İnsanın aklından atamadığı sesler, vazgeçemediği eşyalar vardır. Ne kadar zaman geçerse geçsin zihnin bir köşesinde hayatımıza dahil olduğu o ilk anın ruhunu taşırlar. Kimi zaman modası çoktan geçmiş bir oyuncak, kimi zaman sararmış bir kâğıt, kimi zaman da tıpkı bende olduğu gibi belleğinizden silinmeyen sıradan, mekanik bir telefon sesi; hala davetsiz biçimde çalan her telefon ruhumu o güne götürür. Yaşım küçülür, saçlarım daha bir sararır, epey geç çıkan sakallarım kaybolur, kendimi o ağır, rengârenk çiçek desenli yün yorganın altında bulurum.
Sıvası özensizce çalınmış beyaz badanalı, yüksek eşikli oturma odasının içi kışın tıka basa ağır yün yatak ve yorganla dolu olurdu. Gecenin ayazında bahçeyi kolaçan etmek için tuvalete en son giden babam, kapıyı yarımca açıp odaya parmak uçlarında soğuktan büzülmüş halde geldiğinde makatta serili olan yatağa ulaşmak için döşeklerden arta kalan boşluklara basar, ha gayret lambayı kapatıp annemin yanına sokulurdu. Ablamla benim yatağım ferinin sonunu ancak ulaştırır diye sobanın hemen ucunda kalırdı. Annemin derin iç çekişlere sakladığı duaları ile babamın homurdanması soğuğun varlığını odanın her köşesine daha bir saplar, kafamı yorganın altından çıkarmama izin vermezdi.
O kış da her kış olduğu gibi havalar iyiden iyiye soğuduğunda babam işten çıkartılmıştı. Annemin her yıl aynı vakitlerde kaygıyla beklediği haberi veren Emine Nine, nispeten derli toplu bahçesiyle çaprazımızdaki başka bir ahşap evde otururdu. Çelimsiz gövdesine kıyasla gür bir sesi vardı. Geçen yıl babamın çalıştığı yerde bekçi olarak işe başlayan torunu söylemişti ona da. Oysa içimde tuhaf bir korkuya sebep olan Emine Nine’yi birkaç gündür heyecanla bekliyordum. Topuk kısmı yamalı eski yün çoraplarından eldiven yapacaktı bana. Kar yağdı yağacaktı ona göre, kokusundan belli havanın kızım, diyordu güngörmüş edasıyla anneme. Ellerimi onun kadit ayak bileklerini saran çorapların içinde düşününce biraz tiksinsem de annemin her hafta sonu bahçede kaynattığı çamaşır kazanı içimi rahatlatıyordu.
Yılın ilk karının ince ince sepelediği o gün Emine Nine’nin eli boştu. Verdiği habere annemin ağlanıp sızlanmasına bir türlü anlam veremiyordum. Çıkık çenesini tamamlayan incecik dudakları soğukla birlikte iyice ağzına gömülmüş, annemi dualarla teselli ediyordu. Bana göre babam da tıpkı ablamın yazın tatile girmesi gibi bir döneme giriyordu. Bunda üzülecek ne vardı, aksine istediği zaman evde olup istediği zaman dışarı çıkabilecekti. Hemen ablamın yanına koştum. O da içeride, makatın karanlık köşesine geçmiş narin bir gizlilikle ağlıyordu. Soru sorar edamla yanına yaklaştığımda usulca beni yanına çekti ve sarıldı. Neden ağlıyorsun abla, annem de ağlıyor diye sorduğumda, zihnimdeki çelişkileri bitiren cevabı vermişti. Evin babası sürekli çalışmak zorundaydı, cebinde sürekli parası olmalıydı. Oysa babam yılın bazı dönemlerinde işten çıkartıldığı için çalışamıyordu. Babam muvakkat yani mevsimlik işçiydi.
Kendimi bildim bileli yaşadığı hayatı kabullenemeyen, kibirli ve isyankâr kimliğini her ne pahasına olursa olsun taşımaktan bıkmayan babam söz konusu olduğunda, işsiz kalmak bir kat daha zorlaşıyordu. Bir başkasından iş istemek, horlanmak, sabahın köründe kalkıp görece kendisine uygun olmayan işlerde çalışmak onun için tam anlamıyla imkânsızdı. Böyleyken ev, babam öğleden sonra olup da evden çıkana kadar gerginliğin yuvası halini bürünür, onun oturduğu yere yaklaşmak bizleri iyiden iyiye karabasanlara sokardı. Annemin tek derdiyse kömürün bitmemesi, ablamla benim yoksul bir hayat yaşamamızdı. Bunun için de babamla sürekli didişir, gece gündüz bıkıp usanmadan konu komşuya dantel yapar, babamın her saniye süregiden sinirli tavırlarını çeker, bir de üstüne bizim gözümüzün önünde ağır tokatlara maruz kalırdı.
Bahçedeki vişne ağacının dallarının karla kaplandığı, pencerelerin ahşabından ince buz sarkıtlarının göründüğü o gün annem yine erkenden kalkmış, ahali uyanmadan ev ısınsın diye nefes nefese sobanın kovasını doldurmuştu. Genç yaşına rağmen nasır tutmuş ellerinin çatlaklarına dolan kömür isi, ayazdan kızarmış dolgun beyaz yüzü ve başındaki iğne oyalı yazmasıyla öylesine tezat oluştururdu ki, bir koşu gidip suya tutmak isterdim onları. Babam kendisinin yapması gereken işi annemin yaptığını görmemek için sırtını odaya yanlı dönerdi. Zaten işine gelmeyen şeyi defterinden silmekte üstüne yoktu. Sobanın ağır demir kapağı zorlukla açıldığında onun çoktan uyanmış olduğunu fakat oda ısınmadan kalkmayı gözünün kesmediğini çok iyi bilirdim. Annemin yazmasının sarkık ucunu dişlerinin arasında sıkarak kaldırdığı kömür kovası, nefti gıcırtısıyla yerine oturduğunda, babamın işten çıkmadan önce bağlattığı, kuşkusuz odanın en modern nesnesi olan telefon çaldı. O zamanlar kulaklarımızın alışık olmadığı bu sesi her duyduğumda içimde hem bastırılmış bir gurur hem de bir korku hissederdim. Bizim de telefonumuz vardı; ahizesini elime almak sanki olanca teknolojiye sahipmişim hissini veriyor, mahallenin bütün çocuklarına bu sesi duyurmak için can atıyordum. Hem artık babaannemlere bir haber vermem gerektiğinde koşar adım caddeyi aşmam da gerekmiyordu. Ama durumun öyle olmadığını, ulaklığın benim hayatımda kolay kolay eskimiş bir anıya dönüşemeyeceğini ilk fatura geldiğinde evde kopan bağırtıdan anlamıştım.
Telefon, babamın ürkek bir heyecanla bezeli bakışları içinde çalmayı sürdürüyordu. O an sanki herkes, sabahın kör vaktinde delişmen bir edayla kıpırdanan o şeyin dile gelmesini istiyordu. Neden sonra dirseklerimin üstünde dikelip merakla babama yönelmemle birlikte annem babama telefona bakmasını söyledi. Babam evde olduğunda annemin telefona cevap vermesi mümkün değildi. İçliğinin içine verdiği yün atleti düzelterek yekinen babam duvarda asılı olan aynalı telefonluğun karşısına geçti. Nedense açmadan evvel eli tam ahizenin üstünde, son bir kez çalmasını beklerdi. Ahizeyi incitmekten korkarcasına sabahın verdiği çatallı sesiyle “alo” dedi.
– Nasıl, kim?
– …….
-Emin, Emin ben. Sen kimi aradın?
– …….
-Orhan? Ememin oğlu?
– …….
– Ooo Orhan gardaş nasılsın? Tanıyamadım yav kusura bakma. Nasılsın?
– …….
– Ben de iyiyim çok şükür. Emem nasıl? Annem dediydi, hastalanmış heralde?
– …….
– Maşallah maşallah. Osmanlı kadınıdır emem, bir şey olmaz ona. Ortalıkta var hem gardaş, aha bizim çocuklar, hanım hepsi hasta yattı geçen hafta.
– …….
– He gardaş, çıkardılar yine işten bizi. Zor valla muvakkat çalışmak. Kış geldi mi dışardasın.
– …….
– Nasıl gardaş, anlamadım? Sesin kesiliyor.
– …….
– He gardaş he duydum, bizim işten öyle kadroya geçen çok oldu. Adamını bulan geçiyor, doğrudur.
– …….
– He dinliyom dinliyom!
– …….
– Olur mu ki Orhan gardaş? Sen okumuş adamsın. Ankara’dan ayarlayacan hemi? Valla nasıl etsek ki…
– …….
– Şimdi hiç elimde de yok. Çok para. Sağdan soldan sorsak toplayabilir miyim ki…
– …….
– Tamam gardaş. Olacaksa böyle oluyor bu işler.
– …….
– Valla çok sağ ol gardaş, nasıl makbule geçecek inşallah olursa. Kurtulacaz çoluk çocuk muvakkatlıktan.
– …….
– Görüşürüz görüşürüz gardaş.
Son sesle birlikte ahizeyi yine usulca yerine bıraktı babam. Yüzünün sabah mahmurluğu bir anda dağılmış, gözleri büyümüştü. Annem sobayı tutuşturmak için aldığı kibriti telefonun yanına koymuş, merakla babama bakıyordu. Ablam da ben de soğuğu unutup yorganı kenara itmiş, babamın elini ayağına dolaştıran haberi duymayı bekliyorduk.
– Orhandı Orhan, dedi babam. Ememin oğlu. İki bilemedin üç aya kadar seni kadroya geçirtecem abi diyor, Ankara’da bürokratın birine 1000 Mark verince işi hallediyormuş. Bu da okumuş çocuk, ODTÜ mezunu, bakanlıkta çalışıyor. Kadro işini duyunca hemen aklıma sen geldin abi diyor. Ne de olsa hısımız, kan çekiyor. Allah razı olsun.
Bir anda evin içine bayram havası hakim olmuştu. Babam sırayla bizleri öpüyor, beni kucağına alıp anneme hafif el şakaları yapıyordu. Üstündeki şaşkınlığı atan annemse sobayı tutuşturmuş, soba da tıpkı babam gibi var gücüyle odayı ısıtmaya başlamıştı. Hepimiz bahçedeki buz gibi akan çeşmede elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra iyiden iyiye sakinleyip, babamı daha bir dikkatle dinlemeye başladık. Babam kendince bu işlerin raconunu anlatıyor, annemse bir yandan şüpheyle sorular sorup bir yandan da dua ediyordu. Gözüm bir babamda bir annemdeydi.
Etrafımdaki nesneleri silen coşkulu hal babamın annemden para istemesiyle son buldu. Her keyifli hafta sonu gibi o gün de anneannemin köyden gönderdiği küp peyniri ve pazarın özenle seçilmiş en ucuz zeytininin yanına yarım kangal sucuk eklenmeli, umut dolu haber ekmeğin bandırıldığı tava etrafında kutlanmalıydı. Annem nazlanarak sofanın muşambasının altında gizlediği parayı babama uzattı. Babamın elinde katlarından kurtulan para pantolonumun cebine sokuşturulmuştu. Komşu kızına ufaldığı için bana layık görülen uzun pembe gocuğu giyip, bakkala koşmuştum. Yarım kangal sucuk kaşla göz arasında annemin elindeydi artık.
Umudun insanı hayata bağladığı doğrudur, ancak çoğu zaman insanı ağır ağır çürütür de. Yaşamdaki yolundasızlıkları tekrar gün yüzüne çıkarır, onları en ince ayrıntısına kadar büyütür de büyütür bir ışın mikroskobu dürüstlüğüyle. İnsana her şeyin yoluna gireceği hayalini her an her zerresine kadar kurdurur. Bundan böyle belirsiz bir anda sürdürmeyi kabul ettiğin yazgının tüm oluşları zihninde iğne iğne gedikler oluşturur. Bu haliyle gerçekleşmeyen ya da eylemi geç gelen bir umut, umut mudur yoksa iyi yazılmamış bir yazgının kamçılayıcısı mıdır bilinmez.
Tıpkı bunun gibi o telefon haberinden sonra bizim hayatımızda da evvelce sorgulanmayan birçok şey kıyıdan köşeden çıkarılmış, yerlerine nelerin daha çok yakışacağı sorgulanmaya başlanmıştı. O ana kadar aile lügatinde olmayan Orhan, bakanlık, 1000 Mark sözcükleri hayatımızın merkezindeydi bundan böyle. Sanki bunca zamandır alıştığımız her şeyin bir anda değişeceği heyecanı babamın yüzüne yerleşen sevinç çizgileriyle hepimizi istemsizce sarıyordu. Yerinde duramayan babam ilk iş olarak parayı nereden toparlayabileceği tasarını kurmaya başladı. Bizim için imkânın ötesindeki bu miktar çevremiz için de sıradan bir meblağ değildi. Zaten bunca zorluğa rağmen tek bir gün kapımızı çalmayan amcalarımdan yardım beklemek de saflıktı anneme göre. Öyle de oldu. Dedem dahil hiçbiri babamın günlerce dil döküp yakınmalarına aldırış etmemiş, kıyı köşe kaçmışlardı. Bugün olmuş tirendaz kılığından vazgeçmeyen babam pabuçları çamurlu, pantolonunun ütüsü bozulana kadar sokakları arşınlıyor, akşam olunca da hırpani bedenini tamamlayan umarsız bir bakışla eve sokuluyordu.
Birkaç gün sonra annem son çare olarak sülalenin pek sevmediği fakat laf da edemediği halamın kocasını hatırlattı. Adamın ailesi o küçük taşra kentinin ileri gelenlerindendi. Hoş ki herkesin birbirinden haberdar olduğu bu tip kolonilerde saygınlığın en güçlü yolu kuşkusuz paradır. Babam dahil bütün amcalarımdan sayısız defa paragöz olması nedeniyle bin bir küfür duyduğum halamın kocası, onların bir türlü sahip olamadığı yazgının başrol oyuncusuydu. Yeri geldiğinde figüranlık dahi kapamayacakları bir hayat biçimine de yergiler düzmek şaşılası bir durum değildi.
Suskunlukla en iyi nasıl baş edebileceğimi o zamanlar öğrenmiştim. Suskunluk, bulunduğu hacmi doldurduğunda, orasına burasına iliştirdiği kırgın nefes kıpırtılarını kulak kıvrımlarına süzülen bir ok misali sapladığında… dizleri karna çekip oturarak mı, kaykılıp uyluklarını seyrederek mi, makatın bir köşesine kıvrılıp eprik kumaşların desenlerine dalarak mı…Feri sönmeye dönmüş sobanın gayretiyle akşamı etmiş, giderek artan bir tedirginlikle babamı bekliyorduk yine. Sokak lambasının ışığı alacakaranlığı bastırmıştı. Annem eli çenesinde pencereye yaslanmış, tül perdenin ardından sokağı gözlüyordu. Akşam karanlığına karışan arabaların boğuk motor sesleri, alışkı yüklü tekdüze konuşmalar, kuş cıvıltıları, sanki olanca varlık sesleriyle kendilerini yok ediyordu. Pencerenin kızıl gölgesini duvardan duvara akıtıp sonra kaybeden bir araba farı eşliğinde ahşap kapı birkaç defa çalındı. Kapıda sallanan demir tutamağın tarazlı yüzeye temasıyla çıkıveren ritmik ses bütün sessizliği soğurmuştu. Ani bir çeviklikle sese ilk yönelen ablam oldu. Babam eşikten adımını attığında annem dua ederek tülbendini düzeltiyordu. İnsanların ruh hallerini belli eden bazı istemsiz vücut hareketleri vardır, tıpkı babamın sevinçliyken kamburlaşıp gözlerini kısarak bize bakması gibi. Yanaklarımı soğuk elleriyle okşadıktan sonra annemin sormasını beklemeden heyecanla anlatmaya koyuldu, “tamam yav tamam parayı Orhan’a gönderdik. Sağ olsun İlyas lafımı iki etmedi. İnsanın gardaşı varmış bir de. Ne gardaşı, elin adamı kanından daha yakın. Ben bir daha onların yüzüne mi bakarım. Neyse, adresi Orhan’dan istedim, hem de İlyas’ın ordan aradık. Başkası olsa yapmaz valla, şehir dışı telefon, o kadar da konuştuk. İyi para yazmıştır. Ciğerli çocuk İlyas. İnsanın eline kaç kere geçer abi bu fırsat, biz verecez tabii kim verecek, dedi. Adresi alır almaz postaneye gittim parayı gönderdim. İki en geç üç aya kadroya geçersin dedi Orhan en son. Çok şükür.”
Umudun penceresi ansızın kuvvetli bir rüzgârla açılmış, içeri hava girmeye başlamıştı. Öyle ki cebindeki paranın hesabını oldum olası yapamayan babam annemin dantel paralarını har vurup harman savuruyor, bu yetmezmiş gibi bir de sağa sola borç yapıp duruyordu. Bu lafazan tavır sebebiyle etrafımızdaki hemen herkes artık babamın kadroya geçeceğine kesin gözle bakıyor, hatta bazıları kadrolu işe başladığını sanıyordu. İlk ayın sonunda bu durumdan telefon da etkilendi. Sürekli Ankara’yı arayıp moral depolayan babam kimi zaman iki cümleyi aşmayan geçiştirmelerle yetinirken kimi zaman da aradığına ulaşamıyordu. Haliyle şehir dışı aramalar faturanın yüküne yük eklemiş ve faturayı ödemediğimiz için kesilmişti. Bana da rastgele bir numara çevrildiğinde banttan gelen kaydı dinleme zevki kalıyordu.
Bundan böyle Ankara’ya telefonla ulaşamayan babam zaman geçtikçe tedirgin bir kasvete bürünmeye başladı. Paranın gönderildiği tarihten itibaren vaat edilen süre hızla doluyor ancak kadro ile ilgili en ufak bir gelişme olmuyordu. İşten çıkarıldığı dönemlerde işyerinin yakınına dahi adımını atmayan babam bir dedikodu var mı diye günaşırı kontrole gidiyor ancak her şeyin yerli yerinde olduğunu görünce yılgın bir ifadeyle geri dönüyordu. Minnet rica haftada bir dedemlerin telefonundan ulaşmaya çalıştığı Orhan da artık eskisi gibi telefonlara çıkmıyor, karısının olur olmadık bahanelerle evde olmadığını söylemesi babamın gerginliğini hat safhaya çıkarıyordu. Orhan, kuralsız bir beklentideki düşün gerçek hayattaki yansımasıydı. Ona kızamazdım. Benim önümde ablamın anlattığı andan itibaren gözümde yükü daha da artan babam vardı. Bilinmezden gelen bir telefonla göklere çıkıp ardından eskisinden daha sert düşmesi, annemden gizli saklı para istemesi, bizimle tek kelime etmeden sinirini belli etmek için kaşığı dişlerine sürterek yemek yemesi, aldığı derin nefesler onu olması gerektiği yerden indirip beni çocukça bir nefret sarmalına sürüklüyordu.
O zamanlardan zihnime yerleşmiş bir kabul vardır; insan hangi vakit çocukluktan çıkar diye düşündüğümde hep aynı cevabı veririm: Ne zaman hayatın içinden sıkı bir gerçeğin ayırdına varırsa işte o zaman. Çocukluğumdan sıyrılıyor, kimse fark etmeden usul usul büyüyordum. Özellikle anne ve babamı serpilen bilincimin henüz olgunlaşmamış ışığıyla gizli saklı irdeliyordum. Annemle babamın karakterleri farklıydı. Ama bu farklılık aynı evin içinde olduğunda ve beni birinci dereceden etkilediğinde buna doğalmış gibi bakmam olanaksızlaşıyordu. Babamın evde gerilmiş bir yay gibi gezinmesi, erkek işi denilebilecek işleri dahi anneme yüklemesi çileden çıkmama yetiyor, bir köşeye kıvrılıp ona olan öfkemi yeşillendiriyordum. Annemse ailesi için elinden ne geliyorsa yapıyor, gece gündüz demeden dantel örnekleri çıkarıp, şehir dışından hatta yurt dışından bile (Almancılardan) siparişler alıyordu. Tabii sabrının sınırına geldiği vakitlerde de bunları tek tek babamın yüzüne vurmaktan geri kalmıyordu. Anneme karşı olan uçsuz bucaksız sevgim ve bağlılığım da o yıllarda gelişmeye başlamıştı. Bu yorucu olgunlaşma dönemimde annem benim için kollarına sığınılacak bir figürden öte şefkat duyulması gereken bir insandı. Onun ezgin suratını her gördüğümde sımsıkı sarılmamak, bir dediğini iki etmek sorumsuzluğun en büyüğüydü bana göre. Çocukluk böyleydi; her ne kadar yeni yetme bir bilincin tazeliğiyle olayları ve kişileri hızla yorumlasam da sevgi, nefret ve hıncı tek kefeye koymakta direniyordum. Ailemizin tuhaflığından babam sorumluydu. Bakkala gittiğimde ya da parkta oynadığımda gördüğüm aileler benimkine benzemiyordu. Onların rahatlıkları, anne babaların birbirlerine olan yakınlıkları, benden büyük olan çocukların bile etrafa olan tasasız bakışları göğsümde kocaman bir yumrunun büyümesine sebep oluyor, kıskançlık ve hüzünle gözlerim doluyordu.
İnsan, hayat, düşler… düşler hep hayatın önünde gider. Şimdiki zamana, zamanın sıra biçtiği oluşlara aldırmadan insanın zihnine amansız bir hastalık edasıyla yerleşirler. Oysa hayat insanı kurar, bırakır, sonra istediği yerde anahtarı tekrar alır eline bir daha çevirir. Gerçekler bizi kıskıvrak, hiçbir şeye aldırış etmeden, keskin bir umursamazlıkla sarıverir. Düşlerin zihindeki soyut kıpırtılarıyla ifadeye yerleşen sevinç çizgileri babamda da kısa zamanda yoksunlukla dolmuştu. Onu her gözlemlediğimde sanki soluksuz konuşuyor ancak söyledikleri bir nebze olsun duyulmuyordu. O umarsız beklentinin sorumlusu bizlermişiz gibi göğsündeki bulantıyı ezici bakışlarıyla evin bütün zerrelerine salıveriyordu. Soğuk yeniden üşütmeye başlamış, emaye sinideki katıksız kahvaltılar babamın gözünde yine annemin nasipsizliğine bağlanır olmuştu. Sabahları annemin gayretkeş debelenmeleri içinde kömür kovasının sesine uyanıyor, makata boylu boyunca uzanan ezgin beden tedirginliğimi kamçılıyordu. Birkaç ay evvel hayatın silik renklerine can veren telefonun varlığıysa bir hayal kırıklığının simgesiydi artık.
Babamın yine burnundan soluduğu bir hafta sonu sabahıydı. Epey zamandır dedemlerin faturadan dolayı homurdanması sebebiyle onlardan da Ankara’ya telefon edilemiyordu. Her ne kadar işin olmayacağına dair fikir babamın zihnine yerleşse de çok uzaklardan gelen mekanik sesi duyduğunda bir süreliğine de olsa toparlanıyordu. Annemin de diretmesiyle birlikte yürüme erimindeki dedemlere bir kez daha gitmeye karar verdi. O gün ben de ilk kez, ablamla birlikte bundan böyle sığınağım olacak olan, sanki sadece benim ayırdına vardığım şehrin diğer yüzünü, şehir kütüphanesini görecektim. Ablam ödevi için birkaç kitap ödünç alması gerektiğini söyleyince, annem, temizlik yapacağını ve beni de götürmesini salık vermişti. Kütüphane şehrin merkezindeki meydana çok yakındı. Evimizin bulunduğu sokağın bağlandığı caddeyi geçtiğimizde ablam binayı işaret ederek çantasından kitap listesini çıkardı. Alnına dökülen kıvırcık saçlarını hızla düzeltirken, küçük olduğum için kitapların bulunduğu bölüme giremeyeceğimi tembih etti. Buz tutmuş merdivenleri dikkatle adımladıktan sonra giriş kapısının açıldığı küçük alandan içeriye açılan kapının sövesinde beklemeye başladım. Yolda gelirken anlattığı gibi koca binada giren çıkanların adımlarından başka ses yoktu. Zihin bulunduğu yerden görür her nesneyi, baktığı uzamın asıl varlığını kavrayabilmesi için kendini tamamıyla yitirmesi gerekir belki; şehrin merkezindeki yayvan, iki katlı bu eskil bina da yabancı duruşuyla varlığını gösterebiliyordu ancak. Apaçık konuşlanmasına rağmen koruluklar arasındaymışçasına fark edilmeyen kütüphane, etrafındaki yığına, içine zoraki giren çıkanlara bir nebze olsun yaklaşamıyordu. İlgi çekici bir mimarisi ya da derinliği yoktu binanın. Resmi zorunlulukları yansıtan biçare hali üvey bir birlikteliğin en açık göstergesi olmasına rağmen bu tekdüze taşra şehrinde imge dağarcığımı oradan oraya sürüklemeye yetecekti. O an fark ettiğim gibi ardında onca kitap barındıran yağlı boya duvarlara şöyle bir eğilip kulağımı dayadığımda kent içinde bir kentin sakin ama bengi sesini duymuştum burada. İçerisini çok merak ediyordum. Salon kapısının önündeki masada oturan ufak tefek, kederli suratlı kadınla birkaç kez göz göze gelsek de kendimi suçlu gibi hissettiğim için kafamı çevirmeden sadece göz erimindeki yerleri inceliyordum. Şehre değmeyen bu binanın içindeki sayısız kitabın sahibi oydu belli ki, aşırı bir harekette bulunursam ablama istediği kitapları vermeyebilirdi. Varlığımı yetke yüklü bedenden olabildiğince uzak tutmalıydım. Henüz okula başlamamama rağmen ablamın yardımıyla okumayı öğrenmiştim. Bunun için kendimce efsunlu bir mabedi andıran ortama uyum sağlamak adına duvarlardaki yazıları okuyordum. Çeşitli duyurular için kapıya asılan kâğıtları okumaya başladığımda ablam usulca omzuma dokundu. Elinde koyu renk mavi deriyle kaplı birkaç sararmış kitap vardı. Tıpkı geldiğimiz gibi yine hızlı ama özenli adımlarla içe işleyen iğneli kış rüzgârı suratımızda eve doğru yürümeye başlamıştık. Etraftaki yazıları okudukça kendime güvenim artıyordu. Şimdi aklım ablamın elindeki kitaplardaydı. Ama hasarsız bir biçimde iade edilmesi gereken kitapları bana vermeyeceğinden de emindim.
Alacakaranlık sokakları doldurmaya başlamış, buz kaplı kaldırımlar uçuk maviyle boyanmıştı. Benim aklımsa gece hayalimi süsleyecek sayısız kitaptaydı. Tenha, yeni yeni sessizlik çökmüş caddeyi aştığımızda ev görünmüştü. Pencereden çok, küçük birkaç oyuğu andıran boşlukları perdeler örtmüş, annemin henüz ışıkları yakmayacağı o vakitte oda aydınlanmıştı. Ablama koşut adımlarımı hızlandırdığımda amcamın arabasını kapının önünde görüp merakla arabayı ona işaret ettim. Günün bu saatinde amcamın hem de arabayla bize gelmiş olması sıra dışı bir şeylerin olduğunun apaçık göstergesiydi. Bahçe kapısını aralayıp içeri girdiğimizde sundurmanın altındaki ayakkabılar merakımı iyiden iyiye artırmaya yetmişti. Ablamın elini bırakıp hızla önde ben arkada ablam odaya daldık. Bütün amcalarım bizdeydi. Şaşkınlık yüklü suratlar hararetle bir bilinmez hakkında yorumlar yapıyor, bir yandan Orhan için yazıklanıp bir yandan da kendi düşen ağlamaz edalarına sığınıyorlardı. Annem ablamı bir köşeye çekip, olanı biteni anlatıyor ben de sofadaki makatın üstünde kayıtsız, ürküyle çeşnilenmiş sesi dinliyordum.
Babam o gün ikindi vakti dedemlere Orhan’ı aramaya gittiğinde telefona karısı çıkmış, eşinin bugün sabah yurt dışına, Almanya’ya gideceğini söylemişti. Haberi alan babam bir yandan yine herhangi bir gelişme olmadığı için üzülmüş bir yandan da hiçbir ilgisi olmadığı halde Orhan’ın Almanya’ya gidiyor olması adına belirsiz bir umuda sığınmıştı. Öyle ki yurt dışına gidecek olan birisi şehir dışını bile zor hayal eden bizler için manasız da olsa bir güçtü; Almanya’ya giden insan birçok şeyi söz verdiği gibi halledebilirdi de. Beklenmedik bu yolculuğun izana zor sığan sonuçlarını kendince yorumlamaya başlayan dedemle babam telefonun bu kez çalmasıyla sohbeti sonlandırmışlar ve bütün sülaleyi dehşete düşüren haberi almışlardı. Arayan Orhan’ın karısının kardeşiydi. Sabah karısıyla tartışan Orhan küçük bir çanta alıp evden havalimanına gitmek üzere çıkmıştı. Oysa birkaç saat sonra evi arayan polisler kadına eşinin durumuna dair bilgileri geçiştirip hastanede olduğunu bildirmişler ve acilen hastaneye gelmesini söylemişlerdi. Hastanede doktorlar ve polisler eşliğinde haberi alan karısı da şimdi baygın yatıyordu. Ceset, parçalar halinde demiryolunda bulunmuştu.
Sonradan öğrendiğimize göre tıpkı babama kurduğu gibi birçok kişiden çeşitli vaatlerle para alan Orhan, şimdi bile nedenini merak etmediğim yüklü miktardaki borcunu kapatmaya çalışmış, işler yolunda gitmeyince de son çare olarak intihar etmişti.
Babamla amcamlar o gün şaşkınlık ve tedirginlik içinde halalarının oğlunun cenazesi için Ankara’ya gittiler.
Belleğimin her kıvrımına ince ince işlenmiş o anlar şimdiki zamanın ötesine hiç geçemedi. Babaannemin yazıklanmaları içinde Emine Nine’nin o karmaşada elime sokuşturduğu yün çoraptan eldivenleri deniyorum. Başparmağım için bir yuvası var, diğerleri aynı yerde toplanıyor. Anlatılanların içinden sözcükleri seçiyorum; canına kıyanın cenaze namazı kılınmazmış. Yıkanmazmış. Lime lime olmuş beden geliyor aklıma, nasıl yıkanır ki, kanlar içinde, her bir yanda et parçaları. Ablam bir köşede, tedirgin konuşulanları dinliyor. Önünde kütüphaneden aldığımız kitap var. Sonra annemin babaanneme şükürle kurduğu cümle kulaklarımda yankılanıyor: Neyse ki bu sene birkaç ay erken aldılar işe, yoksa 1000 Mark’ı nasıl öderdik anne?
edebiyathaber.net (21 Mayıs 2020)