Kucağındaki dantelden kayarak yere düşen tığın çınlamasıyla sıçradı. “Tövbe estağfurullah, nasıl da içim geçmiş. Sağ gözüm sağlığa sol gözüm varlığa, sağ gözüm sağlığa sol gözüm varlığa.”
Emel Hanım, eğilip tığı aldı, ipiyle beraber mutfak masasına bıraktı, camın pervazındaki menekşelerini sularken gözündeki seğirmenin hayra çıkması için felakla nas okuyordu. Baş veren küçük tomurcuğu görünce sevindi. “Kızım sürpriz mi yapmış? Çiçek mi verecekmiş annesine?” Kuruyan yapraklarını temizledi, suyunu kontrol etti. Pervaza gelen serçe, kahvaltı masasından toplanan ekmek kırıntılarını yemeye başladı. Gözünü unutup bir müddet serçeyi izledi. “Bir hafta oldu seğirmesi geçmedi. Çok rahatsız ediyor, çok. Uyku da uyutmuyor. Hayra çıksa bari,” demişti telefonda ahretliğine. Sesindeki tedirginliği fark eden ahretliği, “O dantelleri bırak artık, bu yaştan sonra gelin mi olacan? Ne diye uğraşıp duruyorsun? Yorgunluktandır, göz ne yapsın” diye cevap vermiş, konuyu değiştirmek için de televizyonda duyduğu ekmek tarifini yazdırmıştı. “Fırından aldığımızın içinde ne var belli mi? Temiz temiz yeriz işte.”
Emel Hanım, çekmeceden defterini çıkartıp, tarife şöyle bir göz attı. “Bizim dişler kesmez ki. Boşuna uğraşmasam. Ayhan Bey’de çiğneyemez, söylenir durur valla. İçinde ne varsa var, bunca yıl yedik” Defteri bırakıp sardunyadan dökülen kuru çiçekleri topladı, iki parmağıyla yapraklarını okşadı, derin derin kokladı. Çok severdi sardunya kokusunu. Dantelini aldı, televizyonun karşısına geçtiğinde gözleri kendiliğinden kapandı. Her gün bu saatlerde, on, bilemedin on beş dakika kestirmeyi âdet edinmişti.
Ayhan Bey’le evliliklerinin elli ikinci yılıydı. Tekstil fabrikasına işçi giren Ayhan Bey, emekli olunca da her sabah aynı saatte işe gider gibi evden çıkıyor, artık mahalle kahvesinde dirsek çürütüyordu. Günlük gazeteleri okur, bulmacalarını çözmeye çalışır, arkadaşlarıyla çayına taş oynardı. Ayhan Bey’in emekli maaşına Emel Hanım da komşulara dantel örerek katkıda bulunur, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmadan geçinip giderlerdi.
Yurtdışında yaşayan tek oğullarını ise ne gören vardı ne bilen. Artık karıkoca hatırlamasa da dargın gitmişti babasına. O zamanlar Ayhan Bey pek havalıydı. Eski mahallelerinden bir kadınla yaşadığı gönül ilişkisini duyan oğlu, aslı var yok araştırmadan gelip babasının yakasına yapışmış, bir güzel hırpalamış, sonra bakmış annesi de “Baban yapmaz öyle şey” diyor, çekip yurtdışına gitmişti. Annesine kıyamamış, “Başın sıkışırsa, bir şey gerekirse hemen ara beni,” diyerek numarasını bırakmıştı. Emel Hanım, özlediğinden birkaç kez aramak istediyse de, kâğıdı bir türlü bulup arayamamıştı. “Gözden ırak olan gönülden de ıraktır, o da unuttu anasını” demiş, bağrına taş basmıştı.
Ayhan Bey, eşine sezdirmeden oğlunun mahalleden çocukluk arkadaşlarını buldu, bir numaraya, bir adrese ulaşmak için nafile uğraşıp durdu. “Yer yarıldı içine girdi, beni düşünmüyorsun da şu kadını bu kadar üzmeye ne hakkın var?” diye rüyalarında hep çekişti oğluyla.
O günlerde tüm dünyayı etkisi altına alan salgın hastalık Emel Hanım’ı çok korkutmuş, eline geçen her şeyi çamaşır suyuyla yıkamasına rağmen bir türlü kendini güvende hissedememişti. Ayhan Bey ise tam tersi. Ceza yemekten korkmasa, maske bile kullanmazdı ya “Nefes alamıyorum bununla, kefenlenmiş gibiyim” diyordu her taktığında. Kahvede taş oynarken de maskeyi tekrar takmamak için çayları peş peşe söyleyip duruyordu. Kahvenin sahibi Hasan uyarmış, “Bak inatlaşıyorsun ya, devlete inat olmaz. Ceza keserlerse vallah senden alırım parasını,” demişti, Ayhan Bey’in sırıtışına karşı.
O akşam, “Çamaşır suyu mahvetti. Baksana, el ellikten çıktı inan. Bir de sızlıyor ki kör olasıca” dedi Emel Hanım, tezgâhtaki sarı kantaronla iyice bir yağladı ellerini. Ayhan Bey’in kızıp laf etmesinden de korkarak söylediğine pişman oldu. Televizyona dalmış haberleri dinleyen Ayhan Bey, “Bir şey de izletmezsin be kadın, sesini açtırmazsın ya dırdırında bitmez. Azcık sus da haber dinleyelim” diye bağırıp, sinirle sandalyesinden kalkmış, mutfaktan odasına geçmişti. Artık odadan geliyordu Ayhan Bey’in serzenişleri.
“COVID – 19 pandemisi önlemleri kapsamında 21 Mart 2020 tarihi itibariyle 65 yaş üzeri vatandaşların sokağa çıkması yasaklanmıştır.”
Emel Hanım, televizyondan duyduğu bu haber karşısında sandalyeye düşer gibi oturdu, ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başladı. “Eyvah ki eyvah!”
Yasağın ilk haftasında günler birbirinin benzeri akıp geçti. Evde çok sıkılan Ayhan Bey kapıcıya verdi veriştirdi. “Bak, gazetelerin isimlerini buraya yazdım, üçünü de her gün alacaksın. Unutursan, bulamazsan külahları değişiriz. Vallahi Kazım Efendi şiştim evde, patlayacak yer arıyorum, haberin ola”
Emel Hanım da, her gün yürüyüş olsun diye fırından aldığı ekmeği sipariş etti. “Kazım Efendi, biz erken kalkarız sana zahmet ilk serviste bırakıver bizim siparişleri. Ayhan Amcan acıkınca çok sinirli olur da. Eee yılların alışkanlığı tabii. Her sabah altıda hazır ettim kahvaltısını. Bırakınca zile de basıver zahmet olmazsa, geldiğini anlayayım.”
Kazım Efendi artık her sabah, üç gazete bir ekmeği, kapıya akşamdan asılan torbaya bırakıyor, kapıcıyı bekleyen Emel Hanımsa, zile basmasına fırsat vermeden “Günaydın” diye açıyordu kapıyı. “Sen de bir hoşsun hanımanne, hem zile bas diyon, hem kapı arkasında dikeliyon” dedi Kazım Efendi, “Sana da günaydın, sana da, ben diğer katlara yollanayım, millet ekmek bekliyo.”
Ayhan Bey, sofraya otururken gazetelerini katlayarak bulmacalarını çözmeye başlıyordu. Haşlanmış yumurtasının yanında yediği bir dilim peynir akşama kadar yetiyordu. Kahveci Hasan’da içtiği çayın tadını ise evde bulamıyordu. Markasındandır diyerek Hasan’ı aramış, hangi çayı kullandığını öğrenmiş, hemencecik aldırmıştı. Aradığı tadı bir türlü bulamayınca Emel Hanım’ın demlemesinden kaynaklandığına karar verdi. “En çok Hasan’ın çayını özledim. Boşa yaşamışsın be kadın. Evin hanımı çay demleyemesin… Aklım almıyor.”
“Bey, elli iki yıldır içiyorsun ya. Sen de…” Emel Hanım’ın gözleri doluyor, sesi titriyor, eşine karşı cümlenin sonunu getiremiyordu. Kahvaltıdan sonra Ayhan Bey gazetelerini alıp odasına çekilince hemen ahretliğini arıyor, “Bu adam iyice azıttı. Bir bitseydi şu yasaklar. Sıkıldı, ses etmeyeyim diyorum, burama kadar geldi. Gözüm mü? Hâlâ aynı… Başıma gelecek var gör bak. Ayağıma kaynar su döküldüğünde yine sol gözüm seğiriyordu… Hatırlasana… Elim kesildiğinde… Sağ mıydı? Emin misin? Yok yok, yanlışın var. Soldu, yine sol… Bak demedi deme…” diye ağlıyordu.
Ayhan Bey ise odasında, “Bu kadın da bunadı iyice, çay demlemeyi unutur mu insan? Bir de demez mi, ‘Elli iki yıldır içiyorsun.’ Ben ne içtiğimi bilmiyorum ya… O çaylarla bu aynı mı? Bir çay zevkim vardı, şuna bak, abdest suyu, tövbe tövbe…” diye söylenerek akşam yemeğine çağrılana kadar bulmacalarıyla boğuştu durdu.
Ayhan Bey, yemek masasına oturduğunda gözleri bir farklı bakıyor gibi geldi Emel Hanım’a. Bir şey diyecek oldu, demedi. Bir şey isteyecekti, elini uzattı, vazgeçti. Kulağına eğildi. “Bir şey mi istedin bey?” diye sordu sessizce. Cevap alamadı. Oturdu karşısına, çorbasını kaşıklamasını seyretti. Bir elinde çorba kaşığı diğer elinde ekmek. Çorbayı ağzına götürdü, ekmeği ufaladı, çorbayı içti, ekmeği döktü. Basılmasın diye Emel Hanım hemen halıyı gırgırladı. “Bey, n’apıyorsun? Yemeyeceksen bırak ekmeği,” dedi duyulur duyulmaz bir sesle. Ayhan Bey, eliyle ekmeği ufalamaya devam ederek “Ne o, kızdın mı yoksa?” dedi.
Yer yer boyası dökülmüş uğurböceği gırgırın tekerlerine dolanmış toz parçalarını çekiştirirken “Hayır, kızmıyorum… Niye ziyan ediyorsun ki o ekmeği, günah değil mi?” dedi.
“Gece bir sivrisinek vızır vızır tepemde döndü durdu, uyutmadı sabaha kadar, ben gidip kestireceğim biraz. Çaya kaldırırsın.” Ayhan Bey’in ardından meraklı gözlerle baktı Emel Hanım. “Bu mevsimde sivride nerden çıktı?” Çayı koydu, ortalığı toparladı. “Kazım’a söyleyelim de sinek ilacı alsın, sivriler çıkmış madem bulunsun evde,” dedi yanında biri varmış gibi. Çayları doldurup odaya girdiğinde Ayhan Bey’i gazete okurken buldu. “Gel hanım, gel. Ben de yasaklarla ilgili ne diyorlar diye bakıyorum. Bana öyle geliyor ki, bizi artık bırakmayacaklar. Ekmek torbasını astın mı? O Kazım olacak deyyusa da iki çift lafım var, çözmesin bulmacaları. Gördüğünde sen de söyle Hep çözüyor, beceremiyor da.” Emel Hanım, bugünün gazetelerinin mutfakta olduğunu hatırladı. Bir şey demeden sadece baktı beyine, elindeki tepsiyi bırakmayı akıl ettiğinde, “Oo tavşankanı” diyen Ayhan Bey sehpadaki gazeteleri yere indiriyordu. “Televizyonu da açalım, eskilerden de bir film bulduk mu? Ne dersin hanım?” Emel Hanım şaşkın, başını aşağı yukarı sallayarak konuşmadan “Tamam” dedi.
Ayhan Bey işitme cihazı kullanmaya başladığından beri açılmıyordu televizyon. Doktor, kulaklığı çıkartmamasını, zamanla alışacağını söylemişti. Ayhan Bey televizyonun sesini çok açtığından defalarca şikâyet edilmiş, en son, aynı gün ikinci kez eve gelen polis, “Bir daha şikâyet olursa karakolda sabahlarsın amca” demişti. Emel Hanım gündüz mutfaktaki televizyonu kısık sesle seyrediyordu. Akşamları sessizce gazete okuyup, örgü örerek zaman geçiriyorlardı. “Sessiz film mi seyredeceğim? Duymuyorum işte, napalım?” diyordu Ayhan Bey. Ses konusunda kendine güvenmediği içinde açmıyor, açtırmıyordu. Polisten de ölümüne korkuyordu. O akşam açtılar. Emel Hanım’ın gözleri kumandada, sürekli müdahale ediyordu. “Aman Bey… Az kıs… Yeter… Yeter bu kadar…”
Ayhan Bey duymuyordu. “Şöyle güzel bir film bulsak eskisi gibi… Yok, görüyorsun işte. Hep vurdulu kırdılı. Bizim kafalar kaldırır mı bunları? Ben yatıyorum, sen de geç kalmadan gel.” Bir hışım kalktı koltuğundan, televizyonu kapattı, kumandayı uzattı, “İzleyeceksen aç sen, yalnız sesine dikkat et, komşuları biliyon” dedi. Odasına giderken döndü, “Yatarken kapatma kombiyi, dün gece iki büklüm olmuştun.”
Emel Hanım, kocasının bu davranışlarına alışık değildi. Hep son sözü söyleyen, söyledikleri evde kanun olan Ayhan Bey gitmiş, unutkan, içine kapanık bir adam gelmişti. Beyinin tavşankanı demesine rağmen ağzına götürmediği çayını sehpadan alıp boşalan bardağına doldurdu. “İki tane uykumu kaçırır ya, kaçırırsa kaçırsın, pek güzel olmuş. Elime sağlık. Ayhan da içse iyiydi ya, uyudu. O da bu yasaklarda iyice yaşlandı. Unutuyor, sürekli uyuyor, aynı şeyleri anlatıp duruyor.” Son yudumu da başına dikip kalktı, bardakları tepsiye topladı, mutfak tezgâhına bıraktı. Kapatmak için telefonuna bakındı. “Ahretliğimi aradım, buraya masaya bıraktım.” Masayı, tezgâhı, sonra tekrar masayı kontrol etti. Ayağına bir şey takıldı, neredeyse düşecekti. “Hay kör olmayasıca, ayağımın altında ne işin var!” Yerden telefonunu aldı, “Ah biri aramış, hayır olsun, kim ki? İsim de yazmıyor, duysaydım iyidi, bi daha arasın. Yine kısılmış sesi, nasıl duyayım?” Ahretliğini aradı, telefon çalarken saate baktı. Yatmaz bu saatte.” Dördüncü çalışta tam kapatacakken, “Kız ne iyi yaptın da aradın, merak ettim, kurdum durdum valla” diye bağırdı ahretliği. “Ay ne kuruyon. Yoo, iyim, n’olcak ki? Yattı… çay koydurdu, film seyredelim dedi, sonra kalktı yattı… Pek huzursuz sorma, gecede dönüp duruyor, bazı kalkıp geziniyor, çoğu zaman beni uyandırmasın diye kalkmıyor bile… Bilmem mi? Onun içini nefes alışından bilirim ayol… Nasıl olsun, hâlâ seğiriyor, geçmedi gitti… Denedik, denemez olur muyum? Kazım Efendi’ye rica ettim, verdim kimliği, oğlu uğraşmış, acil değil diye randevu vermemişler… Okumam mı, sürekli okuyorum, hayır olur inşallah, başa gelen çekilir napacan… Sen sordun mu senin oğlana? Hadi ya… Hiç mi görüşmemişler, oysa iyi arkadaşlardı, yeni nesilde nerde bizim arkadaşlığımız? Onlar bugün iyi, yarın başkasıyla. İnsan demez mi yurtdışına gitti, öldü mü kaldı mı? Yok, bulamıyorum numarayı, yer yarıldı içine girdi sanki… Haydi… Haydi sana da iyi geceler.”
Sabah geç uyandı Emel Hanım. Ayhan Bey kapıda Kazım Efendi’yle konuşuyordu. “Gece uykuyu kaçırdı, döndü durdu hanımannen, zile basıp uyandırma diye kapı ağzında bekledim seni” Emel Hanım mutfağa geçti, çayı koydu, haşlamak için yumurtaları dolaptan çıkardı, akşamdan kalan bulaşıkları elde yıkamaya başladı, hep elinde yıkardı. “İki tabak, bardakla makine mi dolar, bana da oyalanma.” Kapıda dikilen Ayhan Bey’in sesiyle irkildi. “Köyünün deresi mi sandın? Kıs o çeşmeyi. Tevekkeli değil her ay hamam işletmiş gibi geliyor fatura, yine iyi geliyormuş.” Arkasını dönüp odasına giderken Emel Hanım’ın sinirli bakışını görmedi.
Ağlayarak ahretliğini aradı, yenmeyip kuruyan ekmek içlerini güvercinlere ufaladı, cevap vermeyen ahretliğine söylendi, “Kabul etmiyor, bunun kulakları da iyice gitti, benden küçük oysa.” Zeytinle peyniri masaya çıkarttı, kaynayan yumurtaları soydu, tabakların yanına çatal bıçak bıraktı. Televizyonu açtı. Ayhan Bey’i çağırmaya gitti.
Ayhan Bey koltuğuna oturmuş, dizlerinin üzerinden eğilerek dalgın bir şekilde çoraplarını çıkarttığı ayaklarını izliyordu. Eşinin geldiğini fark etmedi. Emel Hanım ortaparmağıyla kapıyı tıklattı, duymadı. Seslendi “Bey, iyi misin?” Sıçradı koltuğundan. Yüzü ciddi, hüzünlüydü. “Sen miydin? Hiç de ses etmezsin girip çıkarken. Gel, bak damarlarım nasıl da fırlamış, sanki hepsi birer yeşil solucan, çok çirkinler, ya şu kükürt sarısına dönen tırnaklarım, nasıl sertleşmişler. Hep mi böyleydi, yasaklarda mı bu hâle geldiler? Seninkiler nasıl?”
Emel Hanım ayaklarına baktı, patiklerinden göremedi tırnaklarını, “İyice bir hoş oldun, deli deli konuşma. Kalk hadi, kahvaltı hazır,” dedi nemlenen gözleriyle mutfağa geçerken. Kahvaltıdan kalkınca hep yattı Ayhan Bey.
Ertesi sabah televizyonda eskilerden bir Yeşilçam filmi başladı. Başrol oyuncusunun sinirle girdiği evden iki el silah sesi duyuldu. Dışarıda yağmur yağıyordu, pervaza konan serçe kırıntı aradı, sardunyanın kuruyan çiçeği düştü, menekşe bir tomurcuk daha verdi. Sivrisinek vızıldadı, ipten kayıp düşen tığ ortalığı çınlattı. Cep telefonunun sesi yine kısık, kayıtlı olmayan bir numara titretti durdu. Ekmek torbasına üç gazete, bir ekmek bırakıldı, zil çaldı. Kazım Efendi bekledi, bekledi kapı açılmadı.
edebiyathaber.net (15 Eylül 2022)