi dön, yapraklar yeşil!) Üzerinde gri bir takım, kırmızı kumaştan bir şal vardı. Sarıya kaçan kahverengi saçlarını ortadan ikiye ayırmıştın. Elinde simsiyah bir bavul tutuyordun. O bavulun içinde olmayı, beni de kendinle beraber götürmeni ne çok istemiştim, ama söyleyememiştim işte, birçok şey gibi bunu da söyleyememiştim. Hayatım bir bakıma içimde tuttuklarımın hikâyesi. Giderken kapıyı çarpmıştın. Bir daha dönmemecesine sertti çarpışın. Hüzünlü bir filmin ayrılık sahnesi gibiydi ve ne yazık ki elimde o sahneyi durduracak sihirli bir kumanda yoktu. İşte öylece terk edip gitmişin beni!
Sensiz hayatımın en uzun ve en soğuk bir kışını geçirdim. Meteorolojiye göre mevsim normalleri, bana göreyse sensizliğin anormalliğiydi! Onlarda hata bulmak gereksiz, nereden bilsinler yanımda olmadığın için sana sarılamadığımı, sıcacık nefesini içime çekemediğimi. Hâlbuki faturayı da zamanında yatırmıştım. Yine saçmalıyorum galiba. Böyle devam ederse akıl sağılığımı yetirmekten korkuyorum. İki kere iki eşittir dört, Türkiye’nin başkenti Ankara, hangi yıldayız? iki bin yirmi. Testi geçtim mi? Sanırım şimdilik idare eder. (Ne halde olduğumu anla!)
En çok da kokunu özledim. Giden gidiyor, ama ondan hep bir şeyler kalıyor geriye. Sen sadece özlem bıraktın bana. Başka tenlerde kokunu hep boş yere aradım. Bir koku başka bir kokunun yerini alamıyormuş, anladım. Düşünüyorum da en güzel saçların kokardı. O yüzden başımı saçlarına gömmeyi çok severdim ya! Kokunun da rengi olurmuş, senin kokun daha çok maviye benziyordu ve mavi sana çok yakışıyordu. Haydi, bana kokundan gönder ya da sevdalı bir rüzgârın kucağına bırak. (O adresi biliyor.)
Bazı geceler kendimi karanlık caddelere atıyor, sana hassas olan burnumla kokunun izini sürüyorum. Bomboş caddeler, dar sokaklar karanlık gecelerde en iyi dostlarım oldular. Ama nafile! Sana benzettiğim çok kişi olsa da hiçbiri sen değildi, sen gibi kokmuyordular. Geçen gece yine böyle kokunu ararken bir sokak kedisi gördüm, simsiyahtı, kıvılcım saçan gözleriyle bana acıyarak bakıyordu. Acaba o da sevdiği kedinin kokusunu mu arıyor, diye düşünmeden edememiştim. (Sen kedileri seversin, görsen anlardın.)
Artık yatağımın sağ tarafı boş. Sen hep orada uyurdun ve ben kalbine yakın uyumaktan memnundum. Tutkuyla ve çılgınca sevişirdik. Sen üstte olmayı severdin, çünkü kontrolün hep sende olmasını isterdin. Komşuları uyandırmayı umursamazdık. Sana dokunmak harika bir doğa olayıydı benim için. Güneşin yeryüzüyle buluşması gibiydi. Oysa şimdi sabahları uyandığımda sana sarılmak için uzattığım kolumun boşluğa gelmesi bana ne kadar acı veriyor bir bilsen. İnsanın sadece ruhu değil, her uzvu alışıyormuş sevdiğine. (Bak, yeni bir şey öğrendim!) Yanımda olman soğuk kış gecelerinde altına sığındığım battaniye gibiydi, yokluğun ise kapıyı anahtarla açmak!
Tanıştığımız günü hatırlıyor musun? Palas pandıras başlamıştı her şey. Aynı kitabı seçmiştik kitapçıda. Son kitap olduğunu nerden bilebilirdik? Ben centilmenlik ederek feragat etmiştim, sen de numaranı vermiştin. Dönüşümlü okumuştuk. (Acaba yanlış kitapta mı tanışmıştık?) Genç, uzun ve çekiciydin. Üst dudağındaki küçük ben yüzüne çok yakışıyordu. Görür görmez hoşlanmıştım senden. (Hak edilmemiş bir armağan mıydın yoksa?)
Sonra yanıma taşındın. Her şey çok güzel başladı. (Her güzel şey neden bir gün biter?) Evli gibiydik. Sözleşmeyi kalbimizle yapmış, imzayı oraya atmıştık. Birbirimize çok yakışıyoruz, derdim ve sen de gülümseyerek karşılık verir, itiraz etmezdin. (Susmak çoğu zaman kabullenmektir). Senden önce (Evet, artık hayatımı ikiye ayırıyorum, senden önce ve senden sonra) yalnızlığa o kadar alışmıştım ki biriyle aynı evde yaşama düşüncesi bana intihar gibi geliyordu. (Bir dilenci gibi minnettar mı olmalıyım sana?) Bulunamayan adaydın sanki, günlerim hep başkaları keşfedecek diye korkuyla geçiyordu. Oysa sen o sıralarda bir şeylerden sıkılmakla meşguldün. (Buna kendimin de dâhil olacağını nerden bilebilirdim?)
Bir roman yazmıştım. Bu hem her şey, hem de hiçbir şey hakkındaydı. Edebiyat dünyasında kendine yer edinmeye çalışan orta yaşlı bir adam ile genç bir bankacı kızın aşkını anlatıyordu. Bir kitapçıda tanışıyorlardı ve kız daha sonra erkeğin evine taşınıyordu. Kabul, hikâyemize çok benziyor. Ne olmuş, insan en iyi bildiği konuda yazmalı! Martin Scorsese, en kişisel hikâyeler en yaratıcı hikâyelerdir, dememiş miydi? İlk kez gerçekten iyi bir şey yazdığımı hissediyordum. Okuttuğum birkaç arkadaşım kitabın çok iyi olduğunu, bu sefer mutlaka tutacağını söylüyorlardı. Üstelik ekonomik durumumu bir an önce düzletmeliydim. Son iki kirayı sen ödemiştin. Bu böyle sürüp gidemezdi.
Oysa sen yazdığım bu en iyi şeyden bir çırpıda vazgeçmemi istedin. Konu sıkıntısı çektiğimi bilmene rağmen karşı çıktın. Zamanımı boşa harcadığımı, zevk için yazdığımı, bir iş bakmamın daha iyi olacağını söyledin. (Palavra, en büyük destekçimdin ve en güzel övgüleri senden almıştım) Belki de sana bu kitabı okutmamalı, fikrini istememeliydim. Bizi anlatmamdan, seni ilham perim olarak seçmemden daha doğal ne olabilir ki? (Yoksa başkasını mı seçmeliydim, bunu düşünemiyorum bile) Sorunlar ondan sonra başladı. Benden uzaklaşıp diğer arkadaşlarına yakınlaştın. Artık daha çok onlarla vakit geçiriyordun. Eve geç dönüyor, sevmiyorum dediğim arkadaşlarını nispet edercesine evimize (Dikkat, hala evimiz diyorum) davet ediyordun. İşte bunlar bardağı taşıran son damlaydı.
Satırlarıma son verirken… Ne saçma bir söz! Satırlarıma son vermek istemiyorum, durup dinlenmeden içimi dökmek istiyorum. İşte sana bunları söylemiştim. Hatta gözlerim ve hareketlerimle haykırmıştım. Duymadın. Wittgenstein okumuş olsan belki duyar, konuşulamayacak yerde susmak gerektiğini bilirdin. İşte ben de bu yüzden susuyordum, ama sadece konuşulamayacak yerlerde. Her neyse, artık bunların bir önemi yok. Romanı yayımlatmamaya karar verdim. Çünkü sen nerede değilsen ben orada hiç mutlu olamayacakmışım gibi geliyor. Haydi, her şeyi unutup yepyeni bir sayfa açalım. Seni hala seviyorum ve unutma sevgi gururdan güçlüdür. (Anahtarın yerini biliyorsun).
edebiyathaber.net (22 Aralık 2020)