Eve girdiğimde ilk iş camları açtım.
“Nasılsın bu sabah Nagehan Sultan!” diye içeri seslendim.
“Ragıp sen mi geldin?”
Bu sabah da Ragıp olduk. Buyur buradan yak. Geçen hafta Serap’taydı sıra. Ev tertemiz. Buzdolabını açtım. Oh oh duyan gelmiş. İyi kazanıyor, iyi kazanıyor bu Serap. Eee koskoca ana haber spikeri. Kahvaltılıkları çıkarıp tepsiye yerleştirdim. Çay için su koydum ocağa. Annemin bakıcısı Konya’ya gidiyorum diye izin alıp gideli altı ay oldu. Ve sanırım orada erenlere karıştı. Yerine bulduğumuz kadınların hepsi fos çıkınca iş başa düştü. Dönüşümlü geliyoruz Serap’la. O evi siliyor, yemek yapıyor, buzdolabını dolduruyor, ben de böyle işte tepsiye koyup götürüyorum. Onca sene oğlan çocuğunu kayıran annem şimdi tüm bunları değerlendirecek durumda olsa elbet söyleyecek bir çift lafı olurdu.
Tepsiyi alıp yanına geçtim. “Hadi bakalım kahvaltıya sultanım!”
“Cevat şu perdeleri kapat yüzüme güneş geliyor.” Bir şey söylemeden kapalı perdeleri açıyorum.
Ragıp yirmi altı yaşında trafik kazasında ölen dayımın adı, Cevat on üç yıl önce ölen babamın… Ekmeğe önce tereyağı üstüne vişne reçeli sürüyorum. O da hep böyle hazırlardı bana çocukken.
“Şu radyoyu kapat, kafam şişti Kemal!” Yerimden kalkıp kapalı radyoyu açıyorum. Kemal kimse artık!
‘Yan yana geçen geceler unutulup gider mi dostluklar birden biter mi…’
Ne zaman bu adam çıksa televizyona “Hastayım ulan şu herife!” derdi. Annem değil tabii. Annem öyle lanlı lunlu konuşmazdı hiç. Sigarasını ojeli parmaklarının arasına alır ‘aç lan şunun sesini’ diye bağırırdı. Çekirdeğe çiğdem, simide gevrek bana gavat derdi! Ne güzel komşumuzdun be Handan abla!
Babamın kaçıncı görev yeriydi bilmiyorum. Benim ilkokula başladığım yıldı Çorum’dan Bursa’ya gelişimiz. Daireye yakın diye Çarşamba tarafında bir ev tutmuştu babam. Birbirlerine yapışık apartmanlardan oluşan bir mahalleydi. Cepheleri doğru hesaplanmadığı için ya da birbirlerine çok yakın olduklarından pek güneş görmeyen, çoğu o dönem Almanya’da yükünü tutup memlekete dönen aileler tarafından satın alınmış evler. Taşındığımız gün kapıya geldiğinde görmüştüm onu ilk defa. Koca bir tepsinin içine Allah ne verdiyse doldurmuş. Annem “Aman efendim ne zahmet, ne hürmet” diye inceldikçe “İnsanlık öldü mü yavrum, komşuluk öldü mü?” diye gürlüyordu Handan Abla. Abla dediğime bakmayın annemden en az on yaş büyüktü. Bir de kızı vardı üstelik. Ama ablaydı yani! Geceliğe benzeyen askılı elbiseler giyer, saçlarını hep kısa kestirir ama manikürsüz, ojesiz gezmezdi. Kendinden önce kokusu gelirdi kapının önüne. Çiçek, meyve, bahar kokardı Handan Abla. Evde üç öğün makarna yedikleri zamanlarda bile kapıcı Salih Amcayı Çekirge ’de pahalı bir dükkâna parfüm almaya yollardı. Bir gün evlerine oturmaya gittiğimizde bize duvarda asılı duran gençlik resmini gösterdi.
“Bu sen değilsin ki, ben biliyorum bu kadını, Yumurcak’la filmlerde oynuyor bu kadın” diyecek oldum
“Git lan gavat “ diye tersledi beni.
Annem “abla gördün mü seni Filiz Akın’a benzetti” dediğinde de başladı bülbül gibi şakımaya.
“Aman ne Filiz’i, ne Türkan’ı sen o zaman görecektin beni…”
Bir kocası varmış dediğine göre sağ-sol mevzularından vurulup ölmüş, bir kocası varmış paşa torunuymuş, bir kocası varmış Handan ablanın bilezikleri alıp başla bir kadınla kaçmış, bir kocası varmış akşamları eve çiçek almadan gelmezmiş… Anlattıklarının hangisi gerçek kimse bilmezdi. Polis Selim amcanın eşine göre kocası siyasi suçlu olduğu için açık vermek istemiyor, her sorana başka şeyler söylüyordu. Anneme kalırsa hiç evlenmemişti. Kapıcı Salih’e göre kocası yurt dışına çalışmaya gitmiş, bir daha da dönmemişti. Bana kalırsa kocası hala yaşıyor ve hiçbir yere gitmemişti. Bir gece balkondan seslenip buz istemişti. Annem plastik bir kovaya koyduğu buzları “Götür Handan ablana” diye bana verdi. Kapıyı açınca direkt kovayı uzatıp kaçacaktım.
“Ooo Emre paşam gelmiş. Ay bu saatte çocuğu yollamışlar. Vah çocuğum, ah yavrum gel bakalım gel sana harçlık vereyim” diye beni içeri aldı.
İçerde ellili yaşlarında kır saçlı bir amca vardı.
“Hoş geldin delikanlı. Gel bakalım gel, meyve ye biraz” diye beni oturttu. Masayı donatmış Handan abla.
“Yesene çocuğum niye uzak duruyorsun masaya” diyor.
Adam utangaçlığıma veriyor ondan daha çok ısrar ediyor. Ben tanıdığım günden beri bana ‘Gavat’ dışında bir hitapta bulunmayan Handan Ablanın içtenliği, kibarlığı karşısında şekilden şekle giriyorum. Bir de seviniyorum nedensiz. Kocası gelmiş kadının tabii diyorum. Ölmüş dirilmiş gelmiş. Kolay mı? Kadınla kaçmış, pişman olmuş, bilezikleri alıp geri dönmüş. Bir yandan odaya göz atıyorum. Çiçekleri arıyorum. Adam bana harçlık veriyor. Handan Abla da bir şey yemedim diye koca bir tepsiye meyve, pasta filan doldurup;
“Kardeşinle evde yersiniz paşam. Annenlere selam söyle” diyor. Amca;
“Oo kardeşin mi var bakayım senin” diye sorunca Handan abla benden önce atılıp;
“Ya bir yaş küçük bir kız kardeşi var, aman görme bir tatlı, bir güzel taş bebek” diye anlatmaya başlıyor. Bizim Serap peltek konuşurdu çocukken. Nasıl anlatayım sanki söylediği her kelimenin içinde ‘s’ harfi vardı. Biraz da tükürük saçardı tabii ağzından. ‘Fofo’ derdi Handan abla ona. Çok ağlardı nedense Serap bu lafa. Hayır, yani nedir sanki bize ‘Gavat’ diyor ağlıyor muyuz? Annem de arada bozulurdu bu ‘Fofo’ konusuna. “Yani iyi kadın, hoş kadın da el kadar çocuğa Fofo diye isim takmak nedir” diye söyleniyordu babama. Babam “canım ne yapacaksın, idare edeceksin komşu” diye teskin ediyordu. Serap’a ‘Fofo’ denmesi bana ‘Gavat’ denmesinden nedense daha önemliydi. Ya da hepsi benim gavatlığım konusunda mutabık olmuştu. Eve gidince bu ‘taş bebek’ konusunu Serap’a söylemeye karar verdim. Gittiğimde uyumuştu. Ertesi gün de kavga edince hiç lafını etmedim.
Handan Ablanın kocasını birkaç kere daha gördüm. Sonra pek görünmez oldu. Bir ara laf açıp amca yok mu diye sormayı düşündüm. Ama o akşamdan sonra Handan Abla özüne dönünce cesaret edemedim.
Annemin yumurtasını soyup tabağına koyuyorum.
‘Mevsimi değilken almayın şu domatesi, ne tadı var ne kokusu’ diyor. Böyle anlamlı bir sohbet açmasından cesaretlenip,
“Anne Handan Ablanın kızı vardı hani bir subayla evlenmişti. Hiç haber alıyor musun onlardan?” diye soruyorum.
“Handan’ın kızı yok ki. İki oğlu var onun, büyüğü doktor oldu, küçüğü eczacı” diyor.
“Suzan Teyze o senin dediğin anne. Ben Handan Ablayı diyorum. Hani Çarşamba’da komşumuz olan” diye araya giriyorum.
“Handan’ın kızı hemşirelik okudu Hacettepe’de, evlendiğini hiç duymadım ben” demesin mi? Bahsettiği hemşirelik okuyan kız eski yardımcımız Hacer Ablanın -Konya’ya gidiyorum diye gidip bir daha dönmeyen- kızıydı. Bu defa düzeltmedim onu, varsın Hacer’i Handan bilsin. Beni Ragıp, Serap’ı Mürvet yaptıktan sonra Hacer’i de Handan yapsın. Annem için hayattaki başarı, mutluluk ve diğer her şeyin ölçütü bir okul diploması oldu hep. Onu “kız çocuk için en iyi okul evidir!” diye liseden sonra okutmamış dedem. Babamla üniversite mezunu diye evlendi tahminimce. Beni ve Serap’ı da üniversite okuyalım diye dünyaya getirdi. Üç kez üniversiteye başladım, ikisinde yarım bırakıp sonuncusundan atıldım. Neyse ki annem bilmiyor artık tüm bunları. Tıpkı babamın öldüğünü, Serap’ın boşandığını bilmediği gibi…
“Bir kardeş selamında seni aramak var ya bu hep böyle, böyle gider mi?”
Handan Ablanın öldüğünü duyduğumda ilk üniversitemde ikinci yılımdı. Annemler Balıkesir’e taşındığı için onların da çok sonradan haberi olmuş. Söylediklerine göre evde tek başınaymış kalp krizi geçirdiğinde. Yıkamak için götürdüklerinde bile tırnakları ojeliymiş.
“Emre şu radyoyu aç da biraz dinleyelim” diye seslendi annem.
‘Kendine iyi bak beni düşünme su akar yatağını bulur…’ radyoyu kapatıp gidip boynuna sarıldım.
“Sen iste sultanım… Sen iste… Bir şarkı varsa istediğin onu açayım.”
“Bu iyi, bu kalsın Ragıp da çok severdi bu besteyi” dedi.
edebiyathaber.net (1 Temmuz 2021)