Yürüyen merdivenin tıkır tıkır işleyen döngüsü bir an bile hız kesmek bilmiyordu. Sıkış tıkış, yolcuların neredeyse birbirlerinin üzerine çullandığı daracık merdivenden istasyona doğru inerken, harıl harıl dönen dişlilerin bunca yolcuyu sürdüğü bir anda, artık takati kalmayıp aniden çalışmayı durdurabilme ihtimali gelip geçti aklımdan. Yolcular ufacık robot karıncalar gibi sürat yaparak omzuma vura vura tünelde ilerlemeye başladılar. Hepsi, tepemizdeki levhanın birinde beliren, binecekleri trenin istasyona varmasına beş dakika kaldığı uyarısıyla hızlarını arttırdılar. Birkaçı çevremde sağlı sollu viraj yaparak adımlarımın önüne geçme çabasına girmiş gibi bir endişe hissettim. Ben de adımlarımın arasındaki mesafeyi uzatarak turnikeden ne kadar erken geçersem o kadar iyi olur diye düşündüm.
Metroyu haftanın beş günü mesai bitiminin en kalabalık, en yoğun saatlerinde kullandığımdan turnikelerin önünde istiflenen insan topluluğunun ne derece can sıkıcı olduğunu iyi biliyorum. Bu akşam da durum aynıydı; turnikelerin bazıları “yetersiz bakiye” uyarısıyla yolculara geçiş hakkı vermeyi reddediyordu. Talihsiz yolcular akışın ters istikametinde güç bela ilerleyerek biletmatiklerin yolunu tuttular. İstasyona vardığımda insan teriyle karışmış o boğucu, keskin kötü kokunun ciğerlerime dolmasına çaresizce katlanarak devasa kalabalığı aştım ve her zaman dikildiğim, bir nebze olsun daha sakin olan, en azından insana soluklanma hakkı veren alanda buldum kendimi. İstasyonun son kısımlarıydı burası ve oturacak boş bir yer bulmuştum.
Aslında tüm bunlar bana umarsızca yol alan bir rutinin sıradan ve gündelik anları gibi geliyordu artık. Yeni işime başladığımdan beri, şehrin curcunası en bol, en gürültülü yerlerinden biri en sık vakit geçirdiğim mekanlardan biri haline gelmişti. Metro istasyonları neredeyse tehlikeli, garip bir çekiciliğe bürünmüştü gözümde şimdi. Mekanik sesleri, pis oturma bankları, gözü delen ışıkları ve konuşmayı pek seven geveze yolcuları ile şehrin tüm telaş ve kargaşasının bana göre kusursuz bir yansımasıydı burası. O kargaşanın buraya sürüklediği her türden insan isteksizce, zoraki olarak etkileşime giriyordu. Okuluna yetişmeye çalışan tez canlı öğrenciler, bebek arabalı ev kadınları, fiyakalı giyinmiş beyaz yakalı plaza çalışanları, memurlar, yaşlılar, hastalar, sabıkalılar, suçlular, iyi niyetliler, kötü niyetliler, raporlu akıl hastaları, belki de potansiyel katiller… Tüm bu farklı yüzler eve adımımı atar atmaz hafızamdan buhar olup uçuyordu.
Ama her gün gözüme ilişen, göz göze gelip bakıştığım, bazen gözümü kaçırdığım, asla konuşmadığım, selamlaşmadığım aşina yüzler de yok değildi. Özellikle biri vardı ki, ben ona stalker’ım, sıkı takipçim hatta sapığım diyordum. Kırk yaşlarında ya var ya yok. Saçları hafif grileşmiş. Düzgün ütülenememiş siyah takım elbisesi, siyah kravatı, elinde sıkı sıkıya tuttuğu olmazsa olmazı çantası. Yine de suratındaki o yamuk yumuk sakalı yüzünden bir plaza çalışanı mı yoksa daha alt kademe bir işçi mi olduğunu tam olarak çözememiştim. Aslında öyle bir izlenim vermişti ki bana, hem bu saydıklarımdan biri hem de çöpten bulduğu takım elbiseyi giyen, güvenlik görevlilerini atlatarak kaçak yolculuk yapan bir evsiz bile olabilirdi. Ona asla bakmamaya çalıştığım, gözlerimi büyük bir gayretle kaçırdığım vakitlerde bile bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum. Zaman zaman ufak bir sırıtış atıp hemen yüzünü kaçırıyor, zaman zaman da elindeki çantasından çıkardığı kağıtları kurcalıyor, bir şeyle ilgileniyormuş gibi yapıyordu. Asla yanına gidip derdinin ne olduğunu sormadım. Sormak istemedim. Belki burada benim gibi evine sağ salim ulaşmaya çalışan bir yolcu üzerindeki garip kuruntularımı dışarı saçacaktım. Yarı yarıya gerçekleşme ihtimali olan diğer olasılık ise bir kaçığa bulaşmış olacaktım ki bununla da uğraşma niyetinde değildim. İşin daha kötü tarafı ikimiz de aynı trende yolculuk ediyorduk ama genelde benimkinden farklı bir vagona bindiği için hangi durakta indiği hakkında fikrim yoktu.
Yaklaşan ilk trenden bir sonrakine bineceğim için daha 12 dakikam vardı. İstasyonun sonundaki duvarda asılı balıkgözü metal aynadan adamla aramdaki mesafeyi kestirmeye çalışıyordum. Bu metal yuvarlağın kadrajı tüm istasyonu boydan boya kapsıyordu ve gözünü ondan çekip gerçek manzaraya bakınca bir gerçeklik kırılması yaşatıyordu. Bunun nedeni, muhtemelen bakımı yapılmadığı için bozuk olan ve sürekli yanıp sönen voltajı yüksek lamba da olabilirdi. Işıktan gözümü kaçırıp gizlice elinde çantasıyla -benim aksime- treni ayakta bekleyen sıkı hayranıma baktım. Onun da keyfi bozuk gibiydi, arada oflayıp pufluyordu. Tam kafasını suratıma doğru çevirecek gibi bir pozisyondayken fikir değiştirdi. Ben de kafamı hemen önüme eğip gözetlendiğini düşünmesini istemedim. Onun yaptığı şeyi yapmayacaktım ve istasyonun en tuhaf insanı ödülü bugün de ona gidecekti.
Yanımdaki yolcunun bebeği çığlık atarcasına ağlıyordu ama çok yorgun olduğumdan yerimden kalkmak istemedim. Yolculuk sırasında yaşlılara ve hamilelere yer verilmesi gerektiğini söyleyen anons duyuldu. Bunlar günlük rutinimin sıkıcı sahnelerine eşlik eden vazgeçilmez arka plan seslerindendi. Durağa yaklaşan trenin siren sesi, yine trenin paslı raylara sürtünürken çıkardığı o kulak zarı delen pervasız çınlama, kapıların açılıp kapanma sesi, bir sonraki istasyonun duyurusu… İkinci trenin yaklaşmasına doğru istasyon biraz boşalmıştı. Kalkıp sarı çizginin ardındaki işarette yerimi aldım. Tren haşin gürültüsünü istasyona yaymaya başlarken birden birkaç gün önce televizyonda izlediğim üçüncü sınıf korku filmi aklıma geldi. Filmdeki katil istasyonlarda dolaşıyor, tam tren yaklaştığı vakit gözüne kestirdiği kurbanını raylara itiyor ve ortalıktan kayboluyordu. Çabucak arkamı kontrol ettim ve bir adım geri çekildim. Sonra kendime güldüm. Ardından pek özel hayranım hala beni mi izliyor diye çevreyi kolaçan etmek istedim.
Ama o sırada az ileride bir kargaşa ve itiş kakış yaşanıyordu. Trenin kapıları açıldı ama bir süre kapanmadı. O an beni ne engelledi bilmiyorum ama içeriye girmedim. Bir grup adam yumruklaşıyor, birbirlerine küfürler savuruyordu. Güvenlikler adamları zapt etmeye çalışıyordu. Sonra arkadan biri çıkıp diğerini yere serdi. Yerdekinin kim olduğunu anlamak için adamların bacakları arasındaki kafaya baktım. Biri bıçağını çıkardı ve birkaç yolcu çığlık atmaya başladı. Güvenliklerden biri adamın elindeki bıçağı indirmek amacıyla cobuyla bir hamle yaptı ve adamı yere serdi. Yerde yatanın gizemli takipçim olduğunu anlamam uzun sürmedi. Üzeri yırtık pırtık olmuş, yüzü kanlar içinde doğrulmaya çalışıyordu. Güvenliklerden biri kolundan tutup destek vermek istedi ama adam güvenliğin kolunu itiverdi. O sırada kapıların kapanacağı duyurusu yapıldı ve içeri geçtim. Trenin kir pas içindeki camının ardından ismi belirsiz tanıdık yabancının istasyondan uzaklaşmasını izledim.
Ertesi gün sıradan yaşamımın aynı rutin sahneleri yinelenmişti. Bu kez sıkıcı rutinin temelini sarsacak bir şey farketmiştim. Artık civarda beni gözetleyen bir yabancı yoktu. Ortalıkta görünmüyordu. Acaba bu akşam daha ilerideki vagonları mı tercih etti diye bakışımı istasyonu baştan başa kolaçan etmeye ayarladım. Ama insan keşmekeşi yüzünden pek bir şey seçemedim. Belki de artık rotasını değiştirmişti. Dün birkaç adam tarafından dağıtılmış suratı yüzünden hastanelik de olmuş olabilirdi. Kim neyi kışkırtmıştı da böyle bir arbede yaşanmıştı? O adamları da beni süzdüğü gibi derinlemesine süzmüştü de bam tellerine mi basmıştı? İçten içe bir rahatlama duygusuyla dolduğumu hissettim. Ensemde sürekli hareketlerimi, burnumu silişimi, telefonumu kurcalayaşımı, çantamdan çıkardığım suyu içişimi, alnımı kaşıyışımı izleyen birinin nefesi olmadığı için özgürleşmiştim bir bakıma. Yarın tekrar burada, her zaman durduğu sabit noktada olur muydu bilemiyordum. Ama o, tanıdık yabancıların gözü önünde küçük düşürülmüştü artık. Bense görkemli kalabalık ve durulmak bilmeyen uğultular sayesinde tekrardan bozguna uğratılmıştım. Kalabalığın içinde yalnız olmanın, tamamen yalnız hissetmenin zevkini yaşıyordum.
edebiyathaber.net (10 Ekim 2024)