Oldum olası sevmedim bu evi. Dedemden kalma eski koltukları, boylu boyunca serilmiş kalas gibi çirkin halıları, ahşap mobilyaların o keskin kokusunu… Abim kaçtı da kurtuldu. Beraber gidecektik sözde. İlk fırsatta beni de yanına alacaktı. Ayağım karaya değmiyor ki, diyor. Dur durak bilmeksizin denizde ilerliyoruz. Geçen yine mektup yazdım ona. Ben de denizci olacağım, dedim. Hem az mı okudum denizci romanlarını. O maceraperest kaptanların hikâyelerini. Benim neyim eksik? Annem nuh diyor peygamber demiyor. Bu evden başka bahriyeli çıkamazmış. Nefret ediyorum hepsinden.
Babaannem hep o hasır koltuğunun üstünde bir şeyler örüp dışarıyı izliyor. Ömrü böyle geçti. Bembeyaz saçlarıyla soluk yüzü uyum içinde, boş gözlerle etrafına bakınıp duruyor. Yaşayan bir cesetten farksız. Ama hala yaşıyor. Göğsü sessizce inip kalkmaya devam ediyor. Babam günün belirli saatlerinde yanına gidip onu kontrol ediyor. Niye emin değilim. Herhalde ölüp ölmediğini anlamak için. Çünkü ölümü de sessiz olacağa benziyor. Yaşamı gibi… Babam da annesine çekmiş. Aynı ketumluk, aynı ifadesizlik onda da var. Donup kalan ve çalışması için bir süre tepesine vurulması gereken eski makinelere benziyorlar. Bu daracık eve ne de çok sessizlik sığıyor.
Annem abim gittikten sonra içine kapandı. Pek konuşmuyor. Biliyorum, onu daha çok seviyor. Onun gitmesindense benim gitmemi tercih ederdi. Şimdi evde onunla hiç konuşmayan kocası, babamın suratsız annesi ve tuhaf huyları olan küçük oğluyla kaldı. Öyle derdi bana: Tuhaf. Bahçeden topladığım envaı çeşit böceği bir kavanoza doldurup üzerinde deneyler yapmak istediğimde söylemişti bunu. Hamamböceklerini terlikle ezip uzun uzun incelememden rahatsız olmuşa benziyordu. Abim gibi olamamıştım. Okula gitmek yerine sokaklarda boş boş dolaşmaktan, orada burada sürtmekten başka yaptığım bir şey yoktu.
Amcamın Almanya’dan yolladığı radyo bir süre oyalanmamı sağlamıştı. Bu külüstür makinenin içinden çıkan sesler hayranlık uyandırıcıydı. Birkaç kez radyo tiyatrolarına denk gelmiştim. Oldukça hoşuma gitmişti. Acaba ben de tiyatrocu mu olsam diye düşünmüştüm. Babaannem ise her seferinde haberlerin olduğu frekansı açmam konusunda beni sert biçimde ikaz edince tatlı hayallerim bölünüp dururdu. O kırışmış, kemikli suratını, üzerinden hiç çıkarmadığı koyu entarisini görmekten öyle sıkılmıştım ki… İçimden küfürler ede ede dediğini yapardım. Sözde amcama olan öfkesinden radyoya burun kıvıran babaannem, geldiği günden beri radyonun başından ayrılmamıştı. Soğuk, ince parmaklarıyla bu eski siyah tenekeyi okşadığına, tozunu aldığına kaç kez şahit oldum. Radyoyu bu yüzden parçaladım. Sırf onun yüzündeki hayal kırıklığını, mutsuzluğu görmek için. Babamın yüzüme indirdiği okkalı tokat bile keyfimi kaçırmamıştı. Evde oluşan o derin sessizlik, hasır koltuğuna gömülen ihtiyarın suratından düşen bin parça… Beni daha da neşelendiriyordu. Nefret ediyorum hepsinden.
Annem hasta yatağında yatarken terleyen alnını mendille siliyorum. Ara sıra gözlerinden birer damla yaş süzülüyor aşağı. Yanında ben varım. Başka kimse değil. Sadece ben. Kimi zaman baygın bir şekilde yatarken eliyle yanağımı okşuyor. Dudaklarının kenarına hafif bir gülümseme yerleştirip bana abimin adıyla sesleniyor. Allah’ın belası… Kendisi gitse de ruhu hala burada. Yakışıklı, terbiyeli, iyi eğitim almış bir denizci o. Her annenin istediği bir evlat. Bu devirde onun gibisini bulmak kolay mı? Umarım ölür, diyorum içimden. Bir fırtına olur, gemisi batar ve boğularak can verir. Öyle ki cesedi bile bulunamaz. Ölüsünü bile görmek istemem onun. Başında ağlayanlarla yine rol çalar, yine herkesin gözdesi olur çünkü. Hep öyleydi. Mahalledeki kızların dönüp dönüp baktığı çocuk oydu. Beni ise kimse fark etmedi. Çünkü ben TUHAFTIM. TUHAF. Garip huylarım vardı. Ölü böcekleri incelemeyi, elektronik aygıtları parçalamayı severdim. Boş zamanlarımda yaşıma uygun olmayan yetişkin filmlerine giderdim. Gizlice babamın şarabından içer, annemin sigarasını aşırırdım. Ve ‘onu’ öldürme hayalleri kurardım. Evet, ben buydum. Ailenin işe yaramaz, serseri, bir baltaya sap olamamış, haylaz çocuğu…
Babam, abime mektup yazmış. En kısa zamanda buraya gelip hasta annesini ziyaret etmesini salık vermiş. Ne kadar da düşünceli bir adam… Karısının isteklerini nasıl da iyi biliyor. Kendisinin, annesinin ve küçük oğlunun; sevgili karısının yanında olmasındansa bizim denizcinin olmasını yeğliyor. Biliyor ki onun karısıyla konuşacak hiçbir şeyi yok. Karısını tanımıyor, beni tanımıyor hatta annesini bile tanımıyor. Yıllardır beraber yaşayan bu dört insandan kimse bir diğerini tanımıyor. Beraber yaptığımız onca kahvaltıda, yediğimiz onca sessiz akşam yemeğinde; tabak çanak sesinden, ağız şapırtılarından başka bir şey duyulmadı. Neyse ki annem hasta ve artık beraber yemek yemek zorunda değiliz. Annemin yanında ben varım. Yavaşça çorbasını yedirirken gözlerini benden kaçırıyor. Ara sıra abinden mektup var mı diye soruyor. Yok, diyorum belki de ölmüştür. Bir hışımla bana dönüp alevler saçan gözleriyle bakıyor.
Öyle büyük bir terlik olsa ki hamamböceklerini ezebildiğim gibi insanları da ezebilsem. Güzel olmaz mıydı?
Abim geldi sonunda. Üzerinde ütülü üniforması, sağa yatırdığı jöleli saçları, jilet kaydı tıraşıyla öylece karşımda dikiliyordu. Yüzüne de bir şeyler sürmüş gibiydi. Cildi parlıyordu. Benimkinin aksine soğuktan kızarmış elleri, çatlamış dudakları yoktu. Gülümsedi ve sarıldı bana. Ben sarılmadım. Nasılsın diye sordu? Çok iyiyim, dedim sırıtarak, hiç bu kadar iyi olmamıştım. Kendisi bu cehennemden kilometrelerce uzaktayken bir de utanmadan bana nasıl olduğumu soruyordu. Ama yaptığım ironiyi anlayamayacak kadar aptaldı. Annemin yanına gitti. Aralık kapıdan birbirleriyle hasret giderişlerini tiksintiyle izledim. Annem gözyaşlarına boğulmuş, hıçkıra hıçkıra ağlayarak abime sarılıyordu. Oturma odasına dönüp babaannemin karşısındaki kanepeye oturdum. Elinde iğne şiş, ilmek ilmek bir şeyler örüyordu. Yine aynı donuk suratıyla. Gözlerimi bir ona bir de elindeki şişe diktim. Bir ona bir şişe… Bir ona. Bir şişe.
edebiyathaber.net (16 Kasım 2023)