“Umut var mı” diye sordu gazeteci kadın taksitle aldığı güneş gözlüğünü itinayla kılıfına yerleştirirken. “Yarın da en az bugünkü kadar mutlu bir adam olacağınıza inancınız var mı?” Aslında niyeti kafa karıştırmak değildi ama kelimeler ağzından çıkarken sanki onun planladığı düzende çıkmayıp bir de aralarına sürpriz arkadaşlarını katıyorlardı. Sabah almayı unuttuğu B12 ile mi çözülecekti bu garip durum. “Benim umudum var, geleceğe ve Rabbime inancım da tam çok şükür” dedi karşısındaki adam dipleri kahverengiye dönmüş sarı dişlerini göstere göstere gülümseyerek. Yanındaki taburede oturan ve elindeki boş çay bardağının içindeki kaşıkla oynayan genç araya girdi. “Abla buna sorarsan öyle der tabii. İsmail abimin hep umudu var. İşi gücü kazancı hep yerinde.” İsmail abisinden kahkahayı bırak sahte bir tebessüm bile gelmedi. Hatta yalandan “ulan ne komik adamsın” tarzı yarım ağız bir iltifatı bile çok gördü abisi. Niye böyle olmuştu ki? Halbuki orta okulda filan çevresindeki herkes çok gaz vermişti ona. Kahveye çağırıp çağırıp Maykıl Ceksın taklidi yaptırtıyorlardı. Yetenek yarışmasının Rize elemelerini de geçince, “dizilerde oynamak” onun için kuru bir hayal olmaktan çıkmıştı. Abisinin yanında, Zeytinburnu’nun eski ve çirkin apartmanlarından birinin eksi birinci katındaki rutubetli bekar evinde almıştı soluğu. İstanbul’dan, dizi ve film sektöründen, sanat camiasından nasıl bir karşılama umut etmişti kim bilir İsmail. Sabahın bu saatinde bir mahalle börekçisinin tabureleri üzerinde abisinin askerlik arkadaşına yaranmaya çalıştığına göre umduğunu değil, olsa olsa bulduğunu yaşıyor olmalıydı.
Süleymaniye Doğumevi’nin arka sokağında küçük bir börekçinin önündeki masalardan birindeler. Patronu “insanlara olumlu duygular yükleyecek, siz gençlerin deyimiyle pozitif, enerjisi yüksek sokak röportajları istiyorum senden” demişti. “Sızlananan, geleceğe kaygıyla bakan, karamsar, şikayetçi tiplere hiç bulaşma. Baktın ki iç karartıcı şeyler anlatıyor ağzından bal değil sirke damlıyor, hemen başkasına geç.” İktidarın hoşuna gidecek yeterince pembe bir tablo yaratabilirse gazetenin reklam gelirlerinin artacağını umuyordu.
Patronunun bu küçük hesaplarını çok da kafaya takmayan genç kadın bardağın dibinde kalmış ve soğumuş çayı bir yudumda içti. Gazetecilikten mezun olduğu gün onun da umutları vardı tabii. Modaya yön verenlerle konuşacak, defilelerin önünden ardından atıp tutacak Paris’i Londra’yı komşu kapısı belleyecek, Galata’nın ara sokaklarındaki az bilinen çok kaliteli butikleri ilk o keşfedecek, yazılarıyla yorum ve tespitleriyle sevilen sayılan önemsenen biri olacaktı. Umuyordu ki en çok satan dergilerin paylaşamadığı kızını sonunda annesi de takdir edecekti. Sevdiği işi yaparak annesinden aferin almaktı umudu. İstediği gibi bir dergide işe bir türlü giremeyip çocuk bakıcılığından düğün fotoğrafçılığına, özel ders hocalığından estetik kliniğinde sekreterliğe kadar çeşit çeşit yerde çalışmıştı. Burnunu kaldırmak, yanaklarını doldurmak, çenesini uzatmak, kelliğine çare bulmak için hayatlarında ilk defa geldikleri bir ülkede bıçak altına yatan bu insanların da umudu vardı elbet. Ameliyatlardan sonra daha güzel, daha havalı, daha karşı konulamaz olacaklarına ve bunun onları şimdi olduklarından kat kat fazla mutlu hissettireceğine dair müthiş bir inançla doluydular. Umudun en konsantre halini estetik kliniklerinde bulmak mümkündü. Gazetede işe başlamadan önce çalıştığı ve yabancı hastaların evrak işleriyle ilgilendiği klinikteki üç haftalık tecrübesine dayanarak geliştirdiği bu teoriyi müdürüne karşı yeterince savunamamıştı. Geçen ay işe başladığı gazetede pantolonunu göbeğinin üstüne kadar çeken ve eski tip tıraş kolonyası kokan patronu umut röportajları için ona doğumhanelerin ve doğumevlerinin çevresindekilerle konuşmasını buyurmuştu. Yaşlı adamın, umudun hayatın başlangıcında bir yerde olduğunu düşünmesi hüzün vericiydi.
“Dereotlu poğaça çıktı hanımefendi. Bir mi iki mi?” Diye seslendi tezgah arkasındaki börekçi. Ancak o zaman toparlandı genç kadın. Nerede ne yapmakta olduğunu hatırladı. Hafızasının bulanık koridorlarından çıktı.
Karşısında az önce üçüncü çocuğunun dünyaya geldiğini öğrenmiş Rizeli İsmail ve askerlik arkadaşının kardeşi Serkan vardı.
-Ne iş yapıyorsunuz, hayatınızı neyle kazanıyorsunuz İsmail Bey?
“Mezar kazıcısıyım ben” dedi adam. Pazarda ikinci el kıyafet satıyorum der gibi rahat. Çakmaklara gaz ikizlere takke dercesine. Araba tamir ederek, bahçe sulayarak veya saç sakal keserek geçinen bir adamın işi kadar sıradan bir işi varmışçasına. Yanındaki daracık kotlu çakma Gucci tişörtlü Serkan lafa karıştı yine. “Abla her Allah’ın günü illaki birileri ölüyor, birileri gömülüyor öyle değil mi? E bu merhumların içine yerleştirildikleri çukurları ha bu adam kazıyor. Hem maaş alıyor hem bahşiş. Müşteri memnuniyeti onda, iş garantisi onda. Abim tabii ki umutlu olacak.”
Gazeteci kadın sırtındaki ürpermeyi karşısındakilere hissettirmemeye çalışarak bakışlarını önündeki not defterinden kaldırmadan onun yerine sadece kaşlarını oynatarak konuştu. “Ölüm var olduğu müddetçe umut hep var diyorsunuz yani”. Dün gittiği doktorun kendisiyle doğru dürüst göz teması kurmadan, anlattıklarının hiçbirine tepki vermeden reçete yazışını anımsadı. Dikkat eksikliği, halsizlik, unutkanlık… Eczaneden ilaçları aldığında bir gram bile iyileşme umudu yoktu. Umudu verecek olan ilaç değil doktordu. Doktor ise doğru dürüst yüzüne bile bakmamış anlattıklarına kulak vermemişti. Muayene odasında bir arada geçirdikleri sekiz koca dakikadan fazla da bir şey umut etmemek en akıllıcasıydı. Kan tahlilinin sonuçlarına dayanarak bir iki vitamin yazıp göndermişti.
Dereotlu poğaça masaya gelince gazeteci kadın toparlandı. Meslek hayatının ilk röportajında kafasındaki bulanıklığın onu alıp götürdüğü saçma sapan yerlerden dönmesi gerekiyordu.
Yeni doğan bebeğinin onu nasıl hayata bağladığını, yaşama hevesini nasıl ikiye üçe katladığını, oğlunun dünyaya gelişiyle gözlerinin nasıl daha keskin bileğinin nasıl daha kuvvetli hale geldiğini falan anlatsın diye masasına oturup börek ısmarladığı İsmail, her gün birileri öldüğü ve ölmeye devam edeceği için bu kadar umutluydu bu hayattan. Bütün gün Zeytinburnu’nda kaçak Türkmenlerin çalıştığı tekstil atölyesinin karşısındaki büfede -ne eti olduğunu kendisinin bile bilmediği- dönerleri ekmek arası yapıp paketleyen Serkan, abisinin askerlik arkadaşına hayran mıydı gıcık mı oluyordu, orasını kestirmek zordu. Daha çok ona yaranmaya çalışıyor gibiydi. “Sizde var mı çoluk çocuk” diye sordu kadın. Serkan “yok abla ben bekarım” derken utanarak başını eğdi. İsmail abisine yan gözle baktı. İsmail “benim baldızı vereceğiz ona” deyip sarı kahverengi dişlerini bir daha gösterince elini kolunu nereye koyacağını şaşırıp sonunda dizlerinin üzerinde karar kılan Serkan. “Allah razı olsun abi.” diyebildi zor zar.
Bakalım çakma Gucci tişörtlü bu genç adam evlilikten umduğunu bulacak mıydı? Genel olarak hayat umduğunu değil bulduğunu yediğin bir sofraydı ve evlilik için de bu benzetmeyi yapmak yanlış olmazdı. Bazı adamlar ve bazı kadınlar evliliğe uygun değildi. Bunu bile bile, nikahta keramet vardır deyip değişeceklerini umut etmek sonunu herkesin bildiği bir fıkrayı insanlara zorla anlatmak gibiydi. Kimseyi güldürmezdi.
Gazeteci kadının aklı yine alakasız sokaklara sapacak gibiyken İsmail konuyu topladı. “O zaman ben şimdi kalkıyorum, nüfus müdürlüğüne gidiyorum, çocuğun da adını Umut yazdırıyorum,” dedi masaya vurarak.
Kimsenin beklemediği ama herkesin hoşuna giden bir final olmuştu açıkçası. Hesabı ödedikten sonra gazeteci kadın patronuna mesaj attı: Manşet: Her gün ne umutlar doğuyor!
edebiyathaber.net (28 Eylül 2024)