Sonbahar gelmiş, bahçede olan sarmaşığın yaprakları koyu yeşilden kırmızıya doğru olan serüvenine başlamıştı. Sarmaşığın o kıvrak, her yere girip her daim ileriye gitmeye çalışan dallarını koruma görevini, kırmızının en koyu tonuna ulaşarak görsel bir şölen eşliğinde sonlandırıp döküleceklerdi.
Her gün gittiğim, geniş koyun burnunun arka tarafında kalan, bir tepeliğin üzerinde terk edilmiş gibi bekleyen ve ulaşması engebeli bir yoldan oluşan tek ağacın altına kuruldum. Buraya gelmekte neden ısrar ediyorum, bilmiyorum. Bugün hava sanki yaz kadar sıcak ve bir o kadar nemli. Deniz yeni serilmiş çarşaf kadar sakin ve dünyanın en kaliteli sedef katmanı kadar parlak. Kışın kayaları oymaya gücü yeten bu azgın canavarın bu kadar sakin kaldığı zamanlar acaba hiç canı sıkılıyor mudur?
İki kalabalık aile koya denize gelmişler, çoluk çocuk koştururken kadınlar hasırları sermeye çalışıyor. Sağ tarafımda sıralı villalar var, bir tanesinin balkonunda bir kadın telaşlı bir hâlde kahvaltı hazırlıyor. Aynı tarafta başka yaşlıca bir kadın, iki kolunda dört ayrı poşetle çarşıdan dönüyor yürüyerek. Uzaktan anlaşılıyor ne kadar yorulduğu. Denizin ortasında bir balıkçı takası rölantide ilerliyor. Balıkçı başında hasır fötr şapkasıyla paragat atıyor. Rastgele balıkçı! Hemen ötemde yirmi otuz kadar iri karınca, ölü bir çekirgeyi mükemmel bir ekip çalışmasıyla yuvalarına taşıyorlar. Karıncaların peşinde kabuğu simsiyah, uzunca bacakları olan bir böcek var. Onları takip ediyor. Siyah böcek farkında değil ama biraz gerisinde onu takip eden bir çıyan var. Çıyanı da takip eden başka bir canlı var mı ben göremiyorum. Doğa ana lütufkâr olduğu kadar acımasız. İnisiyatif kullanıp belki birazdan çıkacak olan kargaşayı önleyebilirim ama hiç karışmamak daha iyi.
Çocukluğumun geçtiği bu sahil kasabasına, gençliğimin son yıllarında tekrar döndüm. İlkbahardan beri buradayım. On küsur yıldır adımımı atmamıştım. Okumak bahanesiyle gitmiş, Anadolu’nun bir şehrine yerleşmiş, yarım sene sonra okulu bırakmış, tekrar Batı’ya, bu sefer daha büyük bir şehre gelmiştim. Kendime geçici işler bulmuştum. İyi para kazanmıştım. Kerhaneye gitmiştim. Âşık olmuştum. Bana âşık olmuşlardı. Aldatmıştım. Aldatılmıştım. Alkole alışmıştım. Uyuşturucuya bulaşmıştım. Hırsızlarla ve torbacılarla arkadaşlık etmiştim. Çalıştığım yerlerden para çalmıştım. Nezarete düşmüş, polislerden dayak yemiştim. Sokaklarda kavga edip insanları dövmüştüm. Büyük ayaklanmalara katılmıştım. Kazak bir fahişeye bir aylık maaşımı verdiğim için aç kalmıştım. Zatürre olup üç hafta hastanede yatmıştım. Zaman zaman iyi, zaman zamansa kötü şeyleri tecrübe ettikten sonra bir boka yaramayan hâlimle baba ocağına geri dönmüştüm.
İlk geldiğim zaman her şeyi geride bırakıp ufak tefek işler bulurum, belki garsonluk ederim, belki balık tutar para kazanırım diye düşünmüştüm. Biraz para biriktirdikten sonra kendime bir ev tutar, belki sonra fabrikalarda ya da düzgün bir yerde düzenli bir işe girerim, bu meczup hayatı arkamda bırakırım diye akıl yürüttüm. Öyle olmadı. Üç kez intihar etmeyi denedim, hiçbirini beceremedim korkaklığım yüzünden. Kimseye karışmadan, kimsenin sözlerine aldırış etmeden, burada -bu tek ağacın altında- ölümü beklemeye karar verdim. Sigara hariç bir yükümlülüğüm olmuyordu kimseye. Dünyanın en ağır, en ucuz ve en kalitesiz tütünü bulup sararak onu da çözdüm. Biraz tütün, birkaç kâğıt, bir kalem, bir kalemtıraş ve tek bir ağaç.
Bu düşünceler aklımın bir köşesinde martıları, balıkçıları, denize giren insanları, balkonlarında vakit geçirenleri ve geleni geçeni izleyerek güneşi neredeyse batırmışım. Birazdan kalkıp eve giderim diye düşünürken acı bir fren sesinin ardından bir köpeğin yürek burkan feryadı bütün etrafı sarıp kulaklarımızı bir mermi gibi deldi. Oturduğum yerden ayağa fırladım. Yüksek ihtimalle sarhoş şoförün teki bir sokak köpeğine çarptı. Hiç durup hayvana yardım dahi etmeden öylece yolun kenarında bırakıp son gaz basıp gitti. Baktım kimse oralı dahi değildi. Herhalde öldü hayvancağız diye düşündüm ama içim rahat etmedi. Hızlı hızlı tepeden aşağı inip hayvanın yanına gittim. Kaldırımın kenarında öylece yatıyordu. Koyu kahverengi tüyleri göbeğine doğru açılıp yer yer beyaz olan, irice bir köpekti. İyice yaklaşınca fark ettim, gözleri hâlâ açıktı. Koştum yanına. Kafasının altına elimi soktum narince, hâlâ nefes alıyordu. Bana dikti gözlerini, o an gözlerinden metalik, cıvaya benzer bir sıvı aktı. Baş parmağımla çapaklarına karışan o cıvamsı sıvıyı sildim, yapışkan ve sıcaktı. Derince bir nefes alıp aynı derinlikte ama çok daha yavaş şekilde geri verdi. Bir daha da nefes almadı. Kafası avucumun içinde, öldü. İki dakika boyunca kafası avucumun içinde, var gücümle sıkışan akciğerlerim ve düğümlenen boğazımla nefes almaya çalıştım. Sonunda nefes almayı güçlükle becerebildiğimde elimi kafasının altından çekebildim. Kan içinde kalmıştı elim, hayvanın ağzından geliyordu kan. O an çarpan adamı elime geçirebilsem çıplak ellerimle suratını paramparça edip oracıkta boğarak öldürebilecek kadar öfke vardı içimde.
Köpeği yolun kenarından çekip toprağın üzerine taşıdım. Gidip denizde kana bulanan ellerimi yıkadım. Balkonlarından birkaç kişi beni izliyordu. Kimse tek bir soru bile sormadı. Şaşırdım insanların bu vurdumduymaz tavırlarına. İçim rahat etmedi, gömmem gerekti köpeği. Bana kazma ve kürek lazımdı. Evim yakın değil ama etrafta olan kimseden de bir şey isteyemezdim. İçimde fazla öfke vardı hâlâ, biri ters bir şey söyleyecek olsa bütün hıncımı çıkartabilirdim ondan. Köpeği orada bırakıp eve gidip kazma kürek almaya karar verdim. Yürümeye başladım, tam köşeyi dönecekken biri seslendi.
— N’aparsın be bütün gün tepede o ağacın altında? İzleyip durursun etrafı, şair mi olacaksın yoksa?
Yorgo’ydu. Çocukluk yıllarımdan beri tanırım, dedesinin dedeleri burada yaşayan Rumlarmış. Emekli olduktan sonra tamamen buraya taşınmış, ara ara Yunanistan’a gidip gelen, alkolik bir yaşlı.
— Ne bakarsın bön bön? Gel, bu gece bekarım, hanım memlekete gitti. Uzo ısmarlıyım sana, dedi.
— Kazma, kürek var mı sende Yorgo, diye sordum.
— Ne yaparsın kazma ile küreği bu saatte?
— Sarhoşun teki az ileride sokak köpeğine çarptı, hayvanı gömmem lazım, dedim.
— Alır onu belediye çalışanları, boş ver sen. Gel içelim, dedi.
— Olmaz, dedim. Var mı kazma Yorgo?
Sinirlendiğimi ve üzgün olduğumu anladı sanırım, suratımın kızardığını hissediyordum.
— Kazma yok ama bel var bahçede al onu, yumuşaktır toprak zaten oralarda, kazarsın rahat, dedi. Gel sonra ama bekliyorum.
Aldım beli. 45 dakika sürdü çukur açmam. Etraftan insanların beni izlediğini hissedebiliyordum. Bir tanesi bile bir bardak su getirip verme zahmetinde bulunmadı. Lanet ettim hepsine. Kazarken sinirden ağlamaya başladım. Hıçkırıklarımı tutamayacak hâle gelmiştim. Hâlâ izliyorlardı. Gömdüm hayvanı, güzelce örttüm üzerini toprakla, birkaç taş parçası taşıdım üzerine. Geri gittim Yorgo’nun yanına.
— Gel oğlum, gel, dedi. Yıka güzelce ellerini, bak mangal yaktım. Bugün sabah halden taze lüfer almıştım, vallaha daha canlıydı balık. Onu kızartalım, sen hele yıka ellerini, geç içeride dolapta deniz börülcesi var, onun üzerine biraz ince sarımsak doğrayıver, yarım limon sık, zeytinyağı da var orada dök güzelce getir, meze olsun bize. İstersen salata da yapabilirsin, malzemelerin hepsi var dolapta. Ben de iki duble uzo koyayım bize. Ha dolabın oradayken buzluktan buz veriver bana, soğuk soğuk içelim şunu.
İstediklerini yaptım, sofraya getirdim. Oturdum karşısına, daha yeni atmıştı balıkları ızgaraya, ince bir duman çıkartıyordu balıklar. Ağzımı bıçak açmıyordu benim.
— Üzülme oğlum, dedi. Ölümlü bu dünya, vicdanlı çocukmuşsun, gömdün zavallıyı. Yaptığın iyiliğin karşılığını öder sana dünya merak etme.
— Biliyorum Yorgo, biliyorum, dedim. Bir tek bana uğramıyor ölüm zaten. O kadar çağırmama rağmen etrafımda kol geziyor.
Yaşlı gözleriyle süzdü beni, kafasını çevirip ızgarada pişen balıklara baktı.
— Haydi sağlığımıza, dedi.
Tokuşturduk kadehlerimizi…
edebiyathaber.net (31 Ekim 2021)