Sokaklardayım çoktandır. Uzak şehirlerde kaldırımlara vuruyorum kendimi. Gerçek zamanlı bir yolculuk gibi tabelaları okuyarak, her bir ışıkta durarak ilerliyorum. Nesnelere dönüşüyorum bazen. Gelecek umut olmaktan çıkıp, bir soruya dönüyorsa oluyor bunlar.
Şimdi salonun penceresinden bahçeyi izlerken de, ani, soğuk bir esintinin hışmına uğrayan, taze bahar yaprakları gibi ürperiyorum.
Şiddetlenen yağmurun sesi melankolik bir fon müziği gibi duyuluyor. Kara bulutlar kendini yok etmek ister gibi abanmış yeryüzüne. Bir döngü bu. Yükselip yeniden toprağa dönüyor sular.
Yaşam da böyle mi? Birileri ayrılıyor bu dünyadan, yenileri geliyor. Hep bir acı kalıyor geriye. Yine de her şey, herkes bu gizemli soluk alışa hizmet ediyor.
Hayat güzel elbette! Ama bizi ölüme alıştıran iğrenç ve karanlık bir yüzü de var. Bahçeyi ansızın kuşatan o ürperti gibi ölümün gölgesi düşüyor hayatımıza bazen. Ama yaşam çok güçlü yine de. En büyük gücümüz yaşama isteği.
Doktor odasındaki o anı hatırlıyorum yine. Yüz binde bir görülen hastalığın başıma gelmiş olması dehşete düşürüyor. Masadaki dosyayı inceledikten sonra kayıtsız bir şekilde konuşuyor doktor: “Merak etmeyin bu türde iyileşme ihtimali kayda değer yine de.” Şaşkınlık içinde ona bakıyorum. Kavrayamıyorum. Uyanırsam bitecek bir kabusmuş ya da bir şakaymış gibi çıkış arıyor zihnim. Ama gerçek ortada işte.
Yağmurla kararan hava çaresizliğimi gün yüzüne çıkarıyor iyice. Böğrüme bir bıçak gibi saplanıyor korku.
Sonunda pencere önünden ayrılıp evin içinde dolaşmaya başlıyorum. Neden böyle oldu, neden ben, diye soruyorum hep. Hayatta kalma ihtimali yüzde hesaplarına bağlı! Yine de bütün tedavi sürecinin iyi gitmesi halinde. Ansızın böyle bir şeyle karşılaşabileceğimi düşünmüş müydüm hiç? Kim düşünür ki?
Yağmur bildiğini okumaya devam ediyor. Kuytuluklara saklanmış serçeler beklemede. Her şeyin normale döneceğinden eminler. Yoksa böyle sakin kalabilirler mi?
Benimse şu yağmur bulutları gibi karanlık çökmüş hayatıma. Bugüne kadar farkına varamadığım bir kıymeti varmış bu tatlı soluk alışın.
Ya geçen zamana ne demeli? Yazgımı belirleyecek o önemli anların burnumun dibinden geçip gitmesine nasıl seyirci kalmışım? Sürekli aynı anlara takılıp kalmam ne tuhaf! Tek bir ana bazen! O berbat ilaç seanslarında elimi tutacak biri olmadığından mı bu?
Arkadaşlarım arıyor bazen. Kimin ne konuşacağını kestiremiyorum. Şaşırıyorum söylediklerine. Annesinin hastalığından, kendi sorunlarından söz edenler oluyor. Böyle bir durumda umut, teselli vermeye çalışıyorlar belli ki. Hayat zaten boş demeye getirenler oluyor. Ne tuhaf!
Kendime bir kahve yapmaya karar veriyorum. Bir zaman tünelinden geçer gibi adımlıyorum koridoru. Bu denli uzun olmasına şaşıyorum! Mutfak masasına oturup dolapları, cam kapaklardan görebildiğim tabak çanağı inceliyorum. Geçen zamanın, her türlü yalnızlığın kesin tanığı olduklarını, şaşmaz bir düzen halinde, hayatın onca kirliliğine rağmen tuhaf bir ışıltı içinde simgeliyor gibiler.
Yeniden salona döndüğüm sırada havanın yavaş yavaş aydınlandığını, güneşin bulutların arasından arsızca kendini belli ettiğini, istekli bahar çimenlerinin gümüşsü bir parıltı ile kaplandığını fark ediyorum.
Bebeğini dolaştıran, arabayı hızla iterek doğum kilolarından kurtulmak isteyen o anneyi görüyorum yine. Sonra tekerlekli sandalyedeki adamı. Bir de yaşlı bir kadın geliyor parka. Ne hızlı çıkıyorlar dışarı! Tıpkı o serçelerin çabucak atılması gibi bahçeye.
Artık çıkmalıyım evden. Ağzıma taktığım maskeden hoşlanmıyorum oysa. Bir tanıdığa rastlayacak olmaktan ödüm kopuyor. İnsan böyle güçsüz, acınası görünmek istemiyormuş meğer.
Tanıyorlar taksi durağından artık. Maskeli, konuşmak istemeyen biri, belki bir misafir. Sürücüyle göz göze geliyorum aynada. Kaçırıyor yorgun gözlerini. Ne düşünüyor acaba? Bir süre sonra cevap beklemeksizin “Ne güzel yağdı abi,” diyor sadece.
Yine sessizlik. Yağmurla yıkanmış kaldırımlar davetkar görünüyor. Kafelerde oturanlara özeniyorum. Dün arayıp bir kafede buluşmak isteyen arkadaşımı düşünüyorum.
“Görüşelim, rahatlarsın biraz, her şeyi içinde tutman doğru değil.”
“Pek dışarı çıkmıyorum, mikrop kapmaktan korkuyorum.”
“Kendini eve kapatman iyi değil.”
Destek olmak istiyor belli ki. Belki de böyle bir durumda insanın neler hissettiğini merak ediyor. Oysa hiç söz etmek istemiyorum yaşadıklarımdan. Ya da öyle sorulunca konuşamam. “Ne diyeceğim ki?”
Su birikintilerini yararak ilerliyor taksi. Kaçışıp yeniden birleşiyor bulanık sular. Aynı rengin, aynı bütünün kusursuz parçası oluyorlar. Benim içinse karanlık bir girdap sanki. Arkadaşıma anlatabilir miyim aklımdan geçenleri?
Avuç avuç saçlarını kaybedersin önce, hayallerini de. Geride büyük bir boşluk, bir soru işareti gibi görünür hayat. Nasıl yani, bu muydu, bu kadar mıydı hepsi. Ya yapamadıklarım, bazı şeylerin üstünden geçemez miyim yeniden?
Sokakta yürüyen herkese imrenerek bakarsın. Yüz binde bir ihtimallerle yüzleştiğine şaşarsın. Kimseye, hiç kimseye olmamalı böyle bir şey diye düşünürsün.
Hastanede senin gibilerle, onların yakınlarıyla karşılaşırsın, her yaştan. Endişeli, bakışlar gelip geçer yanı başından. Doktorların, hemşirelerin o sakin haline şaşarsın. Masada bir dosyasındır zaten.
Ölümle burun buruna gelmek, hayatının ihtimal hesaplarına konu olması ne tuhaf! Bugüne kadar sessizce yaşadığın hayatın, o canlı, çekici dünyanın birden bir karanlığa, bir yokluğa gömülecek olma ihtimali. Bununla yüzleşmek… Yoksa kötüyü mü satın alıyorum hep? Ama hayır, yaşamak istiyorum elbette!
Hastaneler, doktorlar, testler. Hayatın ellerinden kayıp gitmesin yeter ki, henüz burada sonlanmasın dilekleri. Daha yapacak işlerim vardı demeler… Geçmişe takılıp kalmalar, hayıflanmalar, neden şunu şöyle yapmadım dertlenmeleri. Vay be demek birden böyle olabiliyormuş, bu dünyadan bir karanlığa gömülecek olmak, geride kalanlar, yaşamın sıcaklığı, aile, arkadaşlar, aşklar, hayal kırıklıkları, böyle mi olacaktı, bu kadar mıydı dertlenmeleri…
Ve en önemli birkaç an. Geriye dönüp yeniden şekillendirmek istediğin dakikalar. Ailenin evlenmeni istediği o kadın mesela. Çok da uygun olan, senin de beğendiğin o kadın. Neden gereğini yapamadın? Böyle yalnız kalman daha mı iyi oldu? Yalnızlık bir lüks değilmiş, sınandığın zamanlar varmış. İnsan yüzleşmeden hiçbir şeyi anlayamıyormuş meğer. Neyi çözüyor ki anlamak?
Hayır, böyle dökemezdim içimi! Yapamam bunu.
Düşüncelerden taksicinin “Geldik abi,” demesiyle kurtuluyorum. İnip o endişeli insanların dünyasına giriyorum bir kez daha.
Hastalar sırada. Kimileri sohbete girişmiş aralarında. Daha çok refakatçiler konuşuyor. Kendi hastalarının hikayelerinden, pozitif düşünmekten, alternatif tedavi yöntemlerinden söz ediyorlar. Bense susmak istiyorum.
O sırada karşı duvardaki yeni asılmış tabloya takılıyorum işte. Bereketli bir hasat zamanının mutluluğu resmedilmiş olmalı. Yüklü buğday başakları, kavak ağaçlarının yaprakları, Slav kadınlarının eşarbından taşan saçları, her şey sarıya çalıyor. Mutlu bir sonbahar tonuyla durdurulmuş zaman.
Atlar sakince bekliyor arabaların önünde. Kimine buğday yüklü, kimi de yolcular için. Çiçek desenli kocaman tekerleri olan ve soylu bir aileye aitmiş gibi görünen araba çekiyor nedense.
Yavaşça biniyorum birine. Açık penceresinden kolumu aşağıya sarkıtıyorum. Atlar sarsılmaz bir görev bilinciyle, bir emir beklemeksizin yol alıyorlar. Yüklü, altın sarısı başaklara dokunuyorum; geçmişe ve geleceğe dokunur gibi.
Ellerim yanmıyor, hayır! Bir hayalin içinde olsam da önemli değil. İstediği yere gitsin bu hayal atları. Parıldayan doru tüyleriyle, masal sokaklardan geçsinler. Geniş burun deliklerinden çıkan buharlar gizemli sislere karışsın. Kocaman, bilge gözlerinden mutluluk parıltıları taşsın. Uçup gitsinler geçmişe.
Yaşanmamış şeyler de dahil mi hayata? Yaşamın tamamlanmamış evreleri gibiler sanki.
Araba geçilmez bir tülü yırtar gibi geçmişe sürüklüyor beni. Çamurlu bir sokakta takılıp kalıyorlar. Yağmur sonrası toprak kokuyor hava. Babam bahçe işlerine dalmış. Arabadan inip eski bir bisikletin zincirini onarmaya çalışıyorum. Onu görüyorum birden. Okuldan eve dönüyor olmalı. Bizi görünce yanımıza geliyor. Oturup yardım ediyor bana. Babam mutlu mutlu bizi izliyor. Hadi tamir edin, her şeyi halledin, beklemeyin, der gibi bakıyor. Oysa bilmiyor içimdekileri. Hazır değilim ya da farkında değilim hiçbir şeyin. Hayat denen yolun belli duraklardan salimen geçmeyi gerektirdiğini bilmiyorum!
Onarıyoruz zinciri. Kalkıp gitmeye yelteniyor, ama kal dememi istediği belli. Babam gizli gizli bizi izliyor. Keşke bakmasa, keşke utandırmasa beni, keşke toy olmasam böyle. Uzaklaşmak, kaçıp gitmek istiyorum.
Huysuzlanan atların beni beklediğini fark ediyorum o sırada. Gözyaşı gibi ansızın akıp gidiyor zaman.
Hemşirenin yüksek sesle ve muhtemelen ikinci defa adımı okumasıyla hastane koridorunda buluyorum kendimi.
edebiyathaber.net (20 Nisan 2024)