Öykü: Veda | Özlem Oral Gürdal

Ekim 19, 2024

Öykü: Veda | Özlem Oral Gürdal

Çayı koydum ocağa. Suyu kaynar kaynamaz demleyeceğim. Bekliyorum başında. Şu beklemeler var ya…Açılıp kapanan bir gün çatıların üzerinde. Yağıp yağmamakta kararsız bulutlar. Kümeleşip sonra birbirlerinden ayrılıveriyorlar. Kentin üstüne çökmüş bir zebella. Boşaltsa kendini bir rahatlayacak da…

Bazı sabahlar kalkmakta zorluk çekiyorum. Ama ne mümkün. Uyumayan bir ev burası. Hiç aralıksız uyumuş da değilim geldim geleli. Kesik kesik. Gözlerim yarı aralık bakarken mutfak penceresine sıraladığım mor sukulentlerim göz kırpıyor bana. Arada bir onları bir de Halit Bey Amca’yı güneşe doğru, taşıyorum. Penceresine sıraladığım o renklerle konuşur gibi diker gözlerini.

Tezgâha yaslanmış, kollarımı göğsümde bağlamış, duruyorum. Bir ayağım dolap kapağının üzerinde. Gözlerim kısık, dudaklarımı ısırıp duruyorum. Çayı beklerken dışarıyı seyrediyorum. Manzaram hep aynı. Köşedeki durak, hemen onun yanında her sabah mallarını çıkaran tekel bayii ve her gün telaşla bir yerlere koşuşturan insancıklar. Her sabah, sırtında okul çantası, babasının elini tutmuş bir kız çocuğu geçiyor. Hatırlıyorum bir öğle saatiydi. Okul çıkışı kara yağız bir adamın elimden tuttuğu, o zamanlara götürüverdi beni bu kız çocuğu. “Biz de yürümüştük, biz de” diyorum içimden. Baba kız yol boyunca yürüyorlar.  Gözden kaybolana dek bakıyorum arkalarından. İşte bu kapalı havalarda dışarının kasveti gelip de konuvermiyor mu göğsümün arasına. Nasıl desem. Sanki bir kuş kanadı çırpınırcasına.

Suyun fokurdama sesiyle irkildim. Çayı demlerken öyle hızlı dökmüş olmalıyım ki sıçrayan kaynar su elimi yaktı. Buzluğa zor yetiştim. Önce buz sonra yanık kremi. En çok bunu bildim yaşarken.

Bir yandan gözüm saatte. Mutfak kapısının tam karşısında salondaki duvarda. Ahşap antika duvar saati. Yaşlı ve yorgun. Kederli desem de olur. Halit Bey Amca’nın babaannesinden kalan. Üç ev, üç dönem görmüş. Vakti zamanında, geç geldiği gecelerde eşi Feride Hanım gözlerini bırakırmış o saatin üstüne. Şimdi arada salona getirdiğimde Halit Bey’i o da ayıramaz bakışlarını, “Kondu o gözler oraya…” demişti bir keresinde kesik kesik. Yarım yamalak çıkan kelimelerini tamamlardım. Yüzü gülen bir adam oluverirdi hemen. O gamzeleri alır beni çocukluğuma götürürdü. Babamın gamzelerine. O esmer teninde sırtını kaşırken tırnaklarımın arasına giren sivilceleriyle canı yanar gülerdi ya işte o zamanlara. Gömülmüş o gamzeleri, bu yaşlıda buldum. Halit Bey Amca bir keresinde “Anahtarı çevirip kapıyı açtım mı kanat çırpardı o gözler evin içinde” demesiyle gözünün yaşı süzülüvermişti yanaklarından. Silerken gözlerini “Ben varım buradayım” deyiverdim. İncelmiş eliyle omzumu sıktı.  

Uyanmasına daha var. Kahvaltısını hazırlamalıyım. Çekirdeksiz tuzsuz dört beş adet zeytin, bir dilim peynir, iki ceviz ve bir bardak ıhlamur. Hepsi bu. Bazı zamanlar yemek istemiyor. Önüne koymasam hiç söylemeyecek. O kadar yani. En çok meyveyi seviyor. Diyetini kaçırdığımız zaman kızı hemen anlıyor. “Aynur lütfen söylenenin dışına çıkma demiştim sana” diye o kaşını kaldırarak başlıyor. Bir görünüp bir kaybolan kızı işte ne olacak! Haftada birkaç gün, uğrar gider. O bulutların arasında yarı karanlık bir güneş. Babasını ziyarete geldiğinde yanına oturur, dizlerinin üstünde bilgisayarı, gözü devamlı yazıp çizdiği dosyasındadır. Aralarındaki sessiz geçen dakikalar kopmaya yüz tutmuş bir ip gibi sanki. O gürültülü sessizliği bir kapı çarpması dahi bölemezdi

Ne yapacağımı bilerek gelmiştim bu eve. Kaçıncı işim bu benim. Ama kızı yine de “Her gün düzenli nabız ve tansiyonuna bakılacak, egzersizleri ihmal edilmeyecek, günlük vücut bakımı, haftada bir banyo, yatağı havalandırılacak, diyetine uygun öğünleri ve masajı,” hepsini bir nefeste söyledi!  “Masajı hiç eksik olmayacak, geceleri bez de bağlanacak bez” dedi ve çıktı gitti o yüksek sesiyle.

O ilk gün yola düşüşümü hatırlıyorum da. Birbiriyle iç içe geçmiş o kokuların arasında inivermiştim otobüsten. Otomatik kapı açılır açılmaz dışarının ayazı, sabah alacakaranlığı yağmurla bir, yüzüme yapışmıştı. Buranın ayazı bir başladı mı bitmez, günlerce sürer gider. Geride kaldı camlara vuran yağmur damlalarıyla dalgalanan kayan görüntüler. Hızlıca geçip giden apartmanlar, parklar, dükkanlar, ağaçlar…Bir var bir yok.  Kimi zaman sırtı dönük kimi zaman yüzü dönük insanlar. Kimini tutup kimini yitiriyoruz. Hafızamız gibi. Uğurladıklarımız gibi.

Yabancı gözlerle baktığım bir semtti burası o zamanlar. Haftalık çarşısına pazarına gide gele her yerini öğrendim. Duraktan sokağa vardığımda küçük ve sık aralıklarla dizilmiş binaların arasından göz kırpan onlarca pencere. Kaldırımdaydım. Su birikintisinin içinde siyah pabuçlarım, başımda uçuşan eşarbım, bir kolumda çantam ve diğer elimde sıkıca tuttuğum sukulentlerim. “Bir babaya bakacaksın” dediler. Adresini verdikleri binanın tam önünde duruyordum. Kâğıttaki adrese bakıp kendime dedim ki “Yeni evin burası.”  Yaşlıca bir baba. Güçlü bir duvar, yenilmez bir kale. Öyle miydi bilemiyorum ki. Hiç bilememiştim.

Kaç mevsim, kaç bahar geçti. Düşündüm durdum. Halit Bey Amca’mın yanında ben düşünmeyi ve durmayı öğrendim. O ara ara sessizliğinde gözlerini hafifçe kapatıp açarken bakışlarıyla bile bana çok şeyler söyledi. Bazen o kadar çok konuşurdum ki, anlardım kafasını iki yana sallayınca, uyumak istediğini. Geceleri uyumadığı zamanlar da olurdu. Bir keresinde sohbet ederken cesaretimi toplayıp soruverdim. “Hayatta seni en çok üzen şey ne oldu?” diye sorduğumda “Üç yaşında anamı yitirmişim, pek hatırlamam” kelimelerini dura dura söylemeye çalışsa da beraber tamamladık kelimelerini. Ellerimin arasındaki çay bardağını öylesine bir sıkmışım ki!

Şimdilerdeyse bu yaşlı babanın yanında başka bir yolculuğa çıkıyorum. Önce geriye saran o silik kopuk görüntüler, şimdiki ana döndüğümde de kendimi bulamaz oluşum, kayboluşum. O zayıf cansız bedenine baktığımda hatırlarım kendimi. Damarları çıkmış, yer yer tüyleri dökülmüş ellerini avuçlarımın arasında sıkıyorum. Gözlerini bir kapatıp bir açıyor siyah zeytin gözler. O bakışlar bir babayla yaşayamadıklarımı seriyor önüme tüm sessizliğiyle. Bir su vermek, bir bakışmak, bir masal okumak… “Küçük bedenimin karşısında dağ gibi duranım olmadı ki Halit Bey Amca” dedim bir seferinde, elimi avcunun arasında sardı da sardı.

Onu ilk gördüğümde incecik bir dal gibi yatağın içinde kaybolmuştu. Üflesen uçacak hani. Tel tel ayrılmış kül rengi saçlarında taşıyordu hayatı. Yitip gidenlere rağmen bu evde her şey yerli yerinde duruyordu. “Hiçbir şeyin yeri değişmeyecek” demişti o ilk gün kızı.

Tepsiye ilaçlarını, kahvaltısını, ıhlamurunu ve o çok sevdiği sukulenti de koyup odasına yöneldim. İçeri girer girmez yüzünün sapsarı olduğunu gördüm. Elimdeki tepsiyi hızla bir kenara bıraktım. Boncuk boncuk terlemişti. Yakınlaştım. Nefesi düzensizleşmişti. İçi boşalmış yanaklarını, alnını, çenesini silmeye başladım yavaşça. Bir yandan siliyor bir yandan titreyen ellerimle kızını aradım, telefon açılmayınca tekrar tekrar aradım. Başucuna oturdum.  Ellerim dizlerimin üstünde. Bekliyorum. Neyi bende bilmiyorum. O an bu an mı ki? Kafasını güçlükle bana doğru çevirdi. Sol elinin işaret parmağını yukarıya hafifçe kaldırıyordu. Elimi tutmak istediğini anladım. “İyi ki sen…” dedi zayıf kesik nefesi. Bekledim önce bir şeyler daha söyleyecekti.  Ona doğru eğildim omuzlarını hafifçe sarsarak “Evet iyi ki ben, evet Halit Bey Amca iyi ki ben” desem de kafası sağ yanına düştü. Kaldı. Seslendim. Bir daha bir daha. Kısık sesle “Halit Bey Amcaa” desem de ses yok. Ses çıkmayınca ürperdim, geri çekildim birden. Yüzündeki o kıpırtı başka bir sessizliğe gömülmüştü.

Sandalyede dizlerimi kendime çekmiş, başım iki elimin arasında ona bakıyorum, Kafamdan neler neler geçiyor. Korkmamış, kolaylıkla sıyrılmış, her şeye razı buradan ayrılmış olmasını diliyorum. Titriyordum. Dokunmak istedim tekrar. Yanakları daha soğumamıştı. Yatağının kenarında bekleyen bir veda dikilmiş duruyordu. Sandıktan çıkan sararmış mektuplar gibiydi geçmiş gitmiş o ölü zamanlar. Söylenememiş. Senelerce. Ona öyle bakarken dalmışım.  “Gidemezsin baba beni böylesine bırakamazsın, bir şeyler söylemen gerekmez mi bana, son bir yüzünü görseydim, büyüseydim, biraz daha biraz daha kalsaydın” diyerek kafamı kaldırdığımda esmer bir yüz görmüştüm sanki. Ağlayarak tekrar kafamı gömdüm yatağın içine. Bir müddet kalmışım. Ağır ağır sallanan sabah öğleye kavuşurken ancak yerimden doğrulabildim.

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur camlara vurdukça eski bir ateşi yenisinde söndürüyordu. Duvardaki ahşap saat kendini hatırlatırken sesiyle, kapıda bir yandan susmaksızın çalıyordu. Bedenle ruhun birbirinden ayrıldığını haykırıyordu.

edebiyathaber.net (19 Ekim 2024)

Yorum yapın