Onları saklandıkları inlerde bulduğumuzda… Bulduğumuz yerde birbirlerine sarılıp büzüştüklerinde… Birbirlerine sarılıp kördüğüm olduklarında… Kördüğümü tekme tokat çözdüğümüzde… Çözdüklerimizi yerlerde sürüklediğimizde… Sürüklediklerimizi ayağa kaldırıp bir araya topladığımızda… Bir araya topladıklarımızı sürüp dağdan aşağı indirdiğimizde… Dağdan aşağı indirdiklerimizi tekrar yere yatırdığımızda… Yere yatırdıklarımızın kafalarına silahlarımızı doğrulttuğumuzda… Kıpırdayanları dipçiklerimizle dürttüğümüzde…
Onlara, her birimiz, boyumuz kadar yukarıdan baktığımızda…
***
Çıplak dağdayız. Güneş tam tepemizde. Hava çok sıcak. Kan ter içinde tırmanıyoruz. İnişli yokuşlu küçük tepecikleri arkamızda bırakarak sürekli yükseliyoruz. Yorgunluktan ayaklarımız birbirine dolanıyor. Bu seferki yokuş çok dik. Komutanın umurunda değil. Keçi gibi zıplıyor kayaların üstünde. En önde, “hadi hadi” deyip duruyor.
Onun sırtında yükü yok!
Her deliğe bakıyoruz. Dağın bağrında açılmış her bir yarığa. İçinde saklanabilecekleri irili ufaklı mağaralara, çukurlara…
Tıkanıyorum. Öndekilerin kaldırdığı toz toprak ağzıma burnuma doluyor. İyice geride kalıyorum. Sonunda dayanamıyorum, dizlerimin üstüne çöküveriyorum olduğum yere. Kalbim deli gibi çarpıyor. Bir daha hiç nefes alamayacakmışım gibi panikle soluk alıp veriyorum. Göğsüm hızla kabarıp sönüyor.
Hiçbir şey umurumda değil. İsterse dayağın allahını yiyim. Çabalasam da gidemiyorum zaten.
Neyse ki ekiptekiler fark etmiyor. Herkesin dili çıkmış, kimsenin kimseyi görecek hali yok.
Uzaklaşıyorlar…
Az nefesleniyorum. Sonra, sadece bir his… Kalkıp, olduğum yerde geriye dönüyorum, arkamızda kalan tepeye bakıyorum. Orda, yamaçta bir şey var. Kuş uçuşu elli metre uzaklıkta en fazla. Hareket değil, ses değil, kıpırtı değil. Sadece bir varlık belirtisi. Gözlerimi iyice kısıp, dikkatle tepeyi tarıyorum. Neredeyse tutuşacak havada, belli belirsiz bir titreşim.
***
Güç sadece dikey değil, yatay olarak da mesafeye bağlıydı.
Bir sürünenler vardı. Sonra onların hemen başucunda biz. Sonra bizim biraz ötemizde, bize bağıra çağıra emirler veren, yerde yatanlara ana avrat küfreden komutan. Sonra ona uzaktaki aracında oturup, elindeki telsizle talimatlar yağdıran daha büyük komutan. Sonra görünmeyenler… Sesleri ancak telsiz frekanslarından, telefonlardan işitilebilenler. Sonra hem görünmeyen hem işitilmeyenler… Komutları yazıyla, mesajla, faksla iletilenler…
***
Ürperiyorum.
Bizimkiler arayı iyice açmış olmalılar. Başımı çevirip tırmanış yönüne bakıyorum, kimse görünmüyor. Rampanın bitiminde tekrar inişe geçmiş olmalılar. Alnımdan akan terler gözlerimi yakıyor, görüşümü bulandırıyor. Kulaklarım uğulduyor. Bacaklarımda biraz güç hissetsem, dönüp koşacağım, yetişeceğim takıma. Kıpırdayamıyorum. Mendilimle alnımı, gözlerimi kurulayıp, tekrar dikkat kesiliyorum. Karşı tepedeki düğümü çözüyorum. Bir kadınla iki çocuk. Birbirlerine dolanmış, sanki bir bütün olmuş. O bütün de kayalara, taşlara yapışmış, onlarla kaynaşmış, kaya olmuş, taş olmuş. Sadece gözleri canlı. Elleri, çıplak ayakları bile katılaşmış. Toz toprak renginde saçları, yüzleri, vücutları. Elbiseleri lime lime.
Gözleri üzerimde.
Bu mesafeden göremiyorum gözlerini. Ama biliyorum, gözleri üzerimde.
Üç çift kara, kapkara göz.
Ben yalnızım.
Onlar üç kişi.
Ben yalnızım.
***
Dağdaki çukurlardan toplaya toplaya indirdik aşağıya bunları. 20-30 kişilik bir grup. Çoğu kadın, çocuk… Aralarında birkaç tane de yaşlı adam var.
Onları modernleştirecekmişiz. Onları, insan gibi yaşamaları için toplamışız buraya. Onları dipçiklerimizle dürtmemizin nedeni buymuş! Cahillik, bilgisizlik, yoksulluk onları insanlıktan çıkarmış. Biz… Onlardan, medeni insanlar yapacakmışız. Bu halleriyle, şu çıplak dağdaki taşlardan, kayalardan bir farkları yokmuş. Pislermiş. Leş gibilermiş. Yabanilermiş. Çocuklar nezih ailelerin yanına verilecekmiş. Temizlenecekler, pırıl pırıl olacaklar, eğitileceklermiş. Modern insanlar olarak yetiştirileceklermiş.
Böyle dedi komutan.
Bundan sonra insan olarak yaşayacaklar demek şu ayaklarımızın dibinde yatanlar.
***
Korkuyorum.
Gözlerim karşı yamaçtaki taşların üzerinde, geri geri yürüyorum. Arada tökezliyor, düşecek gibi oluyorum.
Mesafe arttıkça görüntü bulanıklaşıyor.
Ne kadar uzaktan bakarsanız, o kadar kolay oluyor. Şekiller eğilip bükülüyor, formlar bozuluyor, cisimler belirsizleşiyor.
Varlıklar görünmez oluyor..
***
Taş toprak gibi değil, insan gibi demek!
Kafam çatlayacak gibi zonkluyor.
Silahımı yere koyup, başında beklediğim ihtiyar adamla küçük oğlan çocuğunun arasına giriyor, postalımın ucuyla çocuğu iteleyip kendime kadar yer açıyorum. El ele tutuşmuşlar. Sımsıkı. Ellerini zorla ayırıp ikisinin arasına yüzükoyun uzanıyorum. Korkuyla bir an bakıp gözlerini kaçırıyorlar benden.
Başımı az döndürüyorum. Gözümün ucuyla boyu kadar aşağıdan bakıyorum ötede tüfeğiyle dikilene. Elindeki silahı bana doğrultmuş. Gözleri iri iri, ağzı kocaman açılmış. Beni izliyor.
***
Güçlü olduğumuzu belletmek için seviye farkı yaratmalıymışız ötekilerle aramızda. Ve mesafe koymalıymışız aramıza, olabildiğince mesafe.
Böyle demişti komutan.
***
Görüş alanımın dışından, uzaktan bir ses duyuyorum.
Alın şu manyağı oradan, diye bas bas bağırıyor ses.
***
Onlar üç kişiydi.
Ben yalnız.
Gözleri kapkaraydı.
Tüfeğimi üzerlerine doğrulttum.
Mesafe arttıkça korkum artıyordu…
Bundan hiç bahsetmemişti komutan.
edebiyathaber.net (16 Şubat 2021)