Öykü: Umuda kırpıntı | Rabia Coşgun

Kasım 19, 2024

Öykü: Umuda kırpıntı | Rabia Coşgun

Hadisene, demişti görünmeyen elleriyle arkamdan itelerken. Hadi, vakit geldi.

Git diyorum sana, diyerek ufak valizi küçük bedenimle beraber kapının önüne bırakmıştı. Valiz ve bez çantadan oluşan yolculuk hazırlığı görünürde tamamdı. Eksik kalan uzaklığın bende olan telaşının anlaşılmamasıydı. Elimi son kez uzattım. Ama tutmak istediğim el yoktu, annem ellerini bir yerlere saklamıştı sanki. Annem severdi beni. Severdi aslında. Bunlar hep çaresizliktendi.

Kapının önüne sürükler gibi çıkarması da, uzanan elimi görmezden gelmesi de hepsi nasıl davranacağını bilememesindendi. O zaman aklım bu kadarına yetiyordu.

Babam çoktan ayakkabılarını giymiş, kapının önünde bekliyordu. Babalar hep kapının önünde beklerler, anneler içeride. Üzgün diye düşünmüştüm o zaman. Babam üzgün. Üzgündü sanırım. Öyle mi görmek istemiştim?

-Her tatil, hatta dilediğin hafta sonu da gelebilirsin, demişti nihayet. Belki de telaşımı anlamıştı sendeleyen adımlarımdan.

Yolculuğun sıkıntısından sıyrılmak ister gibi aceleci bir hali vardı bu sözleri söylerken. Bazı duyguları üzerinden hızla savuşturmak ister gibiydi. O zaman anlamamıştım avutulmanın bu kadar kolay olduğunu. Sevinmiştim de. Umuda bir kıpırtı oluşmuştu içimde. Daha o an unutmuştum bile kapıya sürüklenerek getirildiğimi. Bu umudun kıpırtısı ile babamın gözlerine yeltendim. Gözlerini arabanın tekerlerine çevirmişti. Arabasını severdi babam. Belki de en çok arabasını severdi. Bir şeyi sevmek iyidir. Araba da olsa iyidir sevecenlik. Sonra tekrar gözlerine döndüğümde dehşete düşmüştüm. İlk defa fark ediyordum ki babamın gözleri yoktu. Beni göremezdi. Sonra da görmedi zaten.

Neydi ki, topu topu bir ilçeden başka bir ilçeye gidiyordum. O da bunu söylemişti teselli niyetine. Uzaklığın tanımı bu kadardı, bir ilçeden başka bir ilçeye kadar. Ve ne zaman istersem ailemi, kendi evimi ziyarete gelebileceğimin müjdesini veriyordu. Sonraları terk edilmişlik duygusu uzaklığı öğretti ama öğrenmez olsaydım. İlkokuldan sonra yatılı okul, sonra diğer bir yatılı okul daha, sonra… Okullardan çok şey öğrenmiştim ama hiçbiri o uzaklık kadar belletici olmadı.

İnandığın yerden kırılmalar o zaman mı başlamıştı?

Adımı o büyük devrimciden almışım diyor karşımda konuşan adam. Ve konuşmasına devam ediyor. Babam onun gibi olmamı çok istedi ama ben çağın gereğini ondan daha iyi çözdüm. Psikolog oldum, diyor. Konuşuyor, konuşuyor. Hiç susmuyor. Sorular soruyor. Cevaplarını bildiğini sezdirmeye çalışan sorularından çıkan tiz sesi kulaklarıma daha çok batıyor. Psikologların sınırsız konuşma hakkına sahip olduğunu ispata çalışır gibi bir hali var.

Bense oldum olası sevmedım psikologları ama gelmiş oldum bir kere. Her şeye bir sebep bulma gayelerini, açığa çıkarma, rahatlatma istemlerini sevmem mesela. Konuşacağım ama içimde durmadan yanıp sönen bir soru da benden gelsin istiyorum; Ruhun eriyen yanlarını benden daha iyi kim anlayabilir?

Hayır. Bir keresinde, sadece bir sefer, küçücük bir anda sevdiğimden daha çok sevildiğimi düşünmüştüm. Düş üşümeyecekti. Ama bu çok uzun sürmedi. Düşlerimin ardından düşüşlerim geldi. Düşüşlerimde yine göremediğim ellerde ağaçların kuru dalları çıtır çıtır ses çıkardı önce. Kimisi töre dedi, kimi çocukların, kimi kocan… Kocam evet, ilk gençlikten, daha mektebi bitirmeden başımı bağlayıp; saçlarımı, bedenimi kapatınca ona ait olduğumu düşündüğünden gerinerek gezen adamdı. Nereden bilecekti ki düşlerimin sahibini eğer ben söylemeseydim. Sevdi beni, demeseydim. Sen sevmedin, o sevdi beni dediğimde. Sevdi. İnanırım sevgiye. Tanırım sesini. Hem güzel sözler dökülür sevginin dilinden. Kim inanmaz ki güzel sözlere.

Sonra sevgim ikilemlere düşürdü. Bu sefer de o dedi, sen hâlâ burada mısın? Ne zaman görmüştü ki annemi? Nerede, nasıl tanışmıştılar? Ne vakit sözleşmiştiler de tekrar eden sözlerle yine kapıya sürülmüştüm? Bunu hiçbir zaman anlamadım. Anladığım sevginin dili başka, sevgisizliğin başkaydı.

Evet sen psikolog, sen devrimci olmadın ama benim gizimi de çözemedin. Bu da çözülmeyiversin. Bak daha bitmedi, madem anlat dedin, psikologlar hep konuşmazlar, dinlerler de. Hatta en çok onlar dinlerler.

Her şeyin sonunu o sabah getirdi. O gün her günkü yolumu değiştirip daha önce hiç gitmediğim bir sokağa girip yürümeye başladım. Her şeyin başka olmasını istediğim bir gündü. Kararlıydım. Beni yutmaya ahdetmiş bu izi silecek, olması gerektiği gibi yeni baştan yazacak, çizecektim.

Yürüdükçe yol uzuyordu. Çıkmaz bir sokak gibiydi. Normalde hep aynı duraktan otobüse binerdim ki defalarca binmeden önce telefonla konuşmuşluğum vardı. Ama artık hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordum. Hatta işe bile gitmek istemiyordum. Her yer, her şey sanki o kalıntının eseriydi de beni bambaşka biri yapmıştı. Aylardır hatta yıllardır kendisiyle uğraştıran, her halimi manipüle eden, hatta kimliğimi bile çalmaya çalışan kısır döngüden çıkmanın vaktiydi. 

Kararlıydım dedim ya, neye mal olursa olsun o gün tüm çizgiler silinecek, bu varlık yokluk arası gidip gelmeler bitecekti. Ağaç olsa onca sözüme, hüznüme dayanamaz bir dalını koyuverirdi önüme. Ama bu öyle bir durumdu ki bir düşten aniden uyananların sersemlemiş ruhları gibi dolanır olmuştum. Yaşamın orta yerinde dayanaksız, cevapsız onca soruyla kalakalmıştım. Uykumda bile rahat yüzü yoktu artık. Uykunun en dip yerinde birden üzerime bastırmaya başlıyordu ve kıpırdamama bile izin vermeyen karabasan gibiydi. Sesim soluğum çıkmıyor, gözlerim kimseye dokunamıyordu.

Sokak uzun, ağaçlıklı bir yoldu. Yürüdükçe iki yanına sıralanmış evler seyrekleşerek devam ediyordu. Bu silme ahdiyle giderken dalgınlığıma yenik düşmüş nihayet bir dönemece gelmiştim. Sola mı sağa mı gidecektim? Neye göre karar verecektim, bir türlü kestiremiyordum. Zamansa gittikçe daralıyordu. Gün bitmek üzereydi.

Sonra o ses gelmeye başladı. Önce ne olduğunu anlayamadım. Bir rüyadan uyanır gibi sağa sola bakmaya başladım. Neden sonra sesin telefonumdan geldiğini anladım. Ama açmadım çünkü o gün sadece bana ait olacaktı. İçinde kimseyi istemiyordum. Ses sustu. Neden sonra içimde başka bir rahatsızlık oluştu. Arayanın kim olduğuna bile bakmamıştım.

Gideceğim yöne karar vermiş yürürken ses caddenin tam ortasında yine çalmaya başladı. Bu sefer daha uzun çalıyordu sanki. Karşıya geçene kadar susmazsa açacağım diye kendimle anlaştım. Öyle de oldu, karşıya geçtim, telefon çalmaya devam etti.

Karşıdan belirsiz, sanki hiç tanımadığım bir sesti konuşan. Bir taraftan da çok yakın tanıdığım, sanki hayatım boyunca hep duymayı istediğim sesin sahibi gibiydi. Küçükken ayrılmıştık birbirimizden. O evde kalan, ben giden olmuştum. Meğer bilinçaltı ne oyunlar kuruyordu insana.

Öldü, diyordu tanıdık ama çok uzak sesin sahibi. Duydun mu? Duymuş muydum? İçimdeki ses ilk defa konuşur gibi soruyordu.

Beni niye kapıya ittin anne?

edebiyathaber.net (19 Kasım 2024)

Yorum yapın