İnsan:
Karanlık… Yaşamak, ölmek… Boğazımı yakan tuz, çaresiz çığlıklar… İlk olarak sırtımdaki çanta beni terk ediyor sonra ayakkabımın teki. Sıyrılan elbisem… Göbeğime bantladığım hayat sigortam; param. Işığa uzanan ellerim, beni aşağıya çeken karanlık. Hatıramdaki son şey; çam ağaçlarının arasından sıyrılıp tenimi öpen sabah güneşi.
İnsan Kaçakçısı:
Küçücük otel odasında durmadan volta atıyorum. Kalbim ağzımda atıyor sanki. Sürekli kendimi sakinleştirmeye çalışmaktan yorgun düşüyorum. İçimde yumruk yumruğa kavga eden iki adam var.
-Bir şey olmayacak. O bot karşı kıyıya ulaşacak. Artık bi otur oğlum!
-Nasıl böyle rahat olabiliyorsun? Ya o insanlara bir şey olursa…
-Ne olacak ki… Bota bir şey olsa bile her şeyi üstlenecek adam hazır.
-Düşündüğün tek şey bu mu? Sen ve alacağın ceza mı? Sen… Nasıl bu kadar ahlaksızlaştın.
-Bir de soruyorsun, borç batağındayım. Bu bir şans, bütün borçları kapatıp, karımın bana tekrar dönmesi için. Anlamıyor musun… Hem sen yıllarca ahlaklı yaşadın da ne oldu? Çalıştığın şirket biraz zarar edince, patronun seni kapının önüne koymadı mı? O kadar emeğin, okumak için harcadığın yılların çöpe atıldı. Kimse çektiğin ev kredisini, çocuğunun okul taksidini düşünmedi. Sonunda bankalar seni ezip geçerken, yapayalnız kaldın. Şimdi sus artık! Susss…
-Susamam… Tekinsiz adamlarla yasadışı iş yapmak bana göre değil.
-Yasadışı masadışı umurumda değil! Adamlar işi biliyor. Bak, paranın yarısını da aldım! Bu iş bitsin diğer yarısını alırım. Söz, bir daha böyle bir işe girmek yok.
-Haydi oradan… Kumara başlarken de böyle demiştin.
-Öffff!.. Sus artık. Sus, sus…
Yorgun argın yatağa oturuyorum. Mültecilerin karşı kıyıya ulaşmasını beklemekten başka yapacak bir şey yok. Mini bardaki şişeyi alıp kafamadikiyorum.
İnsan:
Cep telefonumdaki mesajı tekrar tekrar okuyorum. “Yarın sabah yüzme dersimiz var.” Bu, bize daha önce verilmiş bir şifre. Ormanlık bir alanda toplanıyoruz. Önce vermemiz gereken parayı topluyorlar. Sonra yolculuk sırasında yapmamız gerekenleri üstünkörü anlatıyorlar. Yanına fazla eşya alanları uyarıyorlar. Kimi ağlayarak kimi de sessiz sedasız çantasını boşaltıyor. Ailecek gelen de var, benim gibi tek tabanca takılan da. Büyüklerin asık suratına rağmen koşan, gülen çocuklar umut veriyor bana.
Kalabalıktan uzaklaşıp göbeğime bantladığım telefonu çıkarıyorum. Telefonumda kayıtlı tek numaraya ileti atıyorum. “Bu akşam dolunay var.” Biliyorum, beni bekliyor olacak. Savaş başlamadan önce verdiğim bir seminerde tanıştık onunla. Feyruz’u dinlerken içtiğimiz bir kahve sonrası bir daha ayrılmadık. Ta ki bir gün tepemize bombalar yağana dek… Ben ailemi kaybettim. O ise babasını ve erkek kardeşini… Bir süre birbirimizden haber alamadık. O, savaştan kurtarabildiği annesini ve kız kardeşini alarak buraya sığınmış. Ben de zorlu bir yolculuk sonrası sınırdaki kampa ulaştım. Geride ailemi, hayatımı bıraktım. Umudumu kaybetmek üzereyken kampta onu gördüm. Ülkesinde iki saygın akademisyen olan biz, bütün hiçliğimizle sarıldık birbirimize. Bir süre kampta kaldıktan sonra oradaki kötü şartlara dayanamayıp Muğla’ya geldik. Elimizdeki bazı değerli takıları satıp Yunan adalarına geçmeye çalıştık. Kıyıya çıkmak üzereyken sahil güvenlik bizi fark etti. Herkes suya atladı, var gücüyle yüzmeye başladı. Sevgilim annesine yardım ediyordu. Kıyıya yaklaşırken bacağıma kramp girdi, yüzemedim… Bana doğru yüzmeye başlayan sevgilime “Giiiiit! Ne olur git…” diye bağırdım. Kendimi suya bıraktım. Yunan Polisi, bir gün sonra bizi buraya iade etti. Yine ayrı düşmüştük. Burada bir yıl boyunca yapayalnız hayata tutunmaya çalışmak… Misafir olduğum bu topraklarda hiçbir yere sığamamak…
İnsan Kaçakçısı:
Gözlerimi kapatıp tam dalmak üzereyken telefonum çalıyor. Arayan, botun kalktığı koyun bekçisi, “Abi koş bot batmış, burası karışık… Hemen gel!” diyor. Düşünmeden ceketimi alıp çıkıyorum otelden. Arabamı koya yakın park edip otele yürüyerek gelmiştim. Gece yarısı taksi bulma şansım olmadığı için koşarak koya gidiyorum. Her taraf jandarma kaynıyor. Nefes nefese, endişe ile denize bakan bekçinin yanına varıyorum. Bekçi beni görünce rahatlıyor. İçtiğim bir şişe içki pis pis sırıtıyor içimde. Suçlu suç mahalline geri dönmüştü.
Sahil güvenlik ölmekten kurtardığı mültecileri tek tek kıyıya çıkarıyor. Kaç kişi olduklarını saymaya çalışıyorum ama nafile. Anlaştığımız sayının çok üstünde. Tekneden inenlere battaniye dağıtılıyor. Titriyorlar. Konuşan ya da ağlayan yok. Bir gece vakti, umut yolculuğunda onları bulan o tanıdık his; ölüm sessizliği… O insanları ilk defa görüyorum; kadın, erkek, çocuk… Sonra dört kişinin tuttuğu o mavi torbalar inmeye başlıyor tekneden. Ensemde kabaran tüyler… Ayıldıkça beni içine çeken girdap… Öylece dikiliyorum.
İnsan:
Güneşin batışını izlerken, beynimden içeri sızmasına engel olamadığım “Ya bu manzarayı bir daha göremezsem…” şüphesiyle ürperiyorum. Umudum azaldıkça ben küçülüyorum. Burada karşılaştığım o kötü insanlar, yaptıkları teklifler… Bana şüpheyle, yer yer nefretle bakan gözler… Kafamı iki yana sallıyorum. “Dur!” diyorum kendime, “Seni evine alan o teyzeyi düşün, iş veren lokanta sahibini, kahve içip sözcüklerin yetmediği yerde mimiklerinizle konuştuğunuz komşunu…” O kıyıya varıp sevdiğime kavuşmamın inancıyla doğruluyorum yerimden.
Bota binme saati gelene kadar ormanın içinde oyalanıyoruz. Gece gruplar halinde kıyıya iniyoruz. Büyük bir bot beklerken, kendimizi o küçük botun içinde dip dibe otururken buluyoruz. İtirazlarımız içimizde bağırırken, susuyoruz… Başkaları tarafından daha önce kullanılmış can yeleklerimizi giyip gecenin karanlığında ilerliyoruz.
İnsan Kaçakçısı:
Omzuma birinin dokunmasıyla irkiliyorum. Genç bir jandarma “Burada ne işin var? Kimliğini ver…” diyor, veriyorum. Komutanının yanına gidiyor, bana bakıp bir şeyler konuşuyorlar. Sonrası hızlı oynatılan bir film gibi ilerliyor. Bot benim adıma kiralanmış, bekçi de bunu teyit etmiş… Gözaltına alınıyorum. Sanıyorum ki anlaştığımız gibi birileri gelip beni kurtaracak. Kimse gelmiyor. Mahkemeye çıkıyorum ve tutuklanıyorum.
Bir yıl boyunca devam eden davamda, ifadesini değiştirmesi için bekçiye, beni akşamüzeri botun yanında gördüğünü söyleyen iki mülteciye avukatım aracılığıyla para veriyorum. Annemin güzel evi boşu boşuna satılıyor. Kırk kişilik koğuşta yaşamaya devam ediyorum. Aldığım ölüm tehdidi ve susmayan vicdanım… Son davam; ağzımdan dökülen isimler, adresler… Oh be! Yerime oturuyorum.
İnsan:
Karanlık beni içine çekerken, biri saçımdan tutup yukarı çekiyor. Aniden ciğerlerime hava doluyor, öksürüyorum. Can havli ile yüzmeye çalışan insanlar ve geceyi döven çığlıklar… Gittikçe bize yaklaşan bir ışık… Hızlıca etrafımda dönerken karşıdaki zayıf ışıkları görüyorum. “Bu sefer pes etmek yok!” diyerek, var gücümle karşı kıyıya doğru yüzüyorum.
edebiyathaber.net (26 Eylül 2021)