Paslanmış asma kilidi açmakta zorlanıyorum. Sabah güneşi sırtımda. Saçlarımı havalandırıp terli ensemi ferahlatıyorum biraz. Boncuklarla süslü ipin ucundaki küçük çanın sesiyle açılıyor dükkânın kapısı. İçerisi hatırımdaki kadar büyük değil. Soğutuculu büfe boş, fişi çekili. Beyaz duvara çakılı ikili askıda eski, kahverengi bir ceket asılı. Sesler, kokular terk etmiş dükkânı, alan, veren, işleyen eller kaybolmuş, gözden düşmüş bir yalnızlık çarpıyor insana. Güneş bile ön camını yalayıp geçerken tozlu ışığını sakınarak görmezden geliyor sanki.
Eskiden mahallelinin uğrak yeriydi dükkân. Şehrin merkezine yakın, işlek bir sokakta, üç katlı binanın girişindeydi. Yanında önce bisikletçi, sonra tuhafiyeci vardı. Şimdilerde ise emlakçı. Misafire, iftara, bayrama hazırlananlar, gözleme, börek, hamur işi yapanlar yufkacı Remzi’nin kapısını aşındırırdı. Camekânla bölünmüş mutfakta eğilip doğrulurdu annem. Üstünde aşçı yamağı kıyafeti, başında başlığı, kocasının oklavayla açtığı ince, yuvarlak yufkaları özenle paketleyip müşteriye verirdi.
Çocukluğumun un kokulu anıları, kitaplığımın altına itilmiş bir kutunun içinde, siyah beyaz fotoğraflarda saklı. Kiminde yüzüm ayakta duran annemin bacağına gömülü, kiminde oğlan kardeşimin arkasında alnımla gölgelenmiş. Benden iki yaş küçük kardeşimin doğumundan birkaç ay sonra hastalanıp ölen biyolojik babamın vesikalık resmi bana hep yabancı. Annemin minnettar bakışları altında baba bildiğimiz Yufkacı Remzi’yle birlikte hiç resim çektirmemişiz.
Yufkalarını üst üste dizerken oklavayla kaldırıp inceliğiyle övünmeyi pek severdi babam. Anneme “Hanım,” diye seslendiğinde işini gücünü bırakıp ilgilensin isterdi. Esmer tenine, tombul vücuduna, çatlak parmaklarına narin bir çiçek ismini yakıştıramadığı karısına uluorta “Nergis,” diyemezdi herhalde. Etrafında dolanan anneme emirler yağdırırdı. Hamur açtığı oklavayla bir ritim tutturur, o ritim içinde kaybolurdu. Sakin, dingin, olanı biteni kabullenmiş gibi görünen gözleri alev saçardı bazen. Hiddetlenince yıkar, devirirdi ortalığı. Sonra yine sütliman. Kışın sobanın üstünde buharı tüten çaydanlıktaki çayı demlemeyi kimseye bırakmaz; yazın kavun, karpuz eksik olmazdı yemek masasından. Arada bir çilingir sofrası isterdi. “Peynir getir kızım,” demesini bekler, ayrılmazdım yanından.
Tezgâhta duran oklavasını ileri, geri döndürüyorum. Ellerim düz, parmaklarım gergin.
Mutfakta babamı izlemeyi severdim. Tezgâha serpilirken taklalar atan un zerrecikleri burnumu gıdıklardı. O beyazlık ve yumuşaklık içime huzur verir, uykumu getirirdi. “Hamur işleri meşakkatlidir,” derdi annem. “Un eline yapıştığında dokunduğun yerde iz bırakır. Sıvıyla karıştığında kıvamı değişir, bambaşka hallere girer. Hamuru çok hırpalamadan yoğurmalısın, yoksa küser. Şekil vermeden önce kendini toplamasına, dinlenmesine izin vermelisin.”
Orta okulu bitirdiğimde dükkâna soğutuculu teşhir büfesi, tüplü ocak, gözleme sacı ve yuvarlak fırın alınmıştı. Mutfakta oklava tıkırtıları, kap kacak sesleri, yağ cızırtıları duyuluyor, kokular sokağa yayılıyordu. Lavaş, gözleme, katmer, mantı, siparişle baklava, börek de yapılıyordu. Yufka açabilen yardımcı bir kadın işe alınmış, yufkacı Remzi’nin sigara molaları çoğalmıştı.
Zemindeki yeşil marleyde ocaktan sıçrayan yağların bıraktığı bölük pörçük lekeler hâlâ duruyor. Bir keresinde yağdan yanmıştı ayağım, geri çekiyorum istemsizce. Kucağına alıp musluğun altına taşırken babamın gözlerindeki endişeyi, kuş gibi hafiflediğimi hatırlıyorum.
İşe alınan yufkacı kadın pek gayretli, istekli başlamıştı çalışmaya. Hamur yoğururken memelerini titretiyor, bir omzunu açıkta bırakan geniş yakalı penye bluzuna aldırmıyordu. Annem kadını takip etmekten, ona laf yetiştirmekten yorgun düşüyordu. Başına bone takmıştı ama yamak kıyafetini “Çok terletiyor abla, giymesem olmaz mı?” diye geri çevirmişti. Yerli yersiz hepimize övgüler diziyordu. “Sen bu çocukları nasıl böyle güzel doğurdun abla?” sorusuna ne cevap vereceğini bilememişti annem. Yaranmak istediğinde bile imalı, dikenli bir dili vardı. “Otur artık köşende, gençler dururken yorma kendini,” “Ellerine vazelin ister misin abla?” Kafası karışmıştı annemin, donuk bir bakış yerleşmişti gözlerine. Buzul yutmuş gibi kaskatı dolaşıyordu ortalıkta. Gerçi kadın “Nergis abla,” diye sesini şıkırdatınca gevşeyip erimeye yüz tutuyordu ama içten içe buruktu dudaklarının kıvrımı. Yeri geldiğinde hepimizi kullanıyor olsa da, alışmıştık kadına. “Un çuvalını kap getir aslanım,” der demez fırlıyordu delikanlı kardeşim.
Dört yıl boyunca içli dışlı olduğumuz yufkacı kadın aileden biri gibiydi artık. Bir yaz akşamı babam eve gelmedi. Ertesi gün boyunca da ne yufkacı kadın, ne kendisi göründü. Sorup soruşturduk akrabalara, tanıdıklara, konu komşuya, kimse bilmiyordu. Oğlan kardeşimle dükkânda uykusuzluktan gözleri çökmüş annemin kollarına girip caddedeki telefon kulübelerine gittik. Yandaki tuhafiyecinin kalın, sarı telefon rehberinden hastane ve karakol numaralarını not ettiğimiz kâğıtları aramızda paylaşmıştık. Gazete büfesinden jeton aldık. Ankesörlü telefonların birinde bir polis memuru konuşuyordu. Üçümüz diğer telefonların başına geçtik, numaraları aradık. Hiçbirinden sonuç alamadık. Dükkâna döndük. Hepimizi bir düşünce aldı. İşaret parmağım tezgâhta kalan un zerrecikleriyle yuvarlak şekiller çizerken izlerini sürdü. Annem bir yufka açtı, ben bir yufka açtım. İncelikleriyle nispet yaptık birbirimize. Kardeşim duvardaki saatli maarif takviminin koparılmamış sayfasında babamın eğri büğrü notunu görünce “Hah,” diye sıçrattı bizi. Tatile gittiğini, on gün sonra döneceğini yazmıştı.
Şimdi aynı duvarda gemici takvimi asılı. Şerit göstergesi üç hafta öncesinde kalmış.
Döndü gerçekten. Annemle bana deniz kabuğundan kolye, kardeşime güneş gözlüğü almıştı. Yufkacı kadını hiç sormadı annem, o da bir şey anlatmadı.
Üç yıl geçmeden uykusunda kalbi durdu annemin. Ben evlendiğim subayla başka bir şehirden, kardeşim de işçi olarak gittiği Almanya’dan geldi cenazeye. Omuzları çökmüştü babamın. Bizimle göz göze gelmekten kaçınmıştı.
Yufkacı Remzi’nin bir daha evlenmediğini, yirmi beş yıl sonra mezarı başında öğrendim.
Tezgâhın altındaki çekmeceyi açıyorum. Kurşun kalem, sigara, çakmak, birkaç faturanın altında uçları sararmış siyah beyaz bir fotoğraf var. Dükkânın önünde çekilmiş. Kardeşim annemin kucağında, daha bebek. Ben ağzımda emzikle babamın kucağındayım.
Tijen Ergönen kimdir?
1965 yılında Ankara’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Y.O. mezunu. Fizyoterapist olarak çalıştı, emekli oldu. Ankara’da değerli yazarlarla öykü atölyelerine katıldı. Öyküleri,2016İbni Sina Öyküleri kitabında, Oggito.com’da, edebiyathaber.net’de yayınlandı.
edebiyathaber.net (17 Mart 2020)