Güneş iyiden iyiye yakmaya başladı. Öğle vakti yürümek akıl karı değil ama yapacak başka bir işim de yok. Toplantısı varmış. Evde kalırsam aklını toplantıya veremezmiş. Mecburen dışarı atıyorum kendimi. Haftada bir iki kez böyle oluyor; bir anda teni bembeyaz kesiliyor, ince vücudunu bir titreme sarıyor, hızlı hızlı nefes alıp aceleyle bir şeyler yapmaya çalışıyor bahçeye açılan verandadaki masanın üstüne koyduğu bilgisayarında. Fareyi telaşlı ve seri bir şekilde hareket ettiriyor, olmadık hatalar yapıyor raporlarını yetiştirmeye çalışırken. Sonra nedense ağzına çok yakıştığını düşündüğüm küfürlerinden birini savurup, sil baştan başlıyor yapmaya ne yapıyorsa. Toplantı vakti yaklaştıkça hareketlerini iyice kontrol edemez oluyor ve çareyi beni evden sepetlemekte buluyor. Eğer toplantı sabah erken saatteyse pek takılmıyorum evden şutlanmama. Hatta zevkli bile diyebilirim. Ağaçların, yolların, toprağın, havanın, her şeyin üstünde akşamdan kalma bir serinlik oluyor. Deniz o serinlikle masmavi parıldıyor, rüzgar o serinlikle yıkıyor insanın yüzünü. Oysa öğleden sonra, sıcak bastırınca, o güneşin altında yürümek dayanılmaz hale geliyor. Yine de zorluyorum kendimi. Yürümezsem sorunlarım, evin içindeki o gerilimle yüklü karşılaşmalarımız, yüzünün başka dilinin başka söylediği tüm o anlar gelip çöreklenecek içime biliyorum.
Yürüyorum. İrili ufaklı zeytin ağaçlarının arasından, büyük taşlarla dolu kuru toprağa basa basa bir yol tutturuyorum. Ola ki uzun, dallları boyumu aşan ağaçlar görürsem onların altından yürüyorum. Bu ağaçların geçen gece gördüğüm, gecenin ıssızlığında, parlak yıldızlarla dolu koyu lacivert göğün altında aldıkları şekilleri ve bu şekillerin içimde oluşturduğu ürküntüyü düşünüyorum. Etrafta hiçbir kıpırtı olmaması o gece hissettiklerime benzer bir şeyler uyandırıyor içimde bir anlığına. Sonra sessizlikten sadece kendimi duyabildiğim için canım sıkılıyor. Onca derdin içindeyken kendi sesim duymak isteyeceğim en son şey. En azından kuşlar olmalıydı etrafta, hani onun “sabahın köründe bu ne yaşama aşkı” diye hor gördüğü, sabahları çocukça bir usanmazlıkla, çıldırmışçasına öten parlak renkli küçük kuşları duymalıydım diye düşünürken, kızıl bir kıvılcıma benzeyen bir tarla sincabının biraz önümden hızla geçip gitmesiyle irkiliyorum. Her şeyi unutuyorum bir an, kuru toprağın üstünde yalım gibi parlayıp sönen sincabın büyüsüyle. Ne o ne kuşlar ne yoluna koyamadığım hayatım… Tek derdim gözümün önünde bu kıvılcım gibi çakıp duran sincabı biraz daha görebilmek oluyor, yakalayabildiğim kadarıyla takip ediyorum hareketlerini, saniyeden kısa bir sürede ötedeki ağaçlardan birinin üstüne zıplayıp kayboluyor gözden. Arkasında ateşe benzer kızıllıkta bir iz bırakıyor sanki. Muhtemelen bugün yaşayacağım en güzel an, önümden ateş gibi geçen bu kızıl sincap olacak.
Yürüdükçe zeytinlikler yerini yaz kokulu, bakanın içini coşturan bahçelere bırakmaya başlıyor. Genişçe bir bahçenin içinde buluyorum kendimi fark etmeden. Hava sıcak olmasına sıcak ama bahçeden gelen kokular tarifi zor bir ferahlık yayıyor. Hani canım bayağı sıkkın olmasa içimi hoş eden tatlı bir esinti duyuyorum diyeceğim. İsmini bilemediğim çiçekler, duvarlara sarılmış gür bitkiler bunca derdimin arasında içine girebileceğimi hiç tahmin etmediğim bir huzur alemine çekiyor beni. Ne ki burada durup bununla kendimi avutamam biliyorum; nasıl olsa vaktim bol, o evde toplantısıyla uğraşırken ayağınınaltında dolaşamam, o halde devam ediyorum. Bahçelerden, ağaçlardan, yazlık evlerden uzaklaşıp, geçenlerde yine onu rahat etsin diye evde bırakmış yürürken keşfettiğim, terk edilmiş köye doğru yürümeyi sürdürüyorum. Dört bir yanda harabe olmuş taş evler. İşte nihayet ruhumun kendini ait hissedebileceği bir yer. Bu köy de benim gibi boş, yalnız ve en kötüsü yeniden dolmayacak. Yalnız dört duvarı kalmış bir yıkıntının içinde teknesini çekmiş bakımını yapıyor adamın biri. Etrafında birkaç miskin köpek, sanki yapacak daha iyi bir şeyleri olmadığından adamın yanında kümelenmişler. Onları geride bırakıp, kıyıdaki büyük taş yapıya giriyorum. Çatısı yok, içi sidik, hayvan dışkısı ve çöp kokuyor. Yerler kırık bira şişeleriyle, bira tenekeleriyle dolu. Kırık dökük taş duvarlarda umutsuz sarhoş aşıkların isyanları, yarım yamalak yazılamalar… Binanın içinden geçip denize açılan arka kapısından çıkıyorum. Şimdi önümde ufak bir sazlık, ördekler, karabataklar ve bolca martı… İçimdeki sıkıntıdan habersiz tünüyorlar sazlığın gölgesinde. Geçen gün de buraya gelmiştim. Uzun süredir aramakta tereddüt ettiğim ev sahibimi arayacak cesareti nasılsa burada bulmuştum. Sırtımı yüksek duvarlarına verip gölgesinde uzanıyorum. Sazlıkların arasından deniz bir görünüyor bir kapanıyor. Denizden yansıyan güçlü ışık her seferinde gözümü alıyor, her seferinde sanki uyandırarak kendimi kapadığım bu korunaklı zamanın ve mekanın dışına itiyor beni. Elimde olmadan yumak olmuş sorunlarımın, yapmam gerekenlerin içinde buluyorum yine kendimi. Son umudum ev sahibinden gelecek o depozitoydu. Ne yaptı ne etti üstüne yattı paranın ahlaksız kadın. Bir de öğretmen olacak. Evden çıkacağımı bir ay önce söylemişim, kontratta iki ay yazıyormuş. Ben nerden bilecektim bir anda her yerin kapanacağını, bir günde işten çıkarılacağımı? İşten çıkınca aceleyle boşalttık evi işte. Biraz anlayış gösterse n’olurdu. Tüm umudum o paradaydı. O para gelse, eve ben de bir kaç parça bir şey alır, o kasada ödeme yaparken yaşadığım küçülmeyi yaşamazdım her seferinde. Sabah onun eline bakmadan erkenden büfeye gider, ekmek, süt, sigara alırdım. İlk geldiğimde bir süre yaptım, ne ki elimde fazla bir şey yoktu, olan da hemen suyunu çekti. Her sabah bu ekmek süt meselesi yüzünden bana gözlerinde bir iğneyle baktığını hissediyorum. “Bir ekmek alacak paran da mı yok” diyor sanki. O gün işi güzel geçtiyse, akşam alışverişlerinde sabahki tavrını telafi etmek ister gibi bir mahcubiyetle ödüyor hesabı biliyorum, ama yine de böyle düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. İşte bu yüzden yürümeyi seviyorum biraz da. Tüm bunları düşünmekten, kendime acımaktan kurtarıyor beni bir süreliğine de olsa. Şimdiki gibi bir yerde otursam ya da geçen oturduğum iskeleden ayaklarımı salıp denizi izlemeye koyulsam hemen aklımdaki tilkiler harekete geçiyor, onun bakışları, imaları, o işini yapmaya çalışırken araya giren, çıplak ayaklarımın taşın üstünde çıkardığı utangaç sesler, evin içindeki eğreti varlığım, hepsi gelip ruhumun üstüne çöküyor. Bir an bile duramam, düşünmemenin tek yolu yürümek. Şu parayı alabilseydim, belki biraz olsun saygı duyardı bana. Şimdi bir bekçi gibi görüyor beni, biliyorum. Ailesi İstanbul’da, onlarla eve tıkılıp kalmak istemiyor. Burada da yalnız kalmayı gözü kesmiyor; bir erkek, üstelik zararsız bir erkek hayatını kolaylaştırabilir diye düşünüyor. Geceleri hırsızdan uğursuzdan korkmadan uyuyabilir, nasıl olsa ben varım, ne yapacaksam. O çalışırken alınmadan gücenmeden yemeğini hazırlarım, yapılacak bir ev işi varsa yaparım. Hem onu ne kadar sevdiğimi bilir, ondan bir şey istemeyeceğimi, isteyemeyeceğimi çok iyi bilir. Kaç yıllık arkadaşız. Bu ıssız kasabada evden çalışma macerasına eşlik edecek benden daha iyi birisini bulamazdı. Ben niye kabul ettim böyle bir şeyi peki? Hayatım bir haftadan kısa bir sürede altüst olmuştu. Burada kaybolabilmek, saklanmak hoşuma gitmişti. Sanki sorumluluklarım, sanki bekleyen ödemelerim, sanki topyekün dünya beni burada bir süreliğine de olsa unutabilir diye düşünmüştüm. Olur ya, belki yıllardır kazanmayı umduğum sevgisini de kazanırdım. Yıllardır arayıp durduğunu söylediği, hayata dair taşıdığı tüm o yersiz endişeleri önemsiz kılacak o kişi olup çıkardım bu yazlık macerasında. Aslında bu depozitoyu geri alacağıma kesin gözüyle bakıyordum. Sözde o para gelecek ve ben tüm bunların gerçekleşmesini bekleyecektim umutla. Oysa şu an eve kahvaltılık dahi alamıyorum.
Bir saati geçmiş evden çıkalı. Şimdiye toplantısı bitmiş, çoktan midesi kazınmaya başlamıştır. Dönerken bir şeyler alayım. Çıkarken, portmantonun üstüne bıraktığı büfe parasını utana sıkıla, ona göstermeden almıştım. Hem kalkıp yürürsem, eve kadar bir şey düşünmem, yalnız tozlu ağaçların arasından geçerken az önce önümde kıvılcım gibi parlayıp sönen o sincaba takılır çocuksu aklım.
edebiyathaber.net (27 Nisan 2024)