O yaz afet, kasırga, tabiat olayı gibi görülmedik bir sıcak vardı. Neyse dediler bu da bir şey, sağlıkları sıhhatleri yerindeydi, kötü hastalık geri gelmemiş, Pelin’in pet sonuçları temiz çıkmıştı, buna da şükür.
Kiraladıkları yer nar ağaçları ve begonvillerin arasına saklanmış, kıyıya on beş dakika yürüme mesafesinde küçük bir ahşap evdi. Evin verandasından mavi minareli cüce bir cami görünüyordu. Camiyi görünce eyvah dedi, Müge, beş vakit ezan ile bize uyku yok, Pelin aldığı kemoterapilerden yorgun düştü, sabahları doya doya uyumalı. Akşamları da erken yatmalı, uykusu kesilmemeli. Zihninin içindeki gürültü bitmeden tesisin sahibi arabalarından aldığı bavullarla çıkageldi. Bisikletleri kilitleyecekleri kelepçe ile anahtarını da verip, iyi tatiller deyip gitti. Doğa derin bir uykuya çekilmişcesine kıpırtısızdı. Yol yormuştu, hemen çay demleyip, birer tost yaptılar, yanına da biraz üzüm. Verandaya yerleşip, müzik açtılar, Chopin’in Noktürn’ü iyi gelmişti doğrusu. Havanın yavaş yavaş kararmasıyla bahçedeki bütün bitkiler kokularını salmaya başlamıştı. Akşam olunca zifiri karanlığı seviyordu bu köy. Malum caretta carettalar ile yaşıyorlar onların yavrularını korumak için büyük gayret gösteriyorlardı. Bir süre sonra ikisine de bir ağırlık çöktü.
“Artık uyusak mı Pelin?”
“Olur anne,” dedi hiç itiraz etmeden genç kız.
Mis kokulu beyaz pikeyi üstlerine çektiklerinde usul usul bir ezan duyuldu, müezzinin huzur veren sesi ninniye benziyordu, hemen uykuya daldılar. Sabahleyin iki odalı bu küçük evin verandaya bakan yekpare camından bir süre gökyüzünü seyrettiler, bir de elektrik direğine konup kalkan güvercinleri. Havada tek bir bulut seçilmiyordu. Bütün o hastane koşuşturmaları, kanserin geri geleceği korkusu, doktorlar, konuşmalar, parasızlık hiç yaşanmamıştı. Çok iyi dinlenmişlerdi.
“Ezanı okuyan kimdi merak ettim?”
“Ben de anne. Hiç bu kadar çevreye saygılı birini dinlememiştim.”
“Çevreye saygılı derken?” Genç kadının kaşları havaya kalkmıştı.
“Yani bağırarak değil de usul usul okuyan biri, hem de makam biliyordu.”
Kızının bu tam on ikiden vuran yorumu karşısında bakakalmış ona bir daha hayran olmuştu. Diğer yandan hayatında ilk defa bir müezzinle tanışmak istiyordu çünkü belli ki farklı biriydi.
“Pelincim, çıkmadan bir video daha çekmemiz gerek.”
“Anne ben artık soyunmak istemiyorum.”
“Biliyorum kızım, çok zor ama artık son olacak söz veriyorum.”
“Sevgili takipçilerimiz merhaba. Birazdan denize gideceğiz. Yeni bikini modellerimizi görmek isterseniz buyurun. İbanımıza atılan miktar arttıkça daha yakın plan çekim yapacağız.”
Denize gitmek üzere yola düştüklerinde karşılarına köyün mezarlığı çıktı. Tesisin sahibi, hiç bundan bahsetmemişti. Denizden biraz uzak, bisikletle gidilebilir demişti sadece. Ama ana yola ulaşmak için bir süre mezarlığın duvarını takip etmek gerekiyordu. Eski ile yeninin karıştığı bir alandı burası. Toprak susuzluktan yer yer çatlamış, taşları devrilmiş hatta kaybolmuş bir grup kabir ile taze toprak yığınlarının bir araya geldiği, fazla yatanın ve ağacın olmadığı bir yerdi. Köşede küçük bir çeşme, arkasında cüce cami.
Yıllardır ölüm, kızının ensesine yapışmış, ondan kurtulduklarını öğrendikleri ve bu zaferi kutlamak üzere çıktıkları tatilde denize gitmek için buradan geçmek zorunda kalmak? Sabrım sınanıyor sanırım dedi kendi kendine.
“Anne denize gitmeden, kabristana girebilir miyiz?”
“Neden ki?”
“Merak ettim, kaç yaşında, neden ölmüşler, en çok kadın mı erkek mi var?” Müge içinden bu ne biçim bir meraktır diye geçirdi. Hem nasıl öldüklerini nasıl bileceklerdi ki?
Gayet sakin bir tavırla, “Kıyafetlerimiz uygun değil, akşam yemeğe gitmeden uğrarız, yanımıza eşarp da alırız, olur mu kızım?” dedi. Pelin de peki anlamında başını salladı.
Kızı ile cam göbeği suya koşarken aklında biraz önce çektikleri video vardı. Yaptığından utanç duyuyordu, hele ki körpecik kızının orasını burasını vahşi mahlûkların gözlerinin önüne sermekten nefret ediyordu. Ama akıllı ilaçları devlet ödemiyordu, Pelin’in canı için başka çıkar yolu yoktu. Son video iki yüz elli bin lira hasılat bırakmıştı. Para sıkıntısının omuzlarına yüklediği ağırlığı denize bırakabilirdi. Bir süre yüzüp kendilerini gölgeye attılar, denizin rahatlatıcı etkisiyle, ikisi de şezlonglarında uyuyakalmışlardı, bir süre sonra burası boş mu diyen etkileyici bir sesle irkildiler, diz kapaklarını kapatan şortu, sakalının kesimiyle, mütedeyyin bir profil çiziyordu adam. Yanlarında erkek olmayan bir anne ile kızının yanındaki şezlongu seçmesi garibine gitmişti. Ama artık plajlarda haşemalılarla, popolarının yarısı açık turistler birlikte denize giriyordu. Bunda şaşılacak bir şey olmamalıydı.
“Tabii, tabii buyurun,” dedi Müge. Adam havlusunu itinayla şezlonga serip, bir kitap çıkarıp okumaya başladı. Kitap kapağında, “Yunus Emre’den Şiirler” yazıyordu. Ana kız bir defa daha yüzüp evlerine yollandılar.
Duş almış, giyinmiş, yemek için yola düşmüşlerdi.
“Anne mezarlığa uğrayacaktık.” Neden tutturdu bu kadar diye içinden geçirdiyse de hayır diyemedi. Acaba bütün o iğne izleri, sonu gelmez ağrılarla, hastane koridorlarında bedenini sürüklerken ona eşlik eden ölümün neye benzediğinin yanıtını burada mı arıyordu?
“Peki kızım, gel bakalım.”
Sabine Ayşe Lezius, 1964-2019, yardım sever ve dürüst. Mezar taşının kenarı ay şeklinde oyulmuş, bir tarafına siyah mermer bir kalp asılmış, ayak ucunda ise mermerden güller göze çarpıyordu. Toprağı nemli, ortasındaki çiçekler de canlıydı.
“Çok sevilen biriymiş herhalde anne. Elli beş yaş, daha gençmiş, hastalık belki de kaza sonucu ölmüştür.”
“Evet, kızım. Belki de.” Yavaş yavaş diğer kara çukura yürürlerken, kuru otlar ikisinin de ayaklarına batmıştı.
Ahmet oğlu Veysel Çiçek, 1969-2020, yanında bağlamasıyla siyah beyaz bir fotoğraftan onlara doğru bakan genç adamın mezarının etrafında renkli mumlar vardı. Müzisyendi belli ki.
Ve sonra küçük çocuklar, bebekler, garip bir şekilde sayıları yetişkinlerden çoktu. Mezarlığın bitimine doğru zemini çimen, bakımlı bir bahçe dikkatlerini çekti. Mezarlığın her haliyle yaşamın sonunu anlattığı kuru toprak ve taşlardan rahatsız olan anne-kızı bu ferah alan hızla kendine çekti. Bahçe kapısında aniden durdular, öyle ya burası özel mülktü. Toprağı sulayan adam onları görünce gülümseyerek selamladı.
“Selamün aleyküm hanımlar, buyurun, şöyle buyurun içeriye.”
“Kusura bakmayın, biz buranın güzelliğini görünce bir an kendimizi tutamadık, rahatsız etmek istemezdik.”
“Yok, olur mu! Tanrı misafirisiniz, gelin içeri.” Ürkek güvercin adımlarıyla ilerlediler, dalında çiçek olmayan güller dikkati çekiyordu.
“Biz aslında kabristana gelmiştik, burayı görünce birden çekimine kapıldık.”
“Yakın, akraba ziyareti mi?”
“Yok, yok biz tatilciyiz kızım istedi görmeyi,” diyerek mavi gözlerini kızına çevirdi. Kadının rahatsızlığını anlayan adam hemen konuyu değiştirdi.
“Buyurun oturun, size soğuk bir şeyler ikram edeyim.” Yalnız insanın konuşma isteğiydi bu, her kim olursa olsun konuşmak. Anlatmak. İçinde biriktirdiklerini bir an önce boca etmek.
“Zahmet vermeyelim.”
“Yok zahmet değil,” diyerek koşar adımlarla içeri gitti, elinde üç şişe maden suyu ile döndü.
“Bakın bardağa bile koymadım,” dedi şişeleri uzatırken. Müge, onun plajda yanlarına gelen adam olduğunu anlamıştı ama renk vermedi.
“Çok güzel bir bahçe, siz mi ilgileniyorsunuz?”
“Evet, burası aslında lojman, ben caminin müezziniyim.”
“Ezanları okuyan siz misiniz?” diyerek atıldı Pelin.
“Evet, benim. Bu arada tanışmadık adım Harun.”
“Biz de Müge ile Pelin,” dedi kadın.
“Hiç bu kadar huzurlu ezan duymamıştım, hem de makamlı okuyorsunuz. Müzikle uğraşıyor musunuz?” Annesiyle aynı renk gözlerini adama dikmiş merakla bakıyordu.
“Evet, kendimce bir şeyler çalıyorum, ney üflüyorum,” diye yanıtladı Harun.
“Belli,” dedi Pelin gülümseyerek.
Müge bir anda, çok memnun olduk, Harun Bey, sizi daha fazla meşgul etmeyelim diyerek ayağa kalktı. Pelin’i de kolundan çekiştirerek oradan ayrıldılar. Kızının, babası yaşındaki adamlara yakınlık göstermesine dayanamıyordu. O daha üç yaşındayken hayatımda başka biri var deyip sırra kadem basmıştı hayırsız. Böyle anlarda, Müge ne yapacağını bilemiyor, hemen oradan kaçıyordu. Yine aynı şeyi yapmıştı. Harun arkalarından hayretle bakakaldı.
Gece güzel bir restoran bulmuşlar, üstüne de dondurma yemişlerdi. Çiçek kokularına karışan iyot kokusu ile adeta kendilerinden geçmişlerdi. Yüzmek yormuş bir an önce uyumak istiyorlardı.
“Ooo, günaydın Harun Bey! Denize girdiğinizi düşünmemiştik.” Denize girdiğini elbette biliyorlardı ama düşünce yapısını anlamaya çalışıyorlardı.
“Neden ben insan değil miyim?” diyerek muzipçe gülümsedi. Uzun, kaslı bacakları düzenli spor yaptığını ilan ediyordu.
“Burası harem selamlık bir plaj değil de.”
“Kastettiğiniz yarı çıplak kadınlar ise benim tesettürüm gözlerimde. Yüzyıllarca tanrıların konakladığı bu dünya harikasından faydalanmamak yaratana hakaret olur.” Müge duyduğu cümle karşısında hayrete düşmüş ne diyeceğini bilememişti. Mitoloji falan da mı okuyordu acaba? Pedikürlü ayaklarını sıcak kumlara soktu.
” Tatiliniz ne kadar sürecek?” Bu soru da şimdi nereden çıktı der gibi baktı genç kadın.
“Aslında planımız iki haftaydı, belki biraz daha uzatırız. Kızıma iyi geldi buranın havası.” Adamın gözleri Pelin’in yeni çıkan bebek saçlarına takıldı.
“Ben karımı o illet hastalıktan kaybettim. Bütün yaşananları iyi bilirim. Rahat olun atlatmış.”
“Öyle mi başınız sağ olsun. Üzüldüm.”
“Çiğdem, öleli tam yedi yüz elli gün oldu. Ölümüyle ne gariptir ki bana bir ferahlama hissi geldi. Onun bir daha ölmeyeceğini bilmenin rahatlığıydı bu. Bir daha o ateşten gömleği giymeyecektim. Her kemoterapi sonrası onun yataktan çıkamaması, bir deri bir kemik kalışı, içimizde yeşertmeye çalıştığımız umut. O umudun tükenişi. Sona geldiğimizde yapılan bütün o törenler, toplanmalar, ağlaşmalar, kalabalık, yığın, herkesin bana bakması. Bütün bunlar tekrarlanmayacaktı. Toprağa verilip, kırkı çıktıktan sonra kendimi lojmanın bahçesine adadım. Karım, güllere bayılırdı. Bahçeye bir sürü gül fidanı diktim. Zemini de çimle kapladım, çim suyu çok sever, Olimpos dağından gelen su bol olduğundan pek de zorlanmadım.”
“Elinize sağlık, harika olmuş gerçekten de.”
“Fideleri satan adam, bunlar pembe, sarı, kırmızı açacaklar demişti. O an bahçedeki renk cümbüşünü hayal etmiştim, öyle de oldu.” Müge, adamın içini dökmesine şaşırmıştı. Aslında insan en iyi hiç tanımadığı birine duygularını göstermez miydi, aralarında henüz bir ilişki kurulmamışken, en zayıf yerini açmaz mıydı karşısındakine?
Harun o gün plajda Müge’ye içini dökerken, Müge, kızının ilaç parası için tiktokta soyunduklarını anlatamadı. Çünkü bir daha karşılaşmayacaklarına emindi.
edebiyathaber.net (12 Ekim 2024)