bendenizden pek evvel el sallanılmıştır bilmem kaç kez geçmişe. düşen yaprakları saydığım ol pencerenin ardı, abesle iştigâldir.. biline. yâni külünü yalar herkes yanmadan önce. her gün silmek ve silmek ve silmek, mavisini aşındırır en fazla göbeğini camın! âââh! odakta kırılan ışık: senin binlerce yıllık hatrın, hâtıran var. ve yağmur kadar, rüzgâr kadar gıpgri, kıpkızıl, mosmor bulutlar.
pek eski huydur her sokağa ad takmak. ‘uydur, uydur yaz ölgünlüğü’ derdi annem, kem gözlerini işlerken içimize ninem!
işin aslı yok gibi gelmiyor bana: mûcizeye inanmayan mı var?! toprak yollar gayri asfalt. zaman da erir.
sanki bulantıma çâre bir bardak limonlu su ––derdime şifâ değil. neyse ne… pencere deyip de geçmeyin: ömür. gönül “atla” diyor, “kırığınla el ele” ––atlasam mı, ne?bilemedim… duvarda çatlağı ıssızlığın, tavanda yarığı boydan boya. kırığından öpüyorum her düşün. bir düşünün: ölüm yok. aşkı olanındır sonsuzluk. uykusuzluk: kuşkunun korkuyla hemhâli belki, belki de sevişmesi yokluğun boşlukla… önü-ardı, içi-dışı, üstü-dibi, kenarı-köşesi, yanı-yöresi, ucu-bucağı en uzak, en uzun yolculuktur camın… bir de hayat kadardır pencere.
işsiz-güçsüzlük zor sanat. hem paran olacak hem lâfın! tuzu kurunun gözü sulu olsa ne gam.
tam bu vakitler dağılır okullar, fabrikalar boşalır; evler şenlenir ya da yola düşer bir karınca, tırtıl, tosbağa sabahın köründe bir yerde; bir başka yerde çeker içine geceyi bir it, bir kedi, bir keçi; bir masal, öykü, roman ––şi’r meğer… dönensin dursun dünya, rüya bitine dek. ‘‘‘her şey gûyâdır’’’ derdi dedem, ninemden on beş yıl önce ölmeden camın önünde! seninkinden ay görünür, onunkinden güneş, şununkinden kar, bununkinden fırtına, ötekinden kasırga, berikinden tûfan.. benimkinden yaprak ve yaprak ve yaprak… hâle bak!
bir kez gözü değmiş sana tanrının: nazar: çatladın. camda kan izlerin var, değil ki parmak. yumruğunu vurasın, avucunu yarasın, bileğini kesesin olmadı mı hiç?! belki de camsızdır penceren, penceresizdir odan, odasıdır evin, evsizdir ömrün… belki de nefesin sâhi; en sâhi. adım adım işkencedir yıkarken evreni belki de her ânın. yüzünü yalamaktan yüksünür yeryüzü bir gün belki de, belki de yüzüne bakmaktan utanır yüz yıllar boyu yalanından sıyrılıp siyâh siyâh; en kara: ayıp mı ayıp. bunun için meleksizdir sende zaman ve mekân cennetsiz. ya da pencerenin pervazında pervâsız geviş getirip, geğirip durur yaşını almış, başına iş açmış, haddini aşmış yaşlılar sessiz-sitemsiz, doğarken bebekler yazgısını yazmaya, sen yıkarsın bedenini yağmurda rüzgâr rüzgâr hiçliğin türküsü ağıtlanırken tâlihine, tarihine kendince, kaderince, yalnız.. yapayalnız.
kuş da uçar kış da b‘aşk’a başka diyârlara, daha sancılı daha ağrılı, yaralı.. bakarsın..bakarsın.. hiçbir şey, bir şey olsun anlamazsın; ağlarsın iş işten, iç içten; gününden, gecenden, ömründen vazgeçene dek.
saksı pencerede solgun ve kuru toprak ve küf kokusu. morarmadan da çürürmüş insan.
…yoksa mürekkebi mi bitti tükenmezin ya da yaprağı mı kalmadı defterin yazmaya ya da omuzdan kol, koldan el, elden parmak parmak, tırnak tırnak düştü mü zaman birden?!…
son satırları okunaksız bir şeyler: silik, uçuk: ne tarih var ne ad, ne not, ne hâmiş… iş bu cümleler de siline, okunur ise hemen ardından ya da yakıla, pencereden sarkmadan önce rûh.
26 ağu. ’22 cuma.- s: 20.02
bostanlı / izmir
edebiyathaber.net (22 Eylül 2022)