“Her insan bir âlemdir kirvem. Ağaç kabuğundan çıkmadık ya, bizim de bir hikâyemiz var elbet. Kısa geçeyim, biliyorsun köylüyüm ben. Toprağın da tütünün de dilini iyi bilirim. Hayvan bakmayı da bilirim, kaçakçılığı da. Toprağı öyle bir işlerim ki bereket saçmak ister, tütüne özlem duyar. Toprak kutsalımızdır bizim. Bizi besler, büyütür. Büyüklerimden öğrendim bu işi. Babam da bilirdi tütünü, dedem de.
Tarlam dağın yamacındaydı. Ova düşmedi bizim payımıza. Böylesi zor ya, neyse. Atımla sürer tütüne hazır hale getirirdim tarlayı. Fidelere gözüm gibi bakardım. Otlarını temizler, suyunu eksik etmezdim. O da bana nankörlük etmez, verirdi verebileceğini. Zahmetli ağır bir iştir gerçi, yalnız getirisi de hiç fena sayılmazdı. Hasadı kaldırdığımda borçlarımı kapatırdım ilkin. Kışa da hazırlık yapardım. Şekerdir, tuzdur, çaydır, gaz yağıdır yüklenir gelirdim köye. Şehirde paran olduktan sonra yok yok. Kimseye muhtaç değildik çok şükür.
Tütünümü, belirledikleri kotayı doldurup, Tekel’e satardım. Düşük fiyattan alırlardı ya, toptan satınca elimize para geçerdi yine de. Açık konuşayım, kaliteli yaprakları vermezdim Tekel’e. Kaçağa girerdi ya yine de saklardım. Kurutup kıydıktan sonra köy köy dolaşır yüksek bir fiyattan satardım. Haftalarca eve uğrayamazdım. Yıkanamadığım için kirden kokardım. Elbisem vücuduma yapışırdı artık. Tütünümü bitirinceye kadar dolaşır dururdum.
Kara, uzakları yakın ederdi bana. Patika yolları takip ederdik, bana mısın demezdi. Köy kahvehanelerini mesken tutardım. Geceye kaldığımda bu tanrı misafirini evinde ağırlayacak birileri illaki olurdu. Ayrılırken bir paket tütün hediyesi bırakıp başka köylere yollanırdım. Jandarma korkusunu ise hep ensemde duyardım.
Karımı ve bebeğimi geride bırakmanın hüznünü yaşardım. Şu an daha beterini yaşıyorum ya, o ayrı fasıl. Satışı bitirdikten sonra şehre iner karımın hoşuna gidecek bir elbise ya da kumaş alır dönerdim. Çiçek desenli parlak elbiselik kumaşları çok severdi. Biraz da helva ve lokum alırdım. Şehir ekmeğini de pek severdi. Onu da eksik etmezdim.
Tütünü kaptırmamış olmanın sevincini yaşardım. Jandarma korkusu kalmazdı artık. İhbar da pek olmazdı. Para cezasıdır, mahkeme yoludur, kurtulmuş olurdum. Yine de biraz tütün hediyesi ayırırdım jandarmaya. Belki işim kolaylaşır, diye. Onlar da insan işte, yol verirler belki. ”
İri siyah gözleri, zeki bakışları, keskin hatları olan kavruk yüzü, uzun boyu, sağ yana taradığı düz ve gür siyah saçları, kemerli burnu, etli üst dudağını kapatan bıyıkları, kirli sakalı ve dik duruşuyla dikkat çeken bir adamdı Recep. Kızların gözü hep üzerinde olmuştu. Çalışkandı da.
“Evlendikten sonra evin bir odasını bana verdiler. Tarlanın da bir kısmını. Yeni bir hayat başladı benim için. Sorumluluklarım artmıştı. Ne zaman ki bebeğim oldu, işime daha da sarıldım. Bir yuva kurmuştum. Babamın yanında karım konuşamazdı. Ayıptı! Onun yanında bebeğimi sevemezdim. Saygıydı! O aralar bunlarda bir tuhaflık da görmezdim. Böyleydi işte. Ne zaman şehre adım attım başka şeyler gördüm orada. Çekiyordu beni şehir. Beni köye bağlayan çok şey olsa da.”
Köyü çevreleyen karlı dağlara hep hayranlık duymuştu. Yazın bile tepelerde kar kümeleri olurdu. Oduna giderdi ormana. Kurumuş ağaçları keserdi ilkin, sonra gerek olursa diğerlerini. Ormana saygısızlık etmemeye çalışırdı. Kışa hazırlık yapardı. Herkesin yaptığı işti aslında. İhtiyaçtı sonuçta. Yasaktı ya, yine de görmezden gelirdi herkes birbirini. Bir ara bir heybe dolusu keklik yumurtasıyla gelmişti. Keklik sürüsünün yatağını bulmuştu bir çalı yığınının içinde. Haşlayıp yemişlerdi yumurtaları, bir öğün olmuştu onlar için. Yine de annesi bir daha yapma bunu, demişti. Hayvanatın yuvası bozulmaz, diye uyarmıştı.
Atı Kara, eli ayağı olmuştu. Güçlüydü, çevikti. Tarlada çalışır, oduna gider, kaçağa çıkar… Onun dilini de çözmüştü, o eğitmişti nihayetinde. Onu tayken almıştı, bir süre sonra da bağlanmıştı ona. Özenle büyütmüş, bakmıştı. Kavrayış gücüyle gurur duyardı. En küçük bir harekete, söylenen bir söze hemen duyarlılık gösteriyordu. Konuşuyordu onunla, dertleşiyordu. Gözü gibi bakıyordu atına. Yemini, tımarını eksik etmezdi. Günde iki köy dolaştığı olurdu. Dağ köylerine gidip gelirken bana mısın demezdi atı.
“Gel zaman git zaman Tekel kapatıldı. Ekici belgesi verilmiyordu artık. Tümüyle kaçak sayılır olmuştu tütün ekimi. Köylünün bir kısmı yine de bir süre tütün ekmeye devam etti. Hem kendi ihtiyaçları için hem de çevre köylerde satmak için. Geçim kapımızı bir anda terk edemezdik. Artık sıkı tutuyorlardı bu işi yalnız. Jandarma aman vermiyordu bize. Tütün ekemez olduk bir süre sonra. Para cezası, mahkemesi derken yıldık. Ne yapacağımızı bilemedik bir süre. Köylü zeytin ve kiraz dikmeye özendiriliyordu. Dilini bilmiyorduk bu ağaçların. Ne zaman yetişecek, ne zaman ürün vermeye başlayacak, kime satacağız, tütün kadar kazandıracak mı, bilinmezdi bizim için.
Uzak illere inşaatlarda çalışmaya gitti köyün gençleri bir bir. Ben de buradayım işte kirvem. Ustalığımız olmadığı için harç karmakla, briket taşımakla, getir götür işleriyle, amelelikle para kazanmaya başladık ilkin. Bu sitenin inşaatında çalışmaya başlamıştım. Puantaj işi yapacak birine ihtiyaç var dediler, talip oldum. İlkokulu bitirdim; okuma yazmam var, matematiğim de iyidir evelallah. Atılgan da biriyimdir, bilirsin. Şu bu demeden her işi yaptım. Buraya da hemen uyum sağladım. İşimi benimsedim. İnşaat uzun süre devam edeceğe benziyordu. Köylülerimi de ihtiyaç oldukça buraya taşımaya başladım. Az kaldı, karımla çocuğumu da buraya getireceğim. Boğulacaksak büyük denizde boğulalım.”
Çoğu zaman hasret basardı onu. Karısını, bebeğini, Kara’yı anımsardı. Geceler bitmemeye inat ederdi sanki. Kulübede yalnızken bir tütün sarar, karlı dağlara bakar gibi dalar, suskunlaşırdı. Dağlar gibi sislenirdi gözleri. Sonra uyanırcasına kendini toparlar, bol şekerli çayından bir yudum alırdı. Demliği bitirinceye kadar içer, sonrasında yarı uykulu yarı uyanık uzanırdı yatağına.
edebiyathaber.net (18 Ocak 2024)