Farın zıplayıp duran puslu huzmelerinde gece böcekleri pırpırdı, gözünü alıyordu. Işığın ölümcül cazibesine kapılmak, zaten kısacık ömürlerini oracıkta bırakmak nasıl bir şeydi? Giderek ağırlaşan göz kapaklarının arasından ölüm danslarını izlemek, camda çıkardıkları çat çat seslerini dinlemek otuz altı saattir uykusuz kafasını iyice ağırlaştırıyordu. Dalıp gitmemek için aldığı onca önlem bile yetersiz geldikçe yanaklarını tokatlamak, parmaklarını tükrükleyip gözlerine sürmek de hiçbir işe yaramıyordu artık. Pişman mıydı uzun yol şoförlüğünü seçmekte? Değildi. Gitmek, hep gitmek, hep uzaklaşmak, neyden kimden uzaklaşmak hiç bilemeden ama hep gitmek, hiçbir yere kök salmamak, hiçbir toprak parçasına ait olmamak, hiç varılamayacak diyarlara, en uzak uzaklara gitmek geliyordu içinden ta çocukluğundan beri. Neydi bu dürtü, ne kadar sorgulasa, üstelese dillendirilmeyen geçmişi mi yoksa her daim huzursuz olan ruhu muydu bilemiyordu ama çok şiddetliydi, başa çıkamıyordu. Sonunda boynunu eğmişti, diplomasını dürüp büküp torpidoya atıp vurmuştu kendini yollara.
Farklı bir his, bir önsezi uykusunu açar gibi oldu. Etrafına bakındı, gerçek dışı bir aydınlık sarmıştı her yanı, kulak kabarttı, tekerleklerin çakıllı yolda çıkardığı sese başka bir ses karışmıştı sanki, çağıl çağıl su sesi, camı eliyle zorlayarak iyice aşağı çekti, evet köpüren suların dağda taşta yankılanan ezgisiydi işittiği. ’’Allah Allah’’ Dedi yüksek sesle, kaç kere geçmişti bu yoldan, herhangi bir derenin varlığını hiç hatırlamıyordu. Kamyonu şosenin kenarına çekti ürkerek. Yanılmamıştı kulakları oradaydı işte, az aşağıda, heybetli ağaçların arasında saten bir kurdele gibi kıvrım kıvrım. Yamaçtan inerken, ayağı burkuldu, öyle heyecanlanmıştı ki aldırmadı bile. Köpük köpüktü sular, mehtabın gümüşi ışınlarının sedeflediği kayaların üzerinden hoplayıp zıplayarak akıyorlardı. Salkımsöğütlerin, yaban otlarının aksi titreşiyordu köpüklerde. Dipte çakıllar birer elmastı pırıl pırıl. Eğildi, avuçladı serin suları, yüzüne çaldı, çaldı. Parmaklarının arasından kaçan billuri damlacıklar kızıl sakallı suretini yansıtıyordu binlerce, milyonlarca.
Çocukluğu geldi aklına, şıkır şıkır bir dere akardı tarlaların arasında, evden kaçar kaçar varırdı yanına. Suda dalgalanan kocaman kara gözleri ile bakışır, kir pas içindeki tombul yanaklarına nanik yaparken çok eğlenirdi. Kimselere görünmeden kara lastiklerini, burnu her daim delik çoraplarını fırlatıp atar, minik ayaklarını sallandırırdı buz gibi sulara. İliklerine kadar ürperince kıkırdayarak çekerdi hemen. Sesini duyan oldu mu diye telaşla etrafına bakınırdı her seferinde. Hacı Emmi’ye yakalanırsa kulaklarının çekileceğini bilirdi, ‘’Kevser Suyudur bu oğul’’ Diye azarlardı Hacı Emmi ’’Yüce Rabbimin armağanıdır biz fanilere, ayak sokulmaz, kirletilmez, sadece yüze sürülür, yudum yudum içilir şükrederek’’
Coşkuyla akan dereye baktı baktı, gerçekten neşeli miydi sıçrayıp duran sular yoksa derin bir hüzün mü vardı çırpınışlarında. Bazı geceler durup dururken ‘’Su unutmaz’’ Derdi Yaya’sı, ‘’Aguşunda saklar tüm sırları, tüm sevinçleri, kederleri, istediğin zaman istediğini çeker alırsın içinden’’ Sonra gözü ocakta yanan ateşe takılırdı ‘’ Ama ateş tarumar eder, geçtiği yeri, yakar yıkar, ne geçmiş bırakır ardında ne hatıra’’ O zamanlar fersiz gözlerinden korkunç görünümlü gölgeler geçerdi, ellerindeki meşalelerin yalımları gözbebeklerinden taşardı adeta. Görürdü. Baştan aşağı acı kesilirdi ihtiyar kadın, pörsük yanaklarından süzülen yaşları yemenisinin ucuyla siler, odasına kapanırdı ayağını sürüyerek. Orada dualarına sığınırdı mırıl mırıl. Duyardı.
Nazlı nazlı esen yelle hışırdıyordu kavaklar suların namesine eşlik edercesine. Birinin altına bağdaş kurup oturdu, otların üzerlerinde inci taneleriydi şebnemler. Ne kadar davetkardı durmaksızın devinen dere, adeta keşfetmeye çağırıyordu onu. ‘’Gel’’ Diyordu ‘’Gel, diplere sakladığım gizemi keşfet’’ Kulak verdi çağrıya. Daldırdı bakışlarını. Oradaydılar işte, anacığının masallarındaki su perileri. Usulca çıkıyorlardı köpüklerin arasından, yoksa onlar mı köpürtüyorlardı suları. Raks ederek çıkıyorlardı ipek kanatları ışıl ışıl, gümüş gümüş. Kulağının dibine kadar geldiler hiç çekinmeden, sesleri kristal çınlamalarıydı, anlattıkları ise dehşet. Munzur’u, Kızılırmak’ı, Beyoğlu’nu, kıyımları, talanları, sürgünleri hikaye ettiler. Mehtap utandı, giderek soldu şavkı, zifiri dağların ardına çekildi ağır ağır. Tan ağarmaya başladı ta uzaklardan, sular menevişlendi. İri bir kurbağa zıpladı yanı başından, suları sıçratarak atladı dereye, ardından bir tane daha. Su perileri kaçıştı kanatlarında ebem kuşağı.
‘’Efsunlandım’’ Dedi yüksek sesle ‘’Başka açıklaması yok, efsunlandım’’ Ağır ağır doğruldu, saçlarını karıştırdı. Devam etmek zorundaydı, hayat beklemiyordu. El yordamıyla bulduğu kapıdan şoför koltuğuna tırmandı, ağrıyan ayağını ovaladı, el frenini boşalttı, kamyon şöyle bir titredi, silkindi. Gaza bastı. Derenin şıkırtısı çakıllı yolun çıkırtısı arasından yavaşçana süzülerek yitti gitti. Düşündü, gerçekten görmüş müydü o dereyi, hep var mıydı oralarda bir yerde, ya su perileri, anlattıkları? Bilemedi. Başını salladı. Uzaklara, en uzak uzaklara döndü tekerlekler.
edebiyathaber.net (13 Ocak 2024)