“Figo, evde misin canım?”
Ne gereksiz bir soru. Ev telefonunu arayan birinin ağzından çıkması da bir o kadar tuhaf.
“Evdeyim Çiğdem’ciğim. Ütülerle boğuşuyorum.”
Boğuşmak mı? Güzel güzel ütü yapıyorum işte, beceriksiz ev kadınları gibi ‘boğuşuyorum’ niye dedim ki?
“Bugün gazeteye gitmedim. Sahile inelim mi? Birer kahve içer, deniz havası alırız. İçtin mi yoksa sabah kahveni?”
Hayat dolu bu ses tonuyla yapılan böyle teklif nasıl reddedilir ki? Ya gerçekten sağlam bir mazeret sunacağım, ya da kabul edeceğim. Başka çare yok. Kesinlikle yalan söylenemez bu kadına. Telefonun öbür ucundan anlar ne dolap çevirdiğimi. Asla vazgeçmez. Ne cevap verirsem vereyim aldırmayacak, on dakika içinde kapımda bitiverecek ve arabasının kornasına basacak. İnatçı, ısrarcı, hırslı ve güçlü bir kadın… Tek dostum.
“Yok, kahveye sıra gelmedi henüz. Ütüleri ancak yarıladığım için, kendimi henüz kahve molasıyla ödüllendiremem.”
“Figen’ciğim, bir tanem, kusura bakma ama sende biraz mazoşistlik var canım! Resmen zevk alıyorsun kendine acı çektirmekten. Hayat böyle geçer mi ya?”
Hayat böyle geçer mi gerçekten? Yıkanacak, kurutulacak ve ütülenecek çamaşırlar… Çamaşır suyuyla dezenfekte edilecek klozet, ovulacak lavabo ve küvet, parlatılacak ayna… Kavrulacak soğanlar, küp küp doğranacak domatesler, rendelenecek havuçlar, çırpılacak yumurtalar, haşlanacak tavuklar, ıslatılacak pirinçler… Dört duvar arasında, ev işi üçgenlerine sıkışıp kalmış bir hayat. Hayatım başkasının gözünden tam anlamıyla böyle görünüyor olmalı.
Çiğdem’e çaresizce teslim oluyorum:
“Peki öyleyse, bana bir saat zaman ver, hem işimi kolaylayayım hem hazırlanayım. Ter içindeyim, duş almadan çıkamam. Paldır küldür çıkıp gelme bak, bozuşuruz!”
İşte ütü sepetinin dibi göründü. Son gömlek de askıya… Yakasından itibaren birkaç düğmesi iliklenecek, bu yöntemle buruşması engellenecek. Anneden öğrenilen bir taktik… Şimdi de uzaktan bir göz atalım: yaka, kollar, manşetler, ilik yerleri, düğmelerin arası, göğüs kısmı, omuzlar ve sırt. En ufak bir kırışıklık yok. Diğer beyaz gömleklerin arasına katılmaya layık. Aynı renk tonları bir arada… Maviler ve griler açıktan koyuya doğru dizili, çizgililer ve kareliler kendi gruplarında, beyazlar ise diğerlerinden uzak bir köşede.
Markete uğramalıyım. Akşama bir çilingir sofrası kurayım, kaç gündür aklımda. Pes etmek yok, bugün de çabalayacağım bu evlilik için. Karşılıklı birer duble içince iki çift laf ederiz belki aylar sonra… Seneler öncesinden anıları gün ışığına çıkarırız… Bir o anlatır, bir ben. Onun hatırladığını ben hatırlamam, benim anlattığımı o hatırlamaz, şaşırırız. Bakışmalarımız, tanışmamız, birbirimize açıldığımız ilk gün, ilk sevgi sözcüklerimiz, el ele dolaştığımız sokaklar, öpüştüğümüz parklar, seviştiğimiz otel odaları… Güzel, hatırlanası anılar… Ya diğerleri? Onlar da capcanlı, taptaze değil mi hafızalarımızda, onlar da çıkmayacak mı yeniden ortaya? Tartışmamız, küslüğümüz, ayrılığımız, ilk tokat, ilk yumruk…
Deli kadın ne çabuk geldi. Beni görene kadar susturmaz şu kornayı da.
Ütüyü kontrol etmeliyim. Sonra ocaklar, pencereler, sabahtan beri hiç kullanmamış olsam da fırına da bakmalıyım. Her şeyin kapalı olduğundan emin olmam on dakikamı alıyor. Bu huy sonradan geldi yapıştı bana…
“Canım, seni kırmamak için çıktım vallahi, yoksa evde işler dağ gibi yığılı, inan. Dönüşte de alış-veriş yapmam lazım. Öyle gözlerin parlamasın, giyim-kuşam değil, mutfak alışverişi benimkisi… Haydi bakalım alalım deniz havamızı!”
“Sen önce şu arka koltuktaki çantayı aç, içinden makyaj çantamı çıkar. Ne zaman renklenirsin, o zaman çalışır bu araba.”
Yine çaresizce teslim oluyorum. Gözlere kalem, kirpiklere rimel, yanaklara kırmızılık, gözaltlarındaki halkaları da kapattık mı tamamdır. Nasıl gülümsüyor, nasıl memnun eserinden.
Deniz ne kadar dingin… Anneannem “İnsan denize uzun uzun bakarsa dertlerini suya atarmış, kurtulurmuş sıkıntılarından,” derdi. “Keşke o kadar kolay olsa…”
“Bak ne zamandır soracağım, canını sıkmak istemediğim için hep öteliyorum. Hâlâ ihtiyacın var mı iyi bir avukata?”
Yok, avukata falan ihtiyacım yok. Ben suya atarak kurtuluyorum dertlerimden. Ne avukat, ne doktor, ne psikolog…
“Henüz düşünme aşamasındayız. O da istemiyor sanırım.”
“Yerinde olsam, bir gün bile durmam o evde, boşanmayı geçtim, ayağındaki donu bile alırım adamın!”
Bekâra karı boşamak kolay. Bir gün bile durmazmış!
“Öyle deme, biliyorsun çok pişman…”
“Yap yap pişman ol, ne âlâ memleket ya! Kızım sen bu adamı terk etmedikçe acı çekmeye devam edeceksin, farkında değil misin? Gözündeki kocaman morlukla çıkıp bana geldiğin günü ne çabuk unuttun?”
“Unutmadım elbette ama değişecek, inanıyorum. İşte o zaman hepsini unutacağım bunların. Senin de sürekli hatırlatman gerekmez!”
“Bu ne sevgi, bu ne ıstırap, hey Allah’ım!”
Sinirlendi. Gaza yüklendi, sinirini hızlı giderek atacak her zamanki gibi. Hayatında hiç âşık olmamış bir kadının beni anlamasını beklemiyorum, o da kendince haklı. Benim için endişeleniyor, bu yüzden kızamıyorum ona. Değişeceğine inanıyor muyum gerçekten? Galiba inanmak istiyorum. Evet, doğrusu bu: İnanmak istiyorum.
Nereden bulur böyle yerleri bu kadın? Bu köşkü ne zaman restore edip de kafeye çevirmişler? Kaç kere geçmişimdir önünden, fark etmedim bile.
Bir kahve içimlik çıktım, yine kandırdı beni, iki saat geçti gitti. Neyse ki alışverişimi yaptım da elim kolum dolu yürümedim o yolu. Akşama vaktim var. Değişik bir şeyler yapayım bu sefer, farklı birkaç çeşit meze… Bir tarif kitabım olacaktı, ondan yeni bir şeyler deneyeyim en iyisi.
“Hanımefendi, burada mı oturuyorsunuz? Birine bakmıştım da… Figen Cesur…”
“Figen Cesur benim, mektup mu gelmiş bana, bu devirde mektup mu kaldı artık?”
Postacı afalladı. Kahkahama kendim bile şaşırdım. Gereksizdi, abartılıydı, istem dışıydı.
“Adınıza bir mahkeme celbi var. Şuraya bir imza atar mısınız teslim aldığınıza dair?”
Öykü Toros Irvana – edebiyathaber.net (27 Kasım 2012)