Haftanın son iş gününde bütün terslikler sıraya girmiş, ofisin kapısının önünde aksiliklerin dizildiği koca bir kuyruk oluşmuştu. Kapımızın önündeki bu kalabalık yüzünden biz de bir türlü çıkamamıştık işten. Öyle ki yoğunluktan kapının açılacağı bir alan dahi kalmamıştı. Kalabalıksa, vakit geçtikçe daha da hırçınlaşmış, çıkardığı sesi kontrolsüz bir şekilde şiddetlendirmişti. Yani altı üstü işten çıkacaktık ve o soğuk evlerimize dönecektik. Ne diye engel oluyordunuz şu küçük özgürlüğümüze? Sanki işten çıkıp herkesin kıskanacağı unutulmaz bir gece yaşayacaktık. Şansımız varsa televizyonda seyri güzel şeylere dalıp sonra da uykuya yenik düşecektik. Ama öyle bir şans da yoktu artık. Televizyonlar dijital hapishanelerimizdi. Biz bir süredir herhangi bir şey izlemiyorduk, bizim ne izleyeceğimize birileri karar veriyordu. Ben de körlük diyordum adına bunun. İnsanlar gülüp geçiyordu.
Kapının önüne yığılmış aksilikler azalınca çıkabildik işten. Ama sadece bedenen, ruhlarımız hâlâ oradaydı sanki. Bitap düşmüştük, hem içimizin hem de havanın karardığını fark edemeyecek kadar yorulmuştuk. Tek bir hayalimiz vardı. Eve gidip zıbarmak. Ne hayal ama değil mi?
Sema ve Buket her zamanki gibi aşağıya doğru gidip, “Yarın görüşürüz” dediler, en çok bunu istemediklerini ses tonlarıyla belli ede ede. Biz de yukarıya doğru koyulduk yola Serdar’la. Serdar “Yürüyecek misin metroya kadar yoksa minibüse mi bineceksin?” dediğinde çoktan yürümeye karar vermiştik ikimiz de. Sustum bu yüzden. O da bana eşlik etti. Ona kalırsa illa muhabbet etmek gerekirdi. İki insan susuyorsa günahtır diye mi öğretilmişti artık o kadarını bilemiyorum ama öyle hissettiriyordu her zaman. Sonunda susmaya dayanamadı ve birden babamı sordu.
“Hâlâ mı o ev ikinize dar geliyor?”
“Serdar ben sana bunlardan ne zaman bahsettim, sen bunları nereden biliyorsun?” diye geçirdim içimden. Ama ona yöneltmedim bu soruyu. E şimdi bir cevap vermek gerekirdi. Susmak cevap değilmiş gibi geveleyecektim mecbur, Serdar beyimizin gönlünü hoş edecektim.
“Yok yok harikayız. Hatta yarın birlikte Kuzguncuk’a gidip kahvaltı yapacağız baba oğul.”
“Oo demek öyle, desene epey yol kat etmişsiniz. Sevindim sevindim. Çok sevindim.”
Yorgun argın eve geldiğimde üstümdekileri çıkarmadan yatağa attım kendimi. Biraz uzanayım, bir nefes alayım derken uyuya kaldım. Oturma odasında babamın izlediği televizyonun sesi, kafamdaki sesler, annemle ablamın sessizliği… Hepsini hiç ettim böylece. Uyuduğum zaman diniyordu her şey. Ancak o zaman kaçıyordum ensemdeki ellerden, hayattan, babamdan. Kendimden. Yokluklarından annemle ablamın. Ama uyku bu, kaç saat uyursam uyuyayım bir saniyeymiş gibi hissediyordum o küçük ölümü ve yine acılarımın içine doğuyordum uyanarak.
Saat 08.38’di ve ben uyuyordum. 08.39’da babam odamdan içeri girecek, “Bir şeyler hazırladım, gelirsin,” diyecekti. Ben uyandırıldığım anda sinir beynime vuracaktı ama babama bunu yine yansıtmayacaktım. Onun bize yansıttığı tüm sinirli hallerinden bunu öğrenmiştim: Ateşini kimseye sıçratmamayı. Keşke bunu, babam bizzat öğretebilseydi ama kendi bile bilmiyordu ki. Bu yüzden de bildiği hiçbir şeyin değeri kalmıyordu benim için. Babamdan öğrendiğim ne varsa hepsi onun bilmediği şeylerdi. Bu bir çocuk için acıydı, gözde yaştı, boğazda yumruk.
Babam beni uyandırıp mutfağa doğru yöneldiğinde, içimden “Bir kere de ne kadar yorgun olduğumu unutma ve uyandırma beni bu erken saatte, bir kere ince düşün, aklına gelsin yorgun olabileceğim, bir kere… O kadar vaktin var, bir sefer otur düşün ince şeyleri. Haksız çıkar Gülten Akın’ı. Havan olur hem,” diye dişlerimi sıka sıka konuşacaktım kendimle. Çünkü onunla konuşmak her şeyi uçuruma sürmek oluyordu. Bu yüzden ona söylemek istediklerimi kendimle konuşmayı, yani bir diğer deyişle içime atmayı öğrenmiştim.
Uyandığımda 5 dakika yatağın içinde dönüp duracaktım ve babamın tabağa değdirdiği çatalının sesi gelecekti kulağıma. Bu sesle birlikte yalnızlık belirecekti aklımda. Bir evdeki tek sesin aylardır bu olmasını kaldıramayacaktım ve göğsüm sıkışacaktı. Kalkacaktım bu yüzden yataktan ve yine gidecek karşısına oturacaktım onun. Oysa başlayacaktı işten güçten, olmayan evliliklerimden konuşmaya. “Sigortan yatıyor değil mi? Kontrol ediyorsun…” diye soracaktı. Senelerdir anlatmıyormuşum gibi tam olarak ne iş yaptığımı soracaktı yine. “Var mı yeni müşteriler?” diyecekti. Daha düzgün bir işten, devlet memurluğundan konuşup duracaktı. Ben yediğim yemekten tat almayacaktım yine. Gözümün önüne ablamla annem gelecekti. Masamızın 4 kişi olduğu o mutlu kahvaltılar. Çayın buharının dans ettiği anlar, annemin bazlamaları ve üstünde eriyen tereyağ…
Bir tane zeytin attım ağzıma, bir parça da ekmek. Doydum. Babamın tüm kahvaltılıklardan dünyanın en uzun vaktine sahipmiş edasıyla yemesini izledim. Birbirinin yüzüne bakmadan, sohbet etmeden kahvaltı eden iki insandık. Babamla bana “Zehir yiyin” diye kim beddua ettiyse tebrik edilmesi gerekiyordu. Kabul olmuştu çünkü.
Evdeki eşyalardan daha hareketsiz geçirdiğim tek günlük iznim bitmişti. Bu sefer babama değil alarma kızarak uyanmış, elimi yüzümü yıkamadan çıkmıştım evden. O nefret ettiğim fırından yine zeytinli poğaçalar almıştım. Binmiştim metroya, inmiştim. Sonra minibüse de aynı şekilde davranmıştım.
İş yerinden içeri girip montumu çıkarmadan masamın başına geçmiştim. Biriken mailler listesini açıp mail atan herkese tek tek küfürler savurmuştum. İçimden tabii. Yoksa yazdığım maillerde sevginin hakkını fazlasıyla veriyordum ve her defasında sevgi sözcükleri kurduğum kişilerin yalnızca müşterilerimiz olduğunu fark ederek dayanılması ıstırap olan bir halet-i ruhiyeye bürünüyordum.
Derken Serdar geldi yanıma. “Nasıl geçti babayla kahvaltınız? Daha iyisiniz ya?”
“Valla Serdar’cığım uzun zamandır Kuzguncuk’a gitmemiştim. Orayı özlemişim. Bir de babamla arayı düzeltince tadından yenmeyen bir gün oldu inanır mısın? Yani yaptığı kaza yüzünden onu daha ne kadar suçlu tutabilirim ki? Adı üstünde kaza.”
“Heh sonunda doğru yolu buldun işte. Acın büyük anlıyorum ama baban da o kazada ölebilirdi. Artık onu bağışladığına çok sevindim. Birbirinizden başka kimseniz yok oğlum sizin.”
Kaza yaşanmadan 20 saniye önceydi. Annemle telefonla konuşuyorduk. Babamın bağırma sesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Babam, ablama sayıp sövüyor, anneme “Karışma sen” diye kükrüyordu. Annem “Önüne bak Kemal önüne bak” diyordu. “Ben sizin yaşınız kadar araba kullandım” diye karşılık veriyordu babam. Sonra sanki bir patlama oldu telefonumda. Uzun bir çınlama başladı kulağımın dibinde. Tam 2 yıldır devam ediyor.
Sahi ya, annem ne demek için aramıştı beni?
edebiyathaber.net (28 Temmuz 2020)