O ne fırtınaydı öyle, rüzgarın iki gündür deli deli estiği kadar vardı. Gök kömür karasına büründü. Yağmur, kasabanın üzerine olanca görkemiyle, şimşeklerle bıraktı kendini. Yer gök birbirine girdi. Rüzgar, topraktan topladığı dalları, kuru yaprakları, gazete kağıtlarını, kıyıya köşeye atılmış pet şişeleri, iplere asılmış çarşafları aldı götürdü. Sel, sokağa gelişigüzel bırakılmış bisikletleri, belediyenin çöp kutularını, kahvecinin tahta sandalyesini önüne kattı sürükledi. Her şey elbirliğiyle, Hasan Usta’nın kaç gündür azimle, şüpheyle, kaygıyla, dalgınlıkla ördüğü duvarını yıktı.
Hikmet Bey’in kasketinde biriken sular omuzlarına damladı. Uzun boylu, eli ayağı kocaman bir adamdı, kapıyı çalmak için elini kaldırdı, eli havada kaldı. Nasıl söyleyeceğini düşündü. Karar verince, tokmağı eline aldı. Hasan haber bekliyordu, hemen kapıya koştu. Kapı açılınca Hikmet Bey uzatmadan lafa girdi.
– Senin keçiyi bulmuşlar.
Kelimeler sanki boğazına takılmıştı, devamını yerinden söküp çıkaramadı.
– Nerede bulmuşlar, hani nerede şimdi? diye sordu Hasan.
– Mezarlıkta.
Olan biteni ona anlatacak kişi niye benim diye düşündü Hikmet.
– Getirmediniz mi?
Nihayet bitti bu iş. Artık evime dönebilirim dedi Hikmet içinden.
– Duvarın altında kalmış.
Haberi alır almaz mezarlığa koştu Hasan. Siyah bir bulut nereye gitse onu takip ediyor, büyük su yığınları halinde üstüne dökülüyordu. Mezarlığa vardığında taşların arasından görünen kara keçinin tüylü, küçük, hareketsiz gövdesi göğsünü yaktı. İlk kez bir hafta önce gördüğü, kime ait olduğunu bile bilmediği keçiye bu kadar bağlanması Hasan için gerçekten tuhaftı.
Keçisini mezarlıktan alıp eve getirdiğinden bu yana, tam bir saattir susuyor, ne yapacağını düşünüyordu. Karısının sessizliği ile kendi sessizliği arasında sıkı bir bağ var. On beş yıllık evlilik, ya da gerginlik sonunda konuşmadan anlaşmayı öğrendiler, bağırmadan da kavga edebiliyorlar. Herkesin evliliğinin böyle olması umurunda bile değil. Bir mucize, bir istisna istiyor. Karısı ile arasındaki görünmez duvarı yıkmak.
Evin içinde yürümeye başladığında parke gıcırdadı. Yağmurdan ıslanan gömleğini değiştirirken dolap kapaklarını sertçe iterek kapattı. Tak. Koridordan mutfağa doğru baktı. Kapalı kapıları çalmak gibi bir adeti var. Kendi mutfak kapısını tıklatarak içeri girdi. Ne çekingen, ezik bir adam oldun böyle. Kahvaltı sofrasına oturup çay bardağına attığı şekeri karıştırdı. Şıkır, şıkır, şıkır…Filiz bunların hiçbirini duymadı. Başını çevirince bir anda Hasan’ı masada oturuyorken görmek, sinirlerini bozmuştu.
– Niye benim bardağımı kullanıyorsun, yeni bardak alsana.
– Sana da günaydın!
Filiz, Hasan’ın günaydın diyen sesini de duymamıştı. Duyduğu tek ses, duvar saatinden gelen tik tak, tik tak. Sırtını dönüp, bulaşık yıkamaya devam etti.
Hasan, kırkını çoktan devirdi. Ufak, tefek, çelimsiz bir adam. Ömrünün yarısından fazlası, gündelik işlerde, sokaklarda, inşaat alanlarında geçti. Duvar ustasıydı, en sağlam duvarları örmeyle nam saldı. Hasan Usta’nın ördüğü duvar, en şiddetli depreme bile dayanır, kendi karakteri kadar sağlamdır. Açken uyumayı, beklenmeyen ölümlerin sarsıcılığını, sevdiklerinin çektiği umarsız hastalıkların çaresizliğini biliyor. Acı ile başa çıkmanın yolunu buldu uzun yıllar önce, dünya ile arasına bir kayıtsızlık duvarı ördü. Duvarın bu yanına bir tek babası kadar sevdiği patronu Hikmet Bey’i aldı. Hikmet Bey olmasa, düzenli geliri, başını sokacak evi, sofraya koyacak ekmeği de olmazdı. Annesinin ölümünden sonra Hikmet Bey, sorgusuz sualsiz evini açtı ona. Liseyi bitirince de iş verdi. Bu kadarı Hasan için yeterliydi ama Hikmet Bey evlenirken de Hasan’a babalık etmiş, düğününü yapıp, duvar saati hediye etmişti. Hasan en son kime böyle güvenmişti. İnşa ettiği korunaklı dünyada içini kemiren şüphe ile nasıl başa çıkılacağını bilmiyordu. Sinsice yerleşen rutubetin dışardan bakıldığında sapasağlam duran duvarı yavaş yavaş çürütmesi gibi, karısına duyduğu şüphe de Hasan’ı içten içe parçalıyordu.
Henüz ortalıkta fırtına yokken, geçen hafta bir öğle vaktinde, mezarlık duvarını örme işine mola verdiğinde, yemekten sonra koca çınarın gölgesinde, Hasan sırtını ağaca rahatlıkla yaslayıp tatlı tatlı uyuyordu. Sürüsünü kaybeden keçinin çığlığa benzer sesi ile sıçrayarak uyandı. Keçi antik çağlardan fırlamış gibiydi.
Uykusundan uyandırılmanın öfkesiyle, eline geçen ilk taşı fırlattı.
– Az ötede melesene. Sanki başka yer yok, burnumun dibine kadar girmişsin.
Keçi birkaç adım öteye gitti ama sesini yükselterek inlemeye devam etti. Hasan sinirle ayağa kalktı. Yaklaşıp sert bir tekme savurdu.
Keçi bu kez can acısıyla bağırdı. Hasan pişmanlıkla yaklaşacak oldu. Af dilemek için dokunmak istedi. Keçi geriye doğru ürkek bir adım attı. İkisi göz göze geldiklerinde, duygusal olarak yer değiştirmişlerdi. Hasan’ın canı yandı, keçi pişman oldu. Keçi, herhangi bir keçi değildi artık. Ne yapıp edip onu evine, sürüsünün yanına götürecekti.
Keçinin ağılını ararken, kendini evinin önünde buldu. Mezarlık duvarını örmesi gereken saatlerde evdeydi. Kapının önünde, başka bir erkeğin, Hikmet Bey’in ayakkabılarını gördü, Filiz’in salondan gelen cilveli kahkahasını işitti, içeri giremedi.
Ne yapacağını bilemedi. Sokaklarda kimse yoktu. Bir kendisi, bir keçisi. Yürümek iyiydi, hem düşüncelerini toplamaya da faydası oluyordu. İlk tanıştıklarında böyle gülerdi Filiz. Neşesi, güzelliği, doğallığıyla insana yaşama isteği veren kadınlardandı. Sıcak, aydınlık, umutlu gözlerine bakınca Hasan’ın damarlarında kan daha hızlı akardı. Filiz elini vermekten utandığı için, Hasan, Filiz’in dizini tutardı. Filiz dizinden gıdıklanır, gülerdi eskiden. Düğün günü gittikleri fotoğrafçıda, Filiz’in kabarık tafta gelinliği, allanıp pullanmış dudakları Hasan’ın, bir anda patlayan flaş Filiz’in gözünü almıştı. Fotoğraf yıllar boyunca, evin içinde odadan odaya taşındı. Evliliklerinin onuncu yılında Hasan vara yoğa bağırıp kapıları çarpmaya başladığında, yatak odasından salona. On ikinci yılında Filiz’e kaldırdığı yumruğu duvara vurup girişteki duvarı çatladığındaysa, salondan girişe.
Hasan sokaklarda ne yöne gittiğini bilmeden yürüdü. Nereye gitse kara keçisi onu takip ediyor, yanından hiç ayrılmıyordu. Çay bahçesinin önüne geldiğinde yorgun ve perişandı. Ne olduysa yavaş yavaş olmuştu. Kırık bardaklar, ayrı ayrı yenilen akşam yemekleri, farklı odalarda izlenen televizyon kanalları. Hasan’ın hiç bitmeyen şikayetleri, dolapta meyve çürümüş, tezgahta ekmek kurumuş, ev dağınıkmış, çamaşırlar ne zamandır yıkanmıyormuş. Filiz üşümüş, Hasan fark etmemiş. Bak işte yine nasıl olduğunu anlamadan mezarlığa kadar gelmişti bile. Çalışmak da en az yürümek kadar iyiydi. İlk gözüne çarpan şey, çimento ve taşlar oldu. Geniş bir nefes aldı ve hiç kimseyi görmemiş, duymamışcasına işini yapmaya koyuldu. Hiçbir şey düşünmeden harcı karıştırıp, taşları üst üste koyarmış gibi günleri ard arda yaşadı.
Şimşekler hâlâ birbirini kovalıyordu. Sonuncunun arkasından kısa bir dolu sağanağı başladı. Kaynayan çaydanlığın altını kıstı, bir bardak daha çay aldı. Sigaradan önce ağzına kuru bir dilim ekmek ile birazcık beyaz peynir attı. Dolu birden kesildi. Pencereden dışarıya bakacak oldu, ocağın cama vuran buğusundan başka şey görmeden, hiç kimseyi düşünmeden, sadece sigara içip yağmurun pencereye vuran sesini dinledi. Şıp, şıp, şıp…Güneş bulutların arkasında kalmıştı. Karanlık bir gün olacak dedi kendi kendine. İçi daraldı.
Oysa sabah ne güzel uyanmıştı. Filiz’in uyuduğu yastıkta, o kalktıktan sonra oluşan çukura yüzünü gömmüş, karısının kokusunu içine çekmiş, Filiz’den geriye kalan sıcaklığı kaybetmemek için yorgana biraz daha sarılmış, mutfaktan gelen çatal, bıçak sesleri, fırından tüm eve yayılan taze pişmiş ekmek kokusuyla keyiflenmiş güne umutlu başlamıştı. Karısı bu sabah onun için kahvaltı hazırlıyordu demek. Hasan’ın içinde ‘günaydınım, nar çiçeğim, sevgilim’ çalmaya başladı. Bir an her şeyin düzelebileceğini umdu. Tıpkı bir duvar örer gibi, karısını mutlu edecek küçük şeyleri üst üste koyabilirdi.
Mutfak masasında otururken, Filiz’in kendisini terk etmeye hazırlandığını düşünüyor, son altı aydır niçin sevişmediklerini, hayatında başka biri olup olmadığını açıkça soramıyordu. Bu sessizliği kırmanın, onunla yakınlaşmanın yollarını arıyordu Hasan. Dün gece, uyumadan hemen önce, yatak odasında karısının arkasından dolanıp uzanmış, tam bu sırada yatağın kenarına oturan Filiz de saçlarının bağını çözmüştü. Tel tel olup omuzlarına düşen saçlarından yayılan o koku, burnunda tüttü. Ayağa kalkıp, mutfak tezgahına yaklaşacak, belinden sarılacaktı, belki saçlarının altından ensesini de koklardı. Filiz Hasan’ın kendisine doğru geldiğini anlayınca, ‘’ayağa kalkmışken ışığı da yaksana, ortalık iyice karardı’’ dedi ve kahvaltı etmek için masaya geçti. Hasan lambanın düğmesine basıp, sandalyesine tekrar oturdu. Gittikçe uzaklaştıklarını hissediyor, zar zor yürüyen ilişkilerinde Filiz’i kaybediyordu. Şüphe kalbe küçük bir tohum olarak düştü, son bir haftadır sürüp giden imalı bakış, olmadık saatlerde yapılan kısacık telefon konuşmaları, okunduktan sonra hemen silinen whatsapp mesajları ile serpiliyordu.
Belki de bu evliliğin temelinde bir eksiklik vardı. Bu nedenle ne yaparsa yapsın, ilk sırası düzgün örülmeyen bir duvar, temeli yeterince sağlam kazılmayan bir yapı gibi, evliği de bu şüpheli sarsıntıyla yıkılacaktı.
Bir türlü çocukları olmuyordu. Hasan’a kalsa evdeki bitmek bilmez sessizliğin, ne yaparsa yapsın karısının gülmeyen yüzünün, sofradaki bereketsizliğin, hatta Beşiktaş’ın ligdeki kötü gidişinin nedeni çocuklarının olmayışıydı. Hikmet Bey, iyi adam hoş adamdı, maaşını aksatmazdı da, sigortasını da yatırmazdı. Sigortası olsa doktora gidecekler, belli mi olur belki çocukları bile olacaktı. Bu konuyu konuşmak istediğinde, patronun verdiği cevap hep aynıydı. Şimdi sırası değil, hele şu işi atlatalım, falanca ödemeyi yapalım.
Sigarasını bitirince Hasan’ın gözü girişte asılı duran saate takılmıştı. Tik tak, tik tak… sesin geldiği yöne doğru başını kaldırdı. Gözü duvardaki çatlağı kapatmak için astıkları düğün fotoğrafını aradı. Fotoğrafın yerine Hikmet Bey’in saati asılmıştı. Fotoğrafın niçin yerinde olmadığı, nereye kaldırıldığı kafasını kurcalıyordu. Filiz’e sorabilirdi ama bu soru, sorulması gereken diğer sorulara kapı aralardı. Sorulacak sorular, verilmesi gereken cevaplar aklına hep sonradan gelir yaptığı iç muhasebelerde taşı gediğine koyardı. Saatin tıkırtısı kafasında yankılanıp duruyor, sinirlerini geriyordu. Başka bir şey düşünse hatta biraz hareket etse iyi olacaktı.
Fırtına dinmiş, yağmur devam ediyordu. Keçisini gömmek için bahçeye çukur kazmaya karar verdi. Geçen hafta mezarlıktan eve kadar birlikte geldikleri keçiyle, fırtınalı geceye dek, hiç ayrılmamışlardı. Tuhaf bir hayvandı. Melemesi bazen neşeli çocuk cıvıltılarını andırır, bazen melerken gözleri yaşarır, boğazı düğüm düğüm olurdu. Eve doğru çıkan yokuşu birlikte tırmanırlar Hasan çok sigara içtiği için tıkanınca, keçisi de Hasan’la öksürmeye başlardı. Köpek çetelerinin kavga edip havladıkları gecelerde, keçisini eve almak istese de bu işe Filiz’i bir türlü razı edememişti. Hasan’a göre pekala keçiyi bir çocuk gibi sevebilirlerdi. Kirpiklerinin arasından bakışı, ayağa taşa değdiğinde canının yanışı, sevilmek istediğinde Hasan’a sokuluşu, karnı doyduğunda bahçede sağa sola koşturuşu…Bunları Filiz de görse keçinin eve girmesine elbet razı olurdu.
Hasan bahçe toprağında keçisinin gövdesinin sığacağı kadar bir boşluk açacaktı. İlk kürek darbesiyle nefesi daraldı. Bu sırada Filiz çoktan kararını vermiş, valizini gardırobun üstünden indirmişti. Valizde günlük kılık kıyafetini koyacağı kadar yer vardı. Az yer kaplayacak, birkaç iç çamaşırı, gömlek, pantolon aldı eline. Hasan açtığı çukura keçisinin ince, zayıf, güçsüz bedenini usulca yerleştirdi, canını yakmak istemiyordu sanki. Keçisinin üzerine toprak düştükçe, Hasan kesik kesik nefes alıyordu, biraz daha devam etse boğulacaktı sanki. Filiz kıyafetlerinin üstüne düğünde takılan altınları da koyup valizini kapattı. Girişe geldiğinde son bir kez dönüp baktı. Duvarda duran saati de yanına almaya karar verdi. Hasan mezarını kazıp, üstünü örtünce bir süre keçisinin başından ayrılamadı. O haliyle solmuş hiçbir niteliği olmayan, orada öylesine bekleyen bir adam gibiydi. Ama bu da onu anlatmak için yeterli olmazdı. Taşları parça parça sökülüp ayrılan, yıkılan bir duvar gibiydi.
Eve girdiğinde gözüne çarpan ilk şey, duvarda gittikçe büyüyen çatlak olmuştu. Filiz, giderken yanına aldığı duvar saatinin yerine kısa bir not bırakmıştı. ‘’Biz seninle ikimiz, üzerini örtmeye çalıştığımız bir duvar çatlağı gibiyiz. Ne kadar uzatırsak o kadar o kadar tehlikeliyiz.’’ Notu okuduğundan bu yana, tam bir saattir susuyordu, kalkıp su içecek gücü kendinde bulamadı. Boş ev içini yakıyordu. Tek seferde aldığı nefesi, üç seferde verdi. Sigarasını küllükte ezdi, ezdi, ezdi. Şurada kopsaydı ya kıyamet neyi bekliyordu.