Tek kelimesini anlamadığı halde radyoda çalan bu Fransızca şarkı gözlerini dolduruyor Syvlia’nın. Kendine çocukların karşısında ağlamayacağına dair söz vermişti ama zaten onun farkında değiller. Bir yaşındaki oğlu yerde oturmuş dikkatle bir karıncayı izliyor, üç yaşındaki kızı iki eliyle oyuncak bir davula vuruyor. Keşke biraz daha büyük olsalardı. Üzüldüğünü anlayıp ona sarılacakları ya da konuşup onu oyalayacakları kadar. Sylvia onları bir fanusun içinde ses geçirmez buğulu bir camın ardından izliyor gibi, karşısındaki çocuklarını ne net görebiliyor ne de duyabiliyor. Kızı oğlunun kafasına davulmuş gibi vurmaya başladığında, oğlu ağladığında, koltuğun altına girip üstleri başları toz içinde kaldığında, yere düşmüş eski bir sosis parçasını yediklerinde de orada ama orada değil.
Sadece bu şarkının bulanık dilini duyuyor. Neden bahsediyor olursa olsun kendisiyle ilgili olduğundan emin. Biri sözlerin anlamını açıklasa, ‘İşte ben de tam öyle düşünmüştüm!’ deyip uzun uzun kafa sallayacak. Eteğinin ucuna asılmış kızı dikkatini çekmeye çalışıyor, Sylvia kafasını pencereden yana çeviriyor. Dışarıya dönen gözleri aslında kendi içine bakıyor. Sokakta şimdi bir kedi ezilse, yangın çıksa ya da bir şenlik alayı geçse umurunda değil. Gözleri önünde bir tsunami dalgası yükseliyor olsa, kaçmak yerine camları kırıp herşeyle beraber kendisini süpürüp götürmesini dilerdi. Syliva için bu huzurlu bir düşünce olurdu.
Saçları kirli, dipleri kaşınıyor. Saate bakıyor. Üç saat sonra Ted çocukları almaya gelecek. Onu böyle görsün istemez. Ama yıkanıp saçlarını kıvırsa, Ted’in çok sevdiği kırmızı rujunu sürse, temiz kıyafetlerini giyse ne fark eder. Uykusuz, solgun, gözleri şiş, bitkin. Şimdiden çürümeye başladığını hissediyor. Çünkü Ted onu çoktan gömmüş bile.
Kalbi diş ağrısı gibi kendisini hiç unutturmadanzonkluyor. Nabzı vücudunun olmayacak yerlerinde atıyor. Yorganın altına kıvrılıp aylarca orada kalmak istiyor. Ama bir annenin şımarık bir genç kız gibi aşk acısı çekme lüksü yok.
Soyunuyor. Yerdeki kıyafetlerine bakınca kendi derisinden de işte böyle soyunmak istiyor.
Geçen sefer ne kadar utandığını hatırlıyor. Ted’i beklerken fazladan birkaç düğmesini açık bıraktığı ipek gömleğini giymiş, tırnaklarını kusursuz törpülemiş, vücudunda tek bir tüy bırakmamıştı. Ütüsüz bir gömlek, traş bıçağından kaçmış bir kıl, kırılmış bir tırnak, tüm sorun bunlarmış da çözmüş gibi zavallı bir umut vardı içinde. Hani sanki bu sefer tamam. Ted muhakkak geri dönecekti.
Ama mermere her vurduğunda Sylvia’nın dişlerini kamaştıran sivri topuk sesleri merdivenlerden yavaş yavaş Ted’le beraber çıkmıştı. Sylvia hiç kimse gelmemiş gibi kapıyı kapayıp kendine gidip bir çay yaparak bu anı yaşamayı reddedetmek istemişti. Ama her zamanki gibi yaklaşan felaket duygusu onu olduğu yere çakmıştı. Ted o kadınla birlikte gelmişti. Ne utanç vericiydi karşılarında bu kırmızı rujla dikiliyor olmak. “Kırmızı ruj umudumu ele veriyor, beni rezil ediyor.”
Sylvia’nın o günle ondan önceki günlerde çektiği acının arasındaki fark, artık çektiği acının sadece onu ilgilendirdiğinin ayırdına varmış olması. On yıl önce bir genç kızken olduğu gibi annesi onun acılarıyla beraber acı çekmiyor artık. Ted akşamları ve belki sabahları, çünkü bunu çok sever, bu kadınla sevişiyor. Ve bu kadar sevişen bir insanın acı çekmeye vakti yoktur. Çocuklar, çocuklar onu anlayacakları kadar büyüyene dek dayanacak gücü yok.
Çocukları öğle uykusu için yataklarına götürüyor. Kulaklarına eğilip onları babalarının uyandıracağını fısıldıyor. Odadaki pencereleri açıp, kapıyı örtüyor. Kapının altındaki, üstündeki, yanındaki tüm aralıkları havlular sıkıştırarak kapıyor.
Düğmelerini çevirirken Ted’le bu fırını aldıkları günü hatırlıyor. Evlilik hazırlıkları yapan her çift gibi her şeyi çok ciddiye alarak, özenle seçmişlerdi. Yemek masasının, sandalye minderlerinin, televizyon altlığının, gümüş çatalların ve bu fırının onlara yeni hayatlarında kimbilir neler getireceğini düşünmüşlerdi. Elmalı turtalar. Bu fırında elmalı turtalar yapacaktı. Normal kadınlar gibi elmalı turtalar yapacağına inanmıştı, aşık olmak ona normal olma umudu vermişti.
“Bunlar benim kadınlık görevlerimdi. Beni öldürmek bu fırının görevlerinden biri değildi.”
Dizleri güçsüzleşmeye başlayan Sylvia yere çömeldi. Ne Ted’i ne o kadını düşünüyordu şimdi. Şu tahta kaşıklara, buzdolabındaki süslere, ona ait olan ve birazdan artık kimseye ait olmayacak şeylere baktı. Neleri atacak, neleri tutacaklardı. Organlarının gazla büzüldüğünü hissetti. Ya çocuklar? Eğer o öldükten sonra çocuklarına o kadın bakacaksa… Bunun kahrıyla bir daha ölmek isterdi. Bir defa ölmek Sylvia’ya yetmezdi. İki kere de ölemeyeceğine göre…
Tutunmaya çalıştığı her şey devrildi. Ayağa kalkamadı. Kendini mutfaktan dışarı sürükledi.
Çoktan bitmiş Fransızca şarkının uğultusunu kulaklarında duyuyordu.
Balkon kapısını açıp kafasını dışarı sarkıttı.
Suya atılan hareketsiz bir balığın hayata döndüğü gibi ani hareketlerle vücudu baştan ayağa yeniden can buldu.
Müge Oskay kimdir:
1987 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Fransız Edebiyatı ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikal Tiyatro bölümlerinde okudu. Murat Gülsoy’un öğrencisi olarak Boğaziçi Üniversitesi Yaratıcı Yazarlık Eğitimini tamamladı. Yazı çalışmaları devam ederken aynı zamanda drama ve oyunculuk eğitmenliği yapmakta.
edebiyathaber.net (23 Ağustos 2018)