Kuvvetli esen rüzgâr, bakımsız asfalt yollarda tozu dumana katıyordu. Sokakta yaşayan sayısız kedi-köpek çıkabilecek fırtınaya karşı kendilerine birer sığınak bulma telaşına düşmüşken; nüfus memurluğundan emekli Mevhibe Ademoğlu, mutfağında, komşusunda alıp kestiği horozu layıkıyla pişirme derdindeydi.
-Yahu Hanımcığım daha ne kadar bekleyeceğiz? Öldüreceksin beni açlıktan! dedi içeri giren Şakir Bey. Bütün sabah bahçe çitlerini onarmaya uğraşmış, hayli acıkmıştı.
Mevhibe Hanım ellerini mutfak lavabosunda yıkayan kocasına ters bir bakış attı ve tam o sırada, bahçe duvarına yaslanmış tahtalardan üçü gürültüyle yere devrilerek yirmi üç dakikadır evin teras merdivenleri altına sinmiş kuyruğu kesik sokak kedisini uyandırdı. Ürkmüş hayvancağız hızlıca etrafını süzüp kokladıktan sonra yerinden çıktı, yaşlı çiftin penceresi önündeki mermere sıçrayarak içeride olup biteni izlemeye koyuldu.
Şakir Bey ellerini süt tenceresinin yanına bırakılmış ince tülbentle kuruluyordu:
-Burası amma da kokmuş, pencereyi yukarıdan aralasan?
-Gene aldı kokuyu bu! Hey Allah’ım, başımın belası gelmiş! Kedi kokutacak pervazları gene! Pişt Şakir, git oradan! Pışt, pışt!
-Yav sen de şu kediye benim adımı takmadın mı… Aşk olsun Hanımcığım.
-Bozulacak ne var canım? Baksana şunun tipine, sana benziyor işte. Şu kaşlara, şu bıyıklara bir bak. İkinizin de yanağında aynı siyah leke, sol gözünüz katarakt… Sonracığıma ikiniz de ne zaman et pişirsem dibimde bitersiniz; hızlıca, şapur şupur, önünüze ne koysam siler süpürürsünüz…
-Peki, peki; anladık. Sen nasıl diyorsan öyle olsun.
Duydukları pek hoşuna gitmemişti Şakir Bey’in. Streç filmle sarılı kumandayı alıp eski model minik televizyonunu açtı:
-Sütün kilosunu on lira yapmış sütçü, dedi.
– İyi bile dayandı, dün markette on beş liraydı.
(Çaya zam geldi sayın seyirciler. Aman canım bana ne, ben zaten kahve severim diyorsanız ona da zam geldi. Oh, iyi ki ikisini de aramam daha ziyade ayran içerim diye sevinenler; süt, süt ürünleri ve hatta şeker de bu sabah yüzde kırk beş zamlandı.)
– Al işte, keşke daha çok süt alsaydın adamdan. Şimdi peynir de yapardın. Senin yaptıkların basuruma da dokunmuyor, mideme de… Bu horoz ne zaman pişer?
– Pişince pişer işte, ne bileyim. Hay lanet gelesice!
– Ne lanet okuyorsun yahu!
– Şakir’e diyorum. Bak şuna, sinekliği tırmalıyor. Az daha zorlasa sökecek yerinden. Dur şuna göstereyim gününü.
Mevhibe Hanım’ın, tek eliyle üzerine su sıçrattığı Şakir, bir alev topunun ortasına düşmüşçesine ‘Maaav’ diye bağırıp, can havliyle kendini aşağı attı. O atlarken, duvara yaslanmış tahtalardan biri daha yere devrildi. Korkmuş kedi hızlıca tüylerini yalarken, Şakir Bey:
-Bütün tavuk yüz liraydı kasapta, diye yakındı.
Karısı yandık der gibi salladı başını:
– Bu aralar Adile Hanım da tavuk satmıyormuş, küçüklermiş. Ama yirmi güne gidip bir tane alabilirmişiz, dedi.
(Konut fiyatları uçtu, satışlar durdu. Kiralar aldı başını gitti. Yabancılara…)
– Ağaçlardaki meyveler hep düşecek, büyüyemeden zebil olacaklar. Güzelim kayısılarım. Ne güzel reçel yaparım, pestil yaparım diyordum. Yazık olacak.
– Hiç söyleme, erik de çok iyi tuttu bu sene… Dur bakalım diner belki rüzgâr fırtınaya çevirmeden. Benim de işim yarım kaldı. Tahtaları söktüm, öyle bıraktım ortada. Horoz yarım saate pişer mi dersin?
-Az sabretmesini öğren. Vallahi artık kızıyorum. Koskoca adam. Bırak da rahatça yoğurdumu mayalayayım.
-Yav bir soru da mı soramayacağız? Evde kala kala senin sinirlerin iyice bozuldu. Bahçedeki melisadan kaynatıp içsen? Adaçayı da iyi gelebilir.
-Bıktım ama, sabah beri sorup duruyorsun. Şu kedi bir yandan, sen öbür yanımdan. İyi ki bir horoz yaptık!
– Şekerparem, canımın içi, aman da aman, sinirlenmek de ne yakışıyor!
Sıralı iltifatlarının nedenini hemen açık etti Şakir Bey:
-Şey…Hanımcığım, haşlandıktan sonra bir de tencerede azıcık tereyağında kavursan mı, ha, ne dersin? Hani kızarıp da tencerenin dibine yapışıyor ya, off… Sonra ekmekle dibini sıyırırım… Hım-mım öyle tatlı olur ki.
– Ağzının suyu aktı iyice. Aman, tamam dediğin gibi yaparım. Yanında cacık da yapayım o zaman; naneli salatalıklı, içini rahatlatır.
– Ah be, canım benim, nasıl da bilir ne sevdiğimi!
(Pazarda poşetler dolmuyor. Bu hafta zam şampiyonu salatalık oldu sayın seyirciler. Efendim nasıl fiyatlar? Nasıl olsun kızım görüyorsun. Akşam pazarına geldim yine de alınmıyor, on beş liradan aşağı bir şey yok; cep delik, cepken delik…)
-Şu topladığın naneleri, dağ kekiklerini kurutmaya terasa koymasan artık? Camekânları kapalı tutsak da olmuyor, yolun tozu toprağı hep içeride.
-Gözleri kör olasıcalar, kaç mevsim geçti doğalgaz döşeneli.
– Pansiyonların etrafı, turistlerin deniz yolu hep yapılmış. Bizim buralara gelince para yok. Böyle giderse biz düz yol falan göremeyiz.
– Öyle konuşma, daha genciz. İyiyiz. Gel, sabahları sahilde yürü benimle, form tut diyorum sana. Hava bedava, deniz bedava. Şakası yok, üç günlük dünya. Can bir çıktı mı, bitti gitti.
Elindeki eriği meyve bıçağıyla kesip yemekte olan adam yumduğu gözleriyle söylenenleri onayladığını belirtti. Karısı, ocaktan aldığı horozun suyunu süzdü, haşlanmış bütün eti parçalara ayırdıktan sonra tereyağını kızdırdığı tavaya dizdi. Haşlama suyunu da kavrulan pirinçlere ekledi; etler ve pilav piştikçe mutfağı baştan çıkarıcı, yoğun bir yemek kokusu sardı. Yeniden pencerenin önünde biten Şakir, uzun tüylerini uçuşturan rüzgâra aldırmadan, hareketsizce içeriye dikti gözlerini.
– Oh mis! Ama şimdi de kokudan durulmuyor Hanımcığım. Şu kediyi kovsan da camı tam açsan?
Mevhibe Hanım, el yapımı dantel perdeyi çekti, pervazlarına ince sineklik gerilmiş pencereyi iyice açtı; üzerine doğru sinirle çırpılan elleri gören Şakir, kızgınca “Mav” diyerek bahçeye atladı. Ama minik burun deliklerinden giren koku öylesine büyük bir güçle çağırıyordu ki onu, çok geçmeden kovulduğu yere geri döndü. Şakir Bey tuvalete gitmiş; hanımı, yarım yamalak bildiği bir türküyü mırıldanarak sofrayı kuruyordu. Yemekleri servis tabaklarına almıştı ki salonda çalan telefonu duydu; cevaplamaya koştu. Bu sırada, masaya bırakılmış dolu tabakları gören kedi, iştahı iyice kabarmış halde, önünde gerilmiş sinekliğe bütün gücüyle abanmaya başladı. Ondan kurtulmaya öyle istekliydi ki kısa bir süre içinde alt köşesinden sökmeyi başardı. Sessizce, yemeklerin bulunduğu masanın üzerine sıçradı, horoz parçalarını kokladı, bir tanesini ağzına alıp tabaktan dışarı çıkardı ve yemeye başladı.
-Aa! Seni manyak Şakir! Pışt pışt! Şuna bak şuna!
Mevhibe Hanım arayanı çabucak başından savıp dönmüştü. Paniğe kapılan kedi, hemen pencereden atlamak yerine, masanın yanındaki mutfak tezgâhına zıpladı, mayalanmış süt tenceresinin içine düştü. Düştüğü gibi dışarı fırlayıp öyle bir kuvvetlice silkelendi ki; zeminden duvara her yeri süte buladı. Şaşkın hayvanın peşinde koşan karısının tas-tabak şıngırtılarına karışan bağırışlarını duyan Şakir Bey telaşla yanlarına geldi; kovalamacaya o da katıldı. Şakir, peşindekiler yüzünden aklını yitirmiş gibi hiç durmadan bir oraya bir buraya atlıyor; bir türlü girdiği camdan dışarı çıkmayı akıl edemiyordu. Üstelik şimdi canının acısıyla daha da sakarlaşmış, koşarken kayan patileriyle virajları alamadığı için kafasını sağa sola çarpmaya başlamıştı.
– Bey, camı aç, camı! Sinekliği tamamen sök gitsin!
Şakir Bey hızla pencereye yönelirken ıslak zeminde kayıp düştü, neyse ki yumuşak bir iniş yaptı ama yere doğru alçalırken tutunduğu masadaki son tabağı ve dolu sürahiyi de devirmiş oldu:
– Ah gitti, pilav da gitti!
(…ünlü oyuncu, ‘Gerekirse simit yiyeceğiz, ama bu günleri de atlatacağız,’ dedi. Tepkilere…)
– Pışt! Aptal hayvan, pışt!
Kocası kediye saydırarak yavaşça ayağa kalkmaya çalışırken Mevhibe Hanım koşup tek hamleyle yırttı sinekliği. Sonra ikisi birlikte yine kedinin peşine düştüler.
Bağırış çağırışlar eşliğinde, açılmış cama doğru iki taraftan sıkıştırılan hayvan sonunda kendini boşluğa dalar gibi dışarı attı, kesik bir ‘mav’ sesi duyuldu. Kadın hiç dışarı bakmadan camı kapattı ve perdeyi çekti:
-Oh! Kurtulduk! dedi.
Şakir Bey darmadağın olmuş masanın başındaydı ve annesi yeni ölmüş bir çocuk kadar üzgün görünüyordu. Mutfakta her şey birbirine girmişti. Saatlerdir sabırla yemeyi beklediği o nar gibi kızarmış horoz parçaları yerlere savrulmuş, servis tabaklarında hiçbir şey kalmamıştı. Bu berbat halde, tencerede hâlâ biraz pilav olması ise tek tesellisiydi:
-Keşke tüm horozu birden tabağa almasaydık, diye mırıldandı kendi kendine.
Mevhibe Hanım kocasının yanındaki sandalyeye oturdu, hiç ortalığı temizleyecek hali yoktu.
-Birer tabak pilav doldurayım, salona gidip yiyelim de sonra hallederim ben buraları, dedi.
-Gitti güzelim yemek. Yahu nedendir bilmem, ben neyi böyle hevesle beklesem sonu hep hüsran oluyor.
-Kısmet değilmiş diyelim. Rızkımız neyse o. Hadi üzülme, yine yaparım ben sana.
-Hanımcığım sen pilavı doldur, ben şu horozu toplayayım bari, dışarısı sakinleşince götürür hayvanlara veririm.
– O deli Şakir’e de mi?
– Ona da elbet. Kediye kin tutacak halim yok ya.
Tam dört saat yirmi sekiz dakika sonra gördü Şakir Âdemoğlu, çivili tahtaların üzerine düşmüş Şakir’i. Onun, yağmurda yıkanmış sırılsıklam zayıf bedenini, çenesinden ve karnından içeri girmiş çivileri; akmış kanını, son anlarında nasıl acı çektiğini gösterir o yüz ifadesini; öne uzanmış patilerini, minik burnunu, beyaz kaşlarını, uzun beyaz bıyıklarını…
Kedinin cansız bedenini, üzerlerine düştüğü tahtaların ucundan tutarak kaldırdı, öylece götürüp iki ev ilerideki çöp konteynerinin içine fırlattı. Havada hafif bir ıslak toprak ve yün kokusu vardı, derin bir nefes aldı:
-Hey gidi Şakir, hey! dedi. Üç günlük dünya. Bak, can bir çıktı mı, bitti, gitti işte.
edebiyathaber.net (11 Eylül 2022)