Hangi duyguların bana bu kadar acı verdiğini kestiremiyordum. Gümbür gümbür akan kanımla patlamak üzere olan damarlarım gibi önümde kıvrılan şu yollar da aracımı zapt edemiyordu sanki. Oldukça yanlış işler yapıyor olmalıydım. Solladığım her araç, hatta karşı şerittekiler bile, yanımdan kayıp giderken tiz sesli korkunç kornalarıyla içimdeki galeyanı daha da arttırıyordu. Bedenim, iskeletim, kafatasım, kalmayana kadar sürmek, ardımda ufalanarak yere saçılan bir hız huzmesi bırakmak istiyordum.
Harflerin yan yana gelerek oluşturduğu kelimeler, kelimelerle oluşturulan cümleler, nasıl da uzay boşluğunda kaybolup gidiyor. Oysa karşımdasın. İdrak kanallarına almamak için, fütursuzca zımparalayarak bir talaş gibi etrafa saçıyorsun gözlerimin önünde. Çünkü biliyorsun! Biliyorsun ki, anlamak eylem gerektirir. Aman Allah korusun, değişmen gerekir. Samimiyetimin tam ortasından savrulan kelimelerim, anasına kucak açmış bir bebek gibi çabalıyor ulaşmak için. ‘Do’ ile başlıyorum, ‘Si’ ye kadar çıkıyorum. Sakinliğin en derininden cinnetin zirvesine kadar her perdeden, kelimelerin tüm permütasyonlarını deniyorum. Bir elimden sen tut, diğer elimle her şeyi hallederim’ demiştin. İlk kez teslimiyeti tadabilirdim yani. İlk kez bizzat uğraşmadan, abanmadan, ittirmeden, bir kapı aralanmıştı önümde. Açıldıkça yüzüme yansıyan aydınlığı nasıl da genişleyerek sarmıştı boydan boya beni. Şimdiyse karşımda mermerden bir duvar gibi yükseliyorsun. Belki sorun bende, belki ben civan bir yazarın kaleminde, yaşadığını, duyduğunu, anladığını sanan gölgeler arasında bir suretim.
Şu yoldan geçen adama saatin kaç olduğunu sorsam, anlayıp yanıt verir mi?
Araba sarsılarak korkunç sesler eşliğinde yola devam ediyor. Hangi hislerin pençesindeyim? Dimağım kapalı. Hayal kırıklığı, çaresizlik, ümitsizlik gibi kelimeleri, çokbilmiş biri gibi kullandığım zamanları düşünüyorum. Türk Dil Kurumu’nca tanımlanmış halleriyle, ağzımızın kenarından sadece aktığı zamanları. ‘Hayal kırıklığı mı?’diyorum. İçimden harlanmış ateşler yükseliyor. ‘Hayır’ diyor çaresizlik, ‘nefesini bile bana borçlusun’. En son ümitsizlik geliyor. ‘Bensiz ne hayal kırıklığı ne çaresizlik, onlar bile olmaz. Hayat durur’. Bir saatin sarkacı gibi salınıp duruyorum. Kazık kadar evlatlar için bile anaların hala neden bu kadar endişelendiğini anlıyorum. Az önce arkamda bıraktığım hımbıl bir kaplumbağa gibi araba kullanan adama bile kıyamıyorum. ‘Allah korusun’ diyorum, ‘su insanı boğar, ateş ise yakarmış’.
Şiirleri henüz anlayamamış olduğum zamanlardaki kendimi özlüyorum.
‘Bir ilişkinin sorumluluğu yüzde yüz bende olamaz’ demiştim. ‘Yaşanacak tüm mutluluğun tek sorumlusu! Elimden tutup nereye götürürsen geleceğim. Birbirimizle dinebileceğimiz serin bahçeler varken, her bir kazdığın kör kuyuya, senden hevesli atlayacağım, hem de tam ortasına! Yolumuza döşediğin irili ufaklı taşlara senden önce dolanarak tökezleyeceğim. Yüzünü neye dönmeye karar verirsen, sonuçlarının sorumluluğunda seni kıskıvrak bırakacağım. Sana her istediğini vereceğim.
Dişi kuş değil, teldeki kuş olacağım!’
Biz olma yolunda sonuçların tek başına yaşanamayacağını hesap etmeden.
Şimdi; ‘etimden et koparılıyor, sen yokken bunlara dayanamıyorum’ şeklindeki azmettirmenle, gözlerinin önünde merasim başlıyor.
Kutlu çöpe atma şöleni!
‘Göğe Bakmak’ varken, çöpe bakıyoruz şimdi. Tamam, buna da varım! Arabanın bagajına yığılmış ‘biz’i çöp edeceğiz az sonra. Arasından çekip aldığım kitaplarla birlikte, huzur bulduğumuz o sükûnetli tatili atıyorum önce. Okurken, içimizi ürperten ifadeleri birbirimizle paylaştığımız. Anıların lobisinde sessiz sedasız takılan bu anıdan kurtuluyor muyuz, kafamıza daha da mı çakıyoruz belli değil. Azmettirdiği her şeyi hevesle atmaya devam ediyorum. Arabanın bagajında kendi çığlıklarından korkan o eşyalara bakıyorum. İşte orijinal boyutlarında bir Conan kılıcı. Aslına uygun yaptırabilmek için internet üzerinden verdiğim mücadeleleri, yaptığım görüşmelerimi bir bir hatırlıyorum. ‘Ve Kimmeryalı Conan tanrısı Mitra’ya yalvardı, sen düşmanlarımı göster, gerisini ben hallederim’ nidasıyla çıkarıyorum bagajdan. Geriye kalan her şeyi ‘biz’ halledecekken, Conan’ın bütün tanrılarının katıldığı bir törenle, korkusuzca çıktığımız yolun nişanesini, mezarına gömüyorum. Başkalarına ait olmamanın verdiği pişmanlıkla bana bakan eşyalara yöneliyorum tekrar. Sanki en büyük ışıltılarla sunulmamışlar gibi, orada öylece sonlarını bekliyorlar. Hangi duvara asılacaklarını, hangi ellerde hayat bulacaklarını merak etmenin sarhoşluğundan eser yok şimdi. ‘Kar tanelerinin kirpiklerimize yapıştığı bir gündü bak’ diyorum. Parmak uçlarımız buz gibi, kalplerimiz sımsıcak. O büyük ağacı ayağınla sarsarak, tepeden tırnağa beni kar içinde bıraktığın gün. Nasıl da memnun bir yüz ifadesiyle açıp bakmıştın içindekine. Gözlerini bana çevirip öyle mutlu gülümsemiştin ki! Hayat yine fotoğrafımızı çekmiş gibiydi. Sonra karakalem resmini yapmıştım o anın. Konfeti gibi karlar yağdırmıştım resmin üzerine. Sana çok yakışacağından emin olduğum bu kazak üzerinde, nerelere seyahat edeceğimizi konuşmuştuk. Nihai seyahati şu çöp kutusu oluyor şimdi bak. İçim acıyor. Kendi aramızda isimler taktığımız, bir ara iş yerinde müze gibi sergilediğin eşyalar doluyor birbiri ardına çöpe, sarı civcivler, şeytan ve bir sürü şey. Anahtarlıklar, yurt dışından aldığımız parfümler, ayakkabılar, nevresimler, iki uzun çubuğun ucunda Karagözle Hacivat sureti, Spiderman resimli köpük baloncuk oyuncağı, ön ve arka kapağında bizim en güzel anlarımızdan birini nakşettiğim resimlerin bastırıldığı ajanda, bir avukat ordusunca hukuki teamüller çerçevesinde hazırlanmış bankanın kredi sözleşmesine bin bir nükteyle derç ettiğim, her okuduğumuzda gülme krizlerine girdiğimiz sevgililik sözleşmesi, gazete köşelerinde karşılaştıklarımıza tıpa tıp benzeyen ama bize özel kelimelerin yanıt olarak yer aldığı bulmaca, tüketildiği günün izlerini bir ömür boyu taşıyacağım boş tekila şişesi, her biri kendinden heybetli anlamlarını çığlık çığlığa kulaklarımıza haykıran şu eşyalar ebedi istirahatlerine uğurlanıyor.
En son umudumuz gidiyor peşinden…
İçimin en yeşeren filizlerini en kara mezarlara gömüp deli gibi gidiyorum yolda hala. Her sene diyorum tam bu saatlerde bir dakikalık saygı duruşu yapacağım! Tanıdık bildik o nüktelerime bırakmaya çalışıyorum kendimi. Dalga geçmek istiyorum, hafife almak! Ama korkunç homurtularla yol alan arabadan daha fazla hararetim var, söndüremiyorum bir türlü. Küçük insan bedenimin altında zonklayan ‘ben’ tenimi parçalayacak az sonra! Şimdi evimin önündeyim. Kontağı çevirmemle derin bir dinginliğe kavuşan arabamdan iniyorum. Bu ağaçlar, bu evler, bu ayağımın altındaki ot, yaşanan hiçbir şeye tanıklık etmemiş kadar ıssız, kulaklarımı çınlatıyor! Bagajımı açıp son kez göz gezdiriyorum. İşte orada görüyorum onu. Son kullanma tarihi çoktan dolan yangın tüpünün kenarına sıkışmış, bana bakıyor öylece. Yüz kaslarım gevşiyor, tüm mimiklerim kontrolümden çıkıyor. Bu tek bir puzzle parçasını, derin bir kederle elime alıyorum.
Parmaklarım arasında o, oracığa çöküp, nihayet ağlamaya başlıyorum.
Voltran ve Pazar sinemasından hızını alamayan biz çocukların yine aksiyonlu bir şeyler beklerken ‘Evet sayın seyirciler, bu dinleyeceğimiz eser, Almeidos’un 4. sonatının opus 19’u’ anonsunu yapan Hikmet Şimşek’in sesiyle şoka uğradığımız Pazar Konserleri’nin tek kanallı televizyonlarımızda hüküm sürdüğü yıllardı. Ertesi gün okul olur, önlükler ütülenir, evde bir ütü kokusu! Üniversitede okuyan ablalar hafta sonu için gelmişse, o gün onlar yolcu edilir, evde bir gurbet kokusu! Otogarın tam ortasına doğurulmuş gibiydim. Binlerce otobüse el salladım durdum yıllarca. Ruhumun derinlikleri; yerimi işte şimdi buldum huzuruyla, yine terkediliyorum hissi arasında böyle inşa edildi. Pazar günlerinin en hatırımda kalan kısmı, soba kazanından tavana yansıyan kızıl yalazların karanlıkla oynaşması eşliğinde derimi yüzercesine yaptırılan banyolarımdır. Belime kadar uzanan saçlarımın taranmasından aşı olacakmışım gibi korku duyar, çocuk olmanın bizlere verdiği en doğal hakla en çirkef mücadelelerimi verirdim. Sonrasında, bunca beşer arasında payıma ‘baba’ olarak düştüğüne çocukken de şükürler ettiğim o koca adamın elinden tutar, atlattığım badirenin bir ödülü olarak ya dondurma yemeye ya da salep, gazoz içmeye giderdik. Yolda adımlarına yetişemez, tuttuğum elin devamında bir bayrak gibi dalgalanarak adımlarımı ona uydurmaya çalışırdım. Şimdi düşünüyorum da, ne büyük bir mucizeymiş, sabahları sıcak yatağımdan fırladığımda, bu dünyada başıma gelebilecek en büyük felaketin sanki ‘üşümem’ olduğunu düşünür gibi telaşla yorganını aralayarak beni sıcağına alması. O küçük bedenimi arada ufacık bir boşluk bırakmadan onun göğsüne dayayarak kollarının arasına yerleşir, sırtımdan içime yayılan kalp atışlarının ritmiyle tavşanlı ormanlı masallarını dinlerdim. Ne büyük bir mucizeymiş bilememişim! Akşama kadar avazı çıktığı kadar bağırarak hıncahınç oyunlar peşinde leş gibi koşturan ben, bu banyolar sonrası sanki ay ışığından süzülerek bu dünyaya karışmış bir peri kızı gibi giydirilmeme bir türlü alışamazdım. Acayip fırfırlar, tüller, karpuz kollar, yaldızlar, kelebekler içinde sırıtarak aynaya yansıyan suretime dil çıkararak bakardım.
Tıpkı o Pazar günü gibi. O Pazar günü de öyle tüller içinde beyaz bir elbise ve toka darbesiyle cendereye alınmamış, dalga dalga omuzlarımdan akan saçlarımla fotoğraf stüdyosundaki aynaya öyle bakmıştım. Yatağımın altındayken bayram sabahını edemediğim o ışıl ışıl ayakkabılarımla oraya öylece girmiştik. O gün o amca bir sürü fotoğrafımızı çekti. Babama sarılırken, öperken, büyük bir güvenle ona yaslanırken… Bir de yalnız başıma, babama gülümseyerek bakarken. Gözbebeklerimde onun görüntüsünü sonsuza kadar taşıyacağım o fotoğraf.
Onunsa hangi oyunlarına ara vererek, hangi sokaklardan yürüyerek, kimin elini tutarak gittiğini hiç bilmiyorum. Hiç sormak da aklıma gelmedi. Oysa hayatımızdan sonsuza kadar bir görüntü çalan o fotoğraf karelerinden hemen öncesi ve sonrasını hep merak etmişimdir. Sadece göz bebeklerine çok sık baktığımı hatırlıyorum. Bir suret, bir ışık, bir mutluluk yakalamak için. Acaba o gün mü babası onu uyandırmış, yataktan boğuşarak kaldırmıştı? ‘Sadece bir kez babamla böylesine bir yakınlık kurabildim’ diye anlatmıştı o olayı bana. O gün yumurtalı ekmek yapmış mıydı annesi, o en çok sevdiğinden. Ya da kocasının korkusuyla sokakta oynayan oğluna bir zaptiye nazırı gibi her saat başı pencereden kendini hatırlatmış, o da oyuna en daldığı yerden koparak, kendini annesine göstermiş miydi? Bunları nedense hiç konuşmadık, bilmiyorum ama gülümseyerek kadraja bakan o küçük çocukla ilgili bende uyanan en derin his, o minnacık suratına yakışmayan şeyin ne olduğunu tam olarak tanımlayamamamdı. Yokuş aşağı kopmuş giden bir bisikletten fırlamış da fotoğrafın tam ortasına uçmuş gibi haşarı ve ele avuca sığmaz bir oğlan çocuğu yerine, hafifçe yana eğdiği kafası, bir yanağına doğru kastığı ağzı ve fotoğrafta kocaman iki kara delik açmış gibi bakan gözleriyle, yaşıyla tezat bir olgunluk biraz da hüzün algılıyordum. Daha yaşanmamış bir ömrün gerçek gölgeleri arasından, yetişkin olunca görüşürüz der gibi bakıyordu. Belki doğar doğmaz her şeyi biliyoruz da, ispat amaçlı yaşıyoruzdur. İşte tam bunu söylüyordu onun fotoğrafı. Bu yorumu ona yaptığımda kendisi bile anlayamamıştı.
İşte onu o belirsizliklerin içinden, ait olduğu zamandan ve mekândan kocaman bir pençe darbesiyle koparıp tam yanıma, yamacıma almıştım. İçindeki aksi kaybetmemek için gözlerini sonsuza kadar kapatmayan küçük kız çocuğunun yanına, ait olduğu yerin hiçbir izini kaybetmemiş bu çocuğu, teknolojinin biraz da fotoğrafçının marifetiyle alıp tam oraya kondurmuştum. Sonra da, ayaklarımızın bastığı dünyaların sığamadığı bu fotoğraf, bin beş yüz parça bir puzzle dönüşmüştü. Her ikimizde koştuğumuz oynadığımız sokaklardan, uyuduğumuz odalardan, uyandığımız sabahlardan, karın soğuğundan, masalların sıcağından süzülüp, orada birlikte büyümek, girintilerimize ve çıkıntılarımıza uyumlu bir hale gelmek ve birbirimizle hatta tüm evrenle bütünleşmek üzere bir aradaydık. Geleceğimiz, 85 x 60 ölçülerindeki bir fotoğraf çerçevesinin içinde kurduğumuz geçmişimizle şenlenecek, durulacak, serin bir dere gibi akıp gidecekti. Bir puzzledan beklentim işte sadece bu kadardı. Beni tepeden tırnağa saran ümitsizlik, o günlerden kök salmaya başlamış. Bunu da bilememişim!
Parçaları birbirine kavuşturmak için salondaki büyük masanın etrafında dönüp durduk günlerce. Sanki elimizdeki her bir parça, boşlukla tamamlanmış diğer yarılarına ulaşmaya gayret ediyor, telaşlarını bize de geçiriyor, etrafında salınıp duruyorduk. Önce benim sol kaşım kendini göstermeye başladı sonra onun göz kapağı. Ana rahmine düşmüş embriyonun ilk kalp olarak olgunlaşması gibi, önce gözlerimiz belirdi eksik kalan parçaların arasından. Sonra, birlikte uyanacağımız sabahları ekledik, yapacağımız kahvaltıları, çocuk seslerini, izleyeceğimiz filmleri, Teksas ya da Tommiks’ine oynadığımız bilyeleri, evdeki yemek kokusunu, yaşadıklarımızı, yaşamadıklarımızı, düşlediğimiz ne varsa ekleyip durduk. Önce saçımın yarısı kaldı, sonra onun çenesinin altı belirdi, arkadaki fon tamamlandı ve biz…
Çömeldiğim yerden ayağa kalkıyorum, aklımda ‘hangi yaşantımdaki hangi Hanife teselli edecek’ sorusu. Elimde çöpten kendini kurtarabilen işte bu tek parça! Ümidimin hangi köşesine ait olduğunu bilmediğim bu puzzle parçası parmaklarımın uçlarında, hayatımın bir köşesine uydurmaya çalışıyorum. Nereye çevirirsem çevireyim tamamlanmıyor. Çıkacağımız yolculukları arıyor boşlukta, yanından geçtiğimiz koyun keçi sürülerini, şehirleri, çok etkilendiğimiz filmleri, ne yana yürüyeceğimizi tayin edemediğimiz sinema çıkışlarını, çevireceğimiz pedalları, yüzümüzdeki kırışıklıkları, ballı kaymaklı kahvaltıları, sobanın üstünde çıslayan çaydanlığı, ölümüne kavgalarımızı, lezzetine doyamadığımız barışmalarımızı.
Sabote ettiğimiz tüm parçaları arıyorum, bulamıyorum! Ömrümüzde büyük gedikler açmış parçaları…
Hangi Hanife’ye döneceğim şimdi ben? Çok mutlu Hanifeleri düşünüyorum, çok umarsız Hanifeleri düşünüyorum, çok akıllı Hanifeleri düşünüyorum, çözüm bankası Hanifeleri düşünüyorum. Bir tanesi ama bir tanesi beni geri alsın diye yalvarıyorum. Hangi Hanife’nin kapısında yatacağım bilmiyorum. Hangi Hanife’den medet umacağım? Az önce elinde hala işlediği cinayetin kanıyla ayağa kalkan ben, yoksa tüm bu Hanifeleri de öldürdüm mü?
Ben şimdi hangi puzzle’ın hangi boşluğuna tutunacağım?
edebiyathaber.net (14 Şubat 2023)