İnsan umudunu keser mi? Ben kestim. Öyle çok canım acıdı ki. Acıyan canımla oturup Tanrı’ya mektuplar yazdım. Onun da elleri vardı, biliyordum, ellerimden tutsun istedim. Yazdıklarımı okusun istedim. Beni görsün istedim. Nietzsche gibi içimdeki “Tanrı öldü. Umut en son kötülük” de diyebilirdim. Dostoyevski gibi, Tanrı ne kadar üstüme gelirse gelsin ondan ümidimi kesmedim ben. Kendimden ümidi kestim.
Pandora’nın kutusu açıldığında içindeki hayatın son kötülüğünü görmek istemedim. Yaşamanın sancısını her daim çeken insan, bir şeylere tutunmanın ihtiyacı içindedir. Ben umuda tutunmak çok istedim: inancını içimde her daim taşıyarak. Tutunamadım. İyi düşünmek diye bir eylem yoktu oysa. İyi kötünün yakın akrabasıydı. Epikuros gibi, ‘düş’ün etrafa saçılan kırıklığıyla yaşamanın tesellisi içindeydim.
Acı çekmeyi öğretmemişti Tanrı bana. Ondan kaçamıyor onu çekmeyi de bilmiyordum. Acı çekmek nasıl öğrenilebilir ki? Dediğim gibi, “çok canım acıyordu.” O zaman ne yapmalıydım? Ben de umudumu kesmeye karar verdim. Hiç kan akmasa da acıyordu, işte şuram diyemiyordum. Görülmeyen bir şeyin acısını anlatamamanın ıstırabı içindeydim. Hangi kelimeyle anlatsam sanki beni yorma diyordu. Ben de onların diliyle susuyordum.
Düşüncelerim inatla karanlığın şarkısını mırıldanıyordu. Benden başka duyan da yoktu. Duymak istemiyor değildim ben de, belki orada olacakları görmek istediğimden. O dipte neler vardı? Hangi gerçekliği saklıyordu? Benim aradıklarım da oralarda olabilir miydi? Kendimi arıyordum ben. İnsan kendini bulabilir mi? Kaybettiği yeri biliyor olsa bile? Kendimi arama eylemimi Tanrı’ya mektup yazarak anlatmak istedim. Çünkü en iyi o anlayabilirdi beni. En iyi o teselli edebilirdi. Umudu içimden nasıl söküp aldıysam, yerine en iyisini o koyabilirdi.
Öyle yorgundu ki bedenim. Acının görünmeyen kolları bedenimi sıkıca sarmaya çalışıyordu. Oysa ben kızımın dingin ve huzurlu sesi olmak istiyordum. Olabilir miydim? Böyle bir şey mümkün müydü ki? Kulaklarımda ruhumu parçalara ayıran müzik notaları yankılanıyordu. Her bir nota can alan bir ok gibi saplanıyordu ruhuma.
Freud olsa şimdi düşlerini anlat bana derdi. Düştüğüm düşler ruhumu parçalıyordu. Varoluşumu kavrayamıyordum. Var olmamış gibiydim. Sanki ben, ben değildim. O zaman kimdim? Düşüncelerim uçuruma doğru sürüklüyordu beni. Hatta uçurumun kenarındayım. Aşağısı çok karanlıktı. Oysa ben karanlıktan çok korkardım. Hatta şimdi bile korkuyorum. Bana en güçlü ilacını verebilir misin? Beynimin içine güzel düşler ekebilir misin? Umut dolu, huzurlu düşler… Karanlığa hapsolmuş ruhum bedenimi hasta etmeye çalışıyordu. Karşı koymaya gücüm bile yoktu. Oysa ne kadar güçlü sanırdım. Kendimi kandırmışım hep. Güçlü değilim ben. Güçlerimi sevdiğim insanlarla beraber gömdüm.
O gün hava o kadar sıcaktı ki, uyuyamamıştım. Biraz serinlemek için balkona çıkmıştım. Sanki balkonda hava daha serinmiş gibi. Geceyi aydınlatmak için olmasa da bir sigara yakmıştım. Derinlerden Sezen’in sesi, “Bırak Beni” diyordu, “Sen kendine âşıksın, sen yalancısın. Hatta sevişirken bile yabancısın.” Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafa bakmaya başlamıştım.
Uzun bir zamandır bu mahallede yaşıyordum. Eskiden bu apartmanın yerinde tek katlı bahçeli bir evimiz vardı. Bahçesinde birçok meyve ağacı vardı. Çocukluğum o bahçeli evde geçti. Ağaca tırmanmak, köpeğimle oyunlar oynamak vazgeçilmezlerimdendi. İlk dikenli kirpiyi o bahçemizde görmüştüm ben. Arkadaşlarımla oyunlar oynamayı çok severdik. Annem bahçedeki masaya bir su şişesi ile yağlı ekmekler koyardı. Ne zaman çocukluğuma gitsem o mutlu anılar gelir aklıma. Sonra kentsel dönüşümle evimiz yıkılıp yerine altı katlı bir apartman yapıldı. Bütün çocukluğum enkaz altında kaldı. O bahçeli evde yaşadığım mutluluk asla yanı başımdan bile geçmedi.
Daha önce böyle sesi dışarılara kadar taşan Sezen dinleyen duymamıştım. Galiba geçen gün taşınan evden geliyordu ses. Pencerelerine doğru bakma ihtiyacı hissetmiştim. Pencereyi sonuna kadar açmış, berjer koltukta oturmuş, düşünceli bir adam ilişivermişti gözüme. O da sıcaktan mı bunalmıştı? Yoksa kimsenin onu yeterince göremediğini düşünerek benim gibi görünmek mi istiyordu? Sigaranın birini söndürüp, birini yakıyordu. Onun da canını yakan bir şeyler var gibiydi.
Şarkı bitince başka bir şarkı çalmaya başlamıştı. “Alışmalı kendi yaramızı kendimiz sarmaya. Şimdi artık kelimeler yetersiz, anlamı yok.” Ah o zaman gözlerin geldi aklıma; beni yerle bir eden; seven, sevişen gözlerin. Seni ne çok özlediğim ve sonra beni nasıl aldattığın. Hangisini daha sık hatırlıyordum, bilemiyorum.
Ne olduysa o akşam oldu. Son şarkıdan sonra etrafta bir gürültü koptu. Kızım koşarak bana gelmeye çalışırken, sarsıntı sonucu gözlerimin önünde salondaki kitaplık üstüne düştü. Başından akan kanlar sarı saçını kızıla boyadı. Anne, anne beni kurtar diye bağırmaya başladı. Tam onu kurtarmak için koşuyordum ki yer ayaklarımın altından kayıp gitti. Evimiz yerle bir oldu. Annem ve babam odalarından dahi çıkamadı. Onları görmedim. Altı yaşındaki kızımı o halde görünce bana her şey olsun istedim. Bayılmışım.
Enkaz altında ölmek çok istedim. İnsan ölmek isterse de ölemiyormuş. Beni enkazdan kurtarmaya çalışan, adının Ali olduğunu duyduğum adamın hiçbir dediğini yapmıyor, çıkmamak için direniyordum. Ah sevgili Nietzsche, “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her ‘nasıl’a dayanabilir” mi? Yaşamak için hiçbir sebebim kalmamıştı ki, ‘nasıl’ı yoktu. Enkaz altındaydı. Ali Bey çıkmamak için direndiğimi fark etti sonra. Ne kadar çabalarsa çabalasın sonuçsuz kalıyordu. Bacağımda gerçek dışı bir acı vardı ama içimdeki acı ondan daha çok canımı yakıyordu
Beni üç gün sonra enkaz altından kurtardılar. Sanki yaşamak istiyormuşum gibi. İnsanın ayakta tutacak dalları kırılmışsa yere düşmekten kurtulamaz. Düşmüştüm. Oysa bütün olanlar kötü bir düşten ibaret olsun istemiştim. İstemekle hiçbir şeyi değiştiremiyormuşsun. Bazı şeyleri düşünce gücüyle değiştirebilirsin gibi şeyler söylüyorlar ya hepsi hikâye. Öyle bir şey olsa ben değiştirirdim. Benden daha çok değişmesini isteyen olmamıştır. Bu yazımı okuyan sen eğer düşüncenin gücüne inanıyorsan adresimi yazıyorum buraya: Unutamadım Apt. No:6
Ölmedim ama yaşadığımı da kimse kanıtlayamaz bana.
edebiyathaber.net (26 Mart 2024)