Parka gelmiş bekliyorlardır beni. Az önce telefonum çaldı. “Füsun’dur” dedim, açmadım. Hem telefonla konuş hem yürü, olacak şey değil. Hele de Ankara sokaklarında: Yol kenarına kaldırıma park etmiş arabalar, üstüne üstüne gelen insanlar… Şu yanımdan geçen yeniyetmeler gibi bizim Oğuz da olmadık yerde orasına burasına el atmıyordur değil mi? Yapmaz benim torunum! Hülya tek başına iyi yetiştirdi onu. Kabul etmek lazım, çocuk büyüdü artık. Kendi başınayken ne yaparsa yapsın, kime ne? Oğuz nerdeyse her hafta sonu bende ama Orhan Bey de kıymetimi anladı, gelmesine laf etmiyor artık. Oğuz akıllı çocuktur, evde Orhan’a hiç göstermez kendini, rahatsız etmez onu. Bana saygıda da hiç kusur etmez. Birkaç haftadır “Assubay okuluna gidecem, yatılı okuycam” diye tutturdu durdu. Ee tabii, Hülya eve o içkici adamı koca diye getirince… Çocuk haklı, kurtarmak istiyor kendini.
Yürürken terledim, rüzgâr da esiyor. Sırtımda tülbendim var çok terlersem çeker çıkarırım. Rüzgârdan korkum yok. Hoşuma da gidiyor, aynı gençlik günlerimin rüzgârı. O yıllarda en yakın arkadaşım Emel’di, onunla da gelirdik bu parka. Fotoğrafının Ses mecmuasında ilk çıktığı zamanlardı… daha filmlerde oynayıp meşhur olmamıştı. Gençlik Parkı’nda Japon Bahçesi’nde söylüyordu; fasıldan sonra, Âşık Veysel’den önce. Uvertürdü yani, ayıp değil ya! Bir çarşamba günü kadınlar matinesinde rahmetli annemle birlikte dinlemiştik. Üzerindeki ona çok yakışan japone kollu mavi tuvaletini hâlâ hatırlıyorum. Ucuz bir şeydi ama endamı güzel olduğu için o bile çok yakışmıştı. Doğrusu gösterişli kızdı. Henüz İsmet’le evlenmemişti, hatta İsmet piyasada bile yoktu. Küçücük bir fotoğraftı Ses‘te çıkan ama ne kadar sevinmişti. Mecmuayı birkaç hafta o meşhur rugan çantasında taşımış bana dolmuşta gösterip durmuştu. Kıbrıs Talebe Yurdu vardı, sözleşmiş gibi onun önünde dolmuş beklerdik. Nerdeyse elti olacaktık… kısmet değilmiş. Geçen yıla kadar hâlâ duruyordu o bina. Sonunda onu da yıktılar, yerine kocaman bir apartman diktiler. Çok önceleri Akil’ânımların da Melek hanımların da evleri yıkıldı tek tek. Eskilerden hiçbir şey kalmadı bu sokakta, eski adı bile yok artık.
Emel’le dolmuşta yan yana otururken çantasının üstü parmak izi dolu olurdu. Kim derdi ki o hâllerinden sonra o Emel böyle parlayacak, Emel Sayın olacak. Dolmuşta birbirimizin parasını vermeye çalışırdık. Fakirmişim gibi davrandığı olurdu. Belli etmezdim ama nasıl gücenirdim. Eski günlerdeki gibi gazinolarda şarkı söylüyor olsa, benim de iyi giyindiğim bir gün olsa; Mualla’nın, Orhan’a söylemeden atasım gelen öteki kıyafetleri gibi dolapta toz toplamaktan başka işe yaramayan, siyah elbisesinin etek boyunu biraz kısaltıp giysem; Mualla’nın fotoğraflarda Orhan’ın yanındaki hanımefendi hâli gibi olabilsem; gazinonun çıkışında beklesem onu, çıkarken yanına yaklaşsam, “Tanıdın mı beni?” diye sorsam… – Dışardan bakan hiç kimse anlayamaz ama şu anda sol dizim mahvediyor beni. Doğrusu buna da şükrediyorum. İki ayağımın üstündeyim. –
İşte üçü de gelmiş, bizim bankta oturuyorlar. Tülay el sallıyor. Beni bekleyen bu kadınlar anlattıklarıma bayılır, dadandılar âdeta bana. Eskiden beri kafamdan geçenleri anlatmak ferahlatır beni. Annem, “Kız dilli düdük, sen deli misin nesin… nerden bulup çıkartıyorsun bu anlattıklarını?” derdi. Bildiğim insanları, içimdeki sesleri anlatmak hoşuma gider rahatlatır beni. Bu kadar çok şey yaşayınca… Hiç sözünü edesim gelmez: Yoksulluk görmüşlüğüm de var benim, o konulara hiç girmem. Evlenmeden önce yaz tatillerinde Kızılay’da, ABC’nin yanındaki pasajın ikinci katında, yapma çiçek atölyesinde çalıştım. Çetin sağken günü birliğine evlere dikişe de çok gittim.
Yakındaki Düveroğlu’nun kebap kokuları parka kadar geliyor. “Tavşan kanı” diyerek sesini bize işittiren, büyük çınar ağacının yanındaki kafenin tanıdık seyyar çaycısından birer çay alıyoruz. “Hadi başlasana” diyorlar.“Bir eski zaman sinemasının kuytu bir locasında bir kadın ve genç bir oğlan gördüm. Kadın evli” diyerek başlıyorum. Füsun, “Hikâyeni yine sondan başa doğru anlatsana” diyor. “Oğlanla kadın yanlarına kabuklu fıstıkla içecek bir şeyler almışlar…” Semra ortaya atlayıp “Şeytana uyan kadın çok” diyor. Ona da az önce Füsun’a baktığım gibi bakıyorum. “Locadaki sandalyelerden birini kapının koluna dayamışlar” deyince, Tülay da Füsun da gülümsüyor. Semra “Ordaymış gibi anlatıyorsun, yaşatıyorsun” diyor, “Belli ki kadının canı istiyor” diye ekliyor.
Alışverişe çıktığımda parkta buluştuğum bu kadınlar beni dinlerken ağzımın içine düşerler. Üçü de münakaşasız erkek düşkünüdür: “Genç bir oğlan gördüm” der demez bunu bir daha anladım. Hep derim, bu kadın milletinin kimisi teneşire kadar erkeğe doymaz. Mesela şu iki koca eskitmiş Tülay: Bu yaşında o yolun yolcusu kadınlara bedel. – Oğlunun mühendis olduğu doğru mu acaba? – O, oğlumun hediyesi dediği, elden düşme külüstür telefonu yanımızdayken ikide bir çalar durur; her çaldığında gözlerinin içi güler, bizden uzaklaşıp konuşur; ardından, ya “Abimdi” ya da “Oğlumdu” der. Eminim her seferinde başka bir erkek arıyor. Onunla da; Allah’ın cimrisi, yaşını bir türlü söyletemediğim, her fırsatta “Başımdan bir evlilik geçti, ama ben kızım” diyen Semra’yla da; “Rahmetli kocam emekli subaydı” diye övünüp duran Füsun’la da mecburen arkadaşlık ediyorum. Şu Füsun’a mesela, kıytırık bir mektep mezunu işsiz oğlunu “Maşallah” diyerek bile soramazsın, çok kızar. Neymiş? Nazar değermiş. Aslında hiçbiri bana layık değil ama insan insana mecbur… Onlar da olmasa kime anlatırım bu içimden gelen seslerin hikâyelerini?
Anlatırken benim de çoğunu ilk defa duyduğum, bir daha anlat deseler anlatamayacağım, sözlerine hükmedemediğim kendi başına buyruk seslerin bana işittirdiği hikâyeleri yaşamak, yaşarken anlatmak hem ferahlatıyor, hem de ürkütüyor beni. Duyduğum sesler, içimde gittikçe azalıp kaybolan beni esir alıp kendileri yapacaklarmış gibi geliyor… Bankların üstünde vakit öldüren bu kadınlara bakıyorum. Anlattığım insanların nefeslerini nefesimde hissediyorum. “Yarın belki yine gelirim” diyorum. “Mutlaka gel, sensiz tadı hiç olmuyor. Kocası öğrenince kadınla oğlana ne oldu anlatırsın” diyorlar. Hayatlarına renk katıyormuşum… Ben onlardan değilim, Allah’ıma şükür kendimim…
Güneş vurunca tektaşım nasıl parlıyor! Parmağımı biraz sıkıyor ama olsun: Hepsi de gözlerini ayıramadılar. Eve dönerken eczaneye uğrayacağım, ruj da alacağımı hatırlatsın diye taktım, artık her gün takacağım. Ruj sürmesini de öğrenirim yeniden. – Bu yüzük artık sahiden benim değil mi… – Çetin rahmetli, yaşasaydı mutlaka anlardı affederdi beni biliyorum…
edebiyathaber.net (22 Nisan 2023)