Öykü: Takım elbise | Berke Atabey

Ekim 1, 2024

Öykü: Takım elbise | Berke Atabey

Yemek yenmiş, mutfak toplanmış. Zümre toplantısı olduğu için beşte değil, yedide çıktı. İki belediye otobüsü ve tırmandığı yokuştan sonra eve varması sekiz oldu. Acıkmıştı. Ocakta tencere de yok. Dolabı karıştırırken annesi gelip “Fasulye babana kadardı oğlum. Bugün pazara gittim de, yemek pişiremedim. Elimde pazar arabası, önce yokuş, sonra merdivenler öldürdü vallahi beni. İstersen yumurta kırıver.” deyip gitti. Kapaklı sahanda annesinin ertesi gün çorba yaparım diye dolaba kaldırdığı pirinç pilavı var neyse ki. Isıtmaya gerek yok. Yoğurt katıp hızla yedi.

Uzakta olmasa da gelin giden kardeşi on beş günde bir geldiğinde evde dolmalar, börekler pişer. Annesi, bir kızının bir damadının tabağını gözler. Tabaktakiler yarılandı mı takviye eder. Damat eli boş gelmez, ya baklava ya pasta alır. Ertesi gün kalanlar sofraya geldiğinde babası ağzını şapırdatarak paketin tutarını söyler, “Yine gitmiş en iyi yerden almış. Damat iyi iyi…” diyerek bıyıklarına bulaşan şerbeti ya da kremayı temizler. Adem eli kolu dolu gelmez. İlk maaşıyla bir kilo tulumba tatlısı aldı. İkinci gün takır tukur olan tulumbalar çöpe atıldı. Bıyığına şerbet bulaşmayınca babası ertesi gün gülümsemesini muhafaza edemedi. Geçen hafta bisküvili pasta istedi canı. Annesi yapmak için hafta sonu amcalarının gelmesini bekledi. Pasta ona mı amcalarına mı yapıldı hâlâ emin değil, olsun, yine de afiyetle yedi.

Soğumuş pilav bitince sahanı bulaşık makinesine, yoğurdu buzdolabına kaldırdı. Gün boyu takım elbiseye esir olmuş bedeni ferahlamalı artık. Mutfaktan çıkıp banyonun yolunu tuttu. Şofbeni açtı. Su geç ısınır. Babası hiç sektirmedi, her akşamki gibi seslendi. “Suya yine zam gelmiş.” Bütün zam haberlerini bilir. Kimin oğlu büyük adam olmuş, babasına ne almış ezbere sayar. Herhâlde babaların abonesi oldukları bir oğul gazetesi var, hayırlı oğulların haberleri o gazeteye düşüyor. Başarıları? Bulamadı. Sünneti? O annesinin, babasının başarısı. Mezuniyeti? Mezun olunabilecek daha iyi bölümler vardı, zaten babası mezuniyetine bile gelmedi. “O bölümü okuyacaksın da ne olacak,” diye başının etini az yemedi. Gazeteye düşecek haber değildi demek.

Nişanı? Aysel yüzüğü geçen hafta attı. Adem’in hayatını bilemez oğul gazetesi okuyucuları. Takım elbisenin her gün, derisinin bir katmanını kendine katıp geride ertesi gün soyulacak kanlı bir tabaka bıraktığını kimse bilmez. Müdürün aşağılamasının, velinin fırçasının, esnafın alayının bıraktığı lekeleri ondan başka kimse görmez.

Alelacele yıkandıktan sonra görünmez olmaya çabalayarak odasına geçti. Kucağındaki takım elbiseyi kapının arkasına astı. Çocukluğundan kalma fareli abajurun kör edici beyaz ışığı, takımın üzerine vurdu. İhtiyaçlar piramidinin en alt basamağı. Çocuk odasına büyük geliyor; kolları, bacakları pencerelerden taşıyor. Kıpırdayacak yeri yok. Ağırlığı anne babasının üzerinde.

Zaman yükü ağırlaştırıyor. İnsan eti ağır. Ama en çok kendine ağır. Uzun sürmüş bir misafirlik onunkisi. Gitmesi için gözünün içine bakıyorlar. Altı başka üstü başka pijamasını giydi. Salona uğradı. Ortalıkta görünmeyince babası “Tavır mı yapıyor bu?” diye sinirlenmesin. Mayınların nerede olduğunu biliyor. Babası, salona girdiğinin üçüncü dakikasında zam haberlerinden, onuncu dakikasında amcasının geçen hafta sonu geldiğinde tekrar açtığı otopark işinden bahsetmeye başladı. “Ne zaman aklın başına gelecek? Ne uzayıp, ne kısalıyorsun burada. Amcanın güvenilir adama ihtiyacı var. Milyonluk arabalar geliyor oraya. Kime bırakacak otoparkı?”

“Baba bütün gün araba başında mı duracağım? Mesleğim var benim, öğretmenim ben.” “Öğretmenmiş! Gitmediğin dershane, para vermediğin kurs kalmadı. Atanamayıp, kös kös oturdun evde. En son yalvar yakar bu özel okulu bulduk. Haberin var mı senin o okulun güvenliği senden çok para kazanıyor. Öğretmenmiş!”

Güvenlik de çıkmış gazeteye. Tartışmak gereksiz. Ne dese ikna edemez. Susmasını beklemek en iyisi. Hep kocasının tarafını seçen annesi gibi susmalı. Duymadan. Koşullar ne olursa olsun, parklarda geçen iki seneden sonra çocuklarla vakit geçirebildiği için mutlu. Üniversite kitaplarının bir kısmını satarak yaşadı. En çok da onlardan ayrılmak dokundu. Allahtan babası raftaki eksilmeyi fark etmiyor. Çocukluğundan beri elinden düşmeyen kitaplara hep kızar, ama şimdi eksilmelerini umursamasa da parasızlıktan satıldı diye söylenir. Annesi gördüyse de ses etmedi. Ağız tadları bozulmasın diye hep öyle yapar. Nasıl olduysa dayısının onuncu yaş gününde hediye ettiği Denizler Altında Yirmi Bin Fersah rafta kalmış. İlk kitabı. Düşük gelirli memur evi yaşantısının sadece kitaplarla hareketlendiği ilk yaz. Babası o günlerde pek memnun.“Bırak okusun. Aferin. Sokaklarda top peşinde koşup cam çerçeve indireceğine evde oturuyor. Daha ne istiyorsun?” Okul başlayınca işin rengi değişti. “Dersleri boşlamak yok. O kırıklar ikinci döneme düzelecek.” Okurken saklanmalar, evde göze çarpmamaya çalışmalar o zamanlar başladı. Her teneffüste kitap okuduğunu gören lisedeki edebiyat öğretmeni Sinan Hoca ona kendi kitaplığını açtı da, harçlık dilemek zorunda kalmadan bir sürü kitap okudu. Müdür boş derslerini, hafta sonlarını nöbetlerle, veli aramalarıyla, toplantılarla, sınavlarla doldursa da hasta olunca rapor aldığı günler maaşından düşse de veli, alınan düşük notun hesabını çocuğundan değil, Adem’den sorsa da Sinan Hoca gibi tahtanın başında, öğrencisinin karşısında ya, daha ne ister? Kimse anlamaz. Aysel bile anlamadı. O da öğretme şansı verilmeyen bir öğretmendi oysa.

Dershanede tanıştılar. Sabahattin Ali olmasaydı tanışabilirler miydi, kim bilir… Yağmurlu bir gündü. Kürk Mantolu Madonna’ya öylesine dalmıştı ki Aysel, “En sevdiğim yazardır. Raif Efendi’nin iç dünyası sence de çok etkileyici değil mi?” diye sorunca fark etti onu. Şaşırdı, kitaplarıyla ilgilenilmesine alışık değildi. Karşısında siyah saçları giydiği beyaz boğazlı kazağı lekeleyen, muzip bakışlı albenisiz bir kız… Güzel olmasına güzeldi, ama onu asıl etkileyen dedikleriydi. Sonra takılmaya başladılar. Önceleri sıcak çay, simit, kitap sohbetleri hoşuna gitti Aysel’in. Parasızlık yüzünden şehir parkında buluşmalarından pek rahatsız gibi değildi. Hava sıcakken kafelere sığınmaya ne gerek vardı hem. Yine parkta buluştukları bir gün Aysel, seyyar satıcıdan çekirdekle çay aldı. Çay acı, çekirdek nemliydi. Olsun birlikteydiler ya. Kitaplardan konuşacaklardı uzun uzun. Yanında getirdiği kitabı poşetten çıkardı. Sevdiği yazarın son kitabı.

Kaç aydır para biriktirerek, yetmeyince de annesinin sucuya, market çırağına bahşiş olarak portmantodaki kesme cam şekerliğe bıraktığı bozuk paraları da ekleyip aldığı romanı. Çırağı bahşişsiz yollamak neyse de, sırtında damacanayla üç kat merdiven çıkaran koca adam teslimattan sonra yüzüne baktıkça kıpkırmızı kesiliyordu. O dönem çayları da çoğunlukla Aysel ödüyordu. Ayrı gayrıları mı vardı? O da okurdu hem. Aysel, kitabı görünce alev fışkırtan bir ejderhaya dönüştü. Bu umursamazlığı canına yetmişmiş. O ne biçim adammış. Bütün kış bank tepesinde sistit olmuş. Bir tavuk döner bile geçmemiş boğazından. Tavuk döner sevse bari. O günden sonra Aysel’in alevi ortalığa pek yayılmadı ama boğazındaki alevden birikinti zaman zaman görünür oldu. Hayalleri okuyamayan bir barkod sisteminde kasiyer olarak çalışmaya başlayınca suskunlaştı. Yorgunluktan belki. Altıncı ayında terfi aldı, mağaza müdürü oldu. Nişan kesildi. Hayallerini unutmak zorunda kalan birine başkasının hayalperestliği ne kadar batabilirse, onunki de o kadar battı Aysel’e. Geçen hafta otopark işini bir kez daha reddedince Aysel nişanı attı.

Babasının söylenmesi sürerken ve Adem o ayın gelir gider hesaplarını henüz yarılamışken kapı çaldı. Kapıcı aidatı istiyor. Doğal gaz henüz şehrin sadece zengin mahallelerine ulaştırılabildiğinden burada kömür kokusu ve kapıcılar barınabiliyor. Kokuyu geçen sene ziyaretine gelen üniversite arkadaşları söyleyene kadar fark etmiyordu. Fark ettikten sonra kışları o koku da sinmeye başladı takım elbisesine. Öğrencileri kömür kokmuyor. Onlar doğal gazlı mahallelerin çocuğu. Babası içeriden “Veriver!” diye seslendi. Vermeli ama nasıl, cebindeki parayla ayın yirmisine kadar idare edebilir ancak. Kaşlarını çattı, cüzdanından isteksizce çıkartıp parayı kapıcıya bir makbuz karşılığında veriverdi. Kafasındaki hesaplar yine tutmadı.

Odasına geçti. Telefonunu açıp sevdiği tarzda bir müzik buldu. Babası “Kıs şunu. Televizyonu duyamıyorum.” der şimdi. En iyisi kulaklığını takıp dinlemek. Müziğe başıyla eşlik ederken deneme sınavı için soru hazırladı. Aysel’e yazdı. Cevap gelmedi. Yorulunca masadan kalktı, sakız çıkartmalarının yapıştırıldığı yatağına geçti. Aysel’le çekilen fotoğraflarına baktı. Otoparkın maaşı okuldan aldığının iki katı, yol var, yemek var. Otoparktaki küçücük kulübeye

hapsolmak, Aysel demek, eve sığabilmek demek. Sığmaya gerek yok ya, iki aya kendi evine çıkar. Yaza belki bir nikâh. Gerçi kışı bulur mobilyayı düzmek. Otoparkta takım elbiseye gerek yok. Kapı arkasındaki takım elbiseyle göz göze gelince içi bulandı. Öğürtüsünü bastırmak için ışığı kapattı. Uyuyakaldı. Rüyasında takım elbisesi üzerinde parçalanmış, attığı her adımda arabaları ezen bir Hulk’tu.

edebiyathaber.net (1 Ekim 2024)

“Öykü: Takım elbise | Berke Atabey” üzerine bir yorum

Yorum yapın