Mürüvvet Hanım, taziyeye gelen son eşi dostu da uğurladıktan sonra kapıyı usulca kapattı. Ağır adımlarla salona yürüdü, kapısından içeri bir adım atıp durdu. Gözlerini hepsi de kullanmanın değil zamanın yorup eskittiği eşyaların üzerinde gezdirdi. Bakışlarını pencereden tarafa çevirdiğinde, gözleri pencere önündeki kurumaya yüz tutmuş menekşeye takılıp kaldı. İçi sızladı. Zira bu, kocasının en sevdiği çiçekti.
Emekli olduktan sonra- çok değil üç sene kadar oluyordu- birdenbire çiçeklere merak sarmıştı Halit Bey. Bir iki üç derken salonun kıyısını köşesini, pencerelerin pervazlarını sardunyalar, aslanağızları, peygamber kılıçları, fesleğenlerle… Doldurmuştu. Başlarda her birinin bakımını bizzat yapmış, onlardan ilgi ve sevgisini esirgememişti fakat bu durum çok uzun sürmemişti. İçinde birdenbire yeşeren çiçek bakma merakı, çok geçmeden başladığı gibi birdenbire son bulmuştu. Hal böyle olunca rahmetli kocasının elinin uğurundan mıdır, yoksa yerlerini sevmelerinden midir bilinmez; hepsi de kısa sürede serpilip büyüyen çiçeklerin bakımını seve seve üstlenmişti Mürüvvet Hanım. Ama ne hikmetse uzun sürmeyen çiçek merakından sonra evde kaldığı vakitlerde kendini meşgul edecek başka meşgale arayışına giren Halit Bey, -her ne kadar bakımını yapmasa da- bu menekşeyi sevmekten, onunla çocukmuş gibi konuşup ilgilenmekten hiç vazgeçmemişti.
Masanın üzerinde duran boş sürahiyi kaptığı gibi mutfağa gitti. Sürahiyi ağzına kadar suyla doldurup geri geldi. Kocasının yadigârı çiçeklerin dibine; yapraklarını taze yaraya dokunur gibi elinin ucuyla dikkatle ayırarak su dökmeye başladı. Bir yandan da konuşuyordu kendi kendine. “Bak Halit Bey, çiçeklerinin de boynu bükük. Yetim bıraktın zavallıları. Ne vardı böyle erkenden gidiverecek! Ama kader! Sana biçilen ömür de bu kadarmış, elden ne gelir! Elbet sen de istemezdin bu kadar erken gitmeyi. Ah! Halit Bey Ah! Az yaşadın ama hayatı dolu dolu yaşadın.”
Halit Bey, elli beşindeydi ama yaşından daha genç gösterirdi. Genç görünüşünü genetiğine ve yediğine içtiğine dikkat etmesine borçluydu. Kendine bakmasını da bilirdi doğrusu. Tıraş olmadan evden çıkmaz, boyasız ayakkabı, ütüsüz pantolon giymezdi mesela. Çevresi de oldukça genişti. Her yaştan her meslekten arkadaşı vardı neredeyse. Fakat daha çok gençlerle oturup kalkmayı severdi. Mürüvvet Hanım anlam veremez, yadırgardı bu durumu. “Allasen konuşacak ne buluyorsun onlarla, bilmiyorum. Hepsi de çocuğumuz olacak yaşta! Oturmaları kalkmaları başka; dilleri başka.” derdi. Onun bu sözlerine gülüp geçen Halit Bey, arada eve de davet ederdi arkadaşlarını. Mürüvvet Hanım kocasının misafirlerinin sohbetlerinden çoğu zaman sıkılmasına rağmen yüzünü gözünü eğmez, sıkıldığını asla belli etmezdi. Aksine onları kendi misafirlerini ağırlar gibi el üstünde tutar; masayı da pastalarla, böreklerle donatırdı. Onlar gittikten sonra da hiç şikayetlenmez, saatlerce dırdır ederek kafa ütülemezdi. Severdi kocasını. Nasıl sevmesindi ki! Gözünü onda açmış, ondan başkasını görmemişti. Doğrusu o da sadakatiyle, hatırşinaslığıyla hak ediyordu bu sevgiyi.
Otuz yıl önce bir düğünde görüp beğenmişlerdi birbirlerini. O sırada Mürüvvet Hanım on yedi, Halit Bey yirmi üçündeydi. Bakışmalar, göz süzmeler, gizli gizli mektuplaşmalar derken nihayet istetmişti Halit Bey Mürüvvet Hanım’ı. Ailesi hiç itiraz etmemişti. Bu zamanda böyle kısmet zor bulunurdu. Oğlan, sayılan sevilen bir ailedendi; üstelik geçen yıl mühendis çıkmıştı. Başka şehirde çalışıyordu ya dert değildi, o kadarcık kusur kadı kızında da olurdu. Göresileri geldikçe atlar otobüse giderlerdi, şunun şurasında kaç saatlik yoldu. Canları isteyince onlar çıkıp gelirdi ziyaretlerine. Birkaç ay sonra evlenmişler, Bursa’ya yerleşmişlerdi. Derken arka arkaya nur topu gibi iki çocukları olmuş; onları en güzel şekilde yetiştirmiş, okutup meslek sahibi etmişlerdi.
Çiçekleri özenle suladıktan sonra köşedeki tekli koltuğa kendini yavaşça bıraktı. Ne kadar yorulduğunu oturunca daha iyi anladı. Dile kolay, ev bir haftadır arı kovanı gibi dolup dolup boşalmıştı. Gerçi ilk üç gün, haberi alır almaz koşup gelen oğlu ve kızı; ondan sonraki günler de Suzan- sağ olsun- onu hiç yalnız bırakmamışlar, gelenin gidenin ağırlanmasına yardım etmişlerdi ama yine de yorulmuştu. Uykusuzluk da cabasıydı. Bir haftadır, başını yastığa ne zaman koysa aklına; kocasının televizyonun karşısında orta şekerli Türk kahvesini keyifle yudumladığı sırada buğday benzinin birdenbire kireç gibi olduğu, o, içeriden kolonyayı alıp gelene kadar iyice fenalaştığı, bileklerini kolonyayla ovmaya fırsat kalmadan elden avuçtan çıkıp kucağına yığılıp kaldığı geçen çarşamba akşamı gelmişti. Karşı dairede oturan Hüseyin Bey’in endişeli yüzü, apartmana yanaşan ambulansın yanıp sönen tepe lambası, haddinden fazla sakin sağlık görevlileri, apartmanın önüne toplanan meraklı küçük kalabalık, hastanenin büyük harflerle yazılmış acil tabelası, kocasının sedyeyle ambulanstan indirilişi, hasta dolu koridorlar, açılan otomatik kapıdan eli önlüğünün cebinde çıkan uzun boylu genç doktor, doktorun, omzuna metin olun manasında dokunan eldivenli eli ve başınız sağ olsun diye oynayan dudakları sessiz bir film fragmanı gibi defalarca dönüp durmuştu gözünün önünde.
Derin bir nefes aldı, içinde biriken yorgunluğu söküp atmak istercesine bir çırpıda geri verdi nefesini. Ne olurdu çocuklardan biri bari yanında olsaydı. Oğlan yurtdışındaydı. Kız yakındı, İstanbul’da yaşıyordu gerçi, ama o da ha deyince çıkıp gelemezdi. Sağ olsunlar gelmişlerdi babalarının cenazesine ama çabucak gitmek zorunda kalmışlardı. Herkesin kendine göre bir düzeni, işi gücü vardı. Hayat devam ediyordu, haftalarca yas tutacak değillerdi ya! Kızı Sevda giderken, “Birkaç ay sonra gelir, seni yanıma götürürüm anne, burada tek başına bırakamam.” demişti demesine de o, gitmeyi hiç düşünmüyordu. İstanbul’da ne yapar, nasıl yaşardı? Eş dost hep buradaydı. Hem kocasının hatıralarını bu evde tozlanmaya terk edemezdi. Evin her köşesinde izleri vardı. Dile kolay birlikte bir ömür geçirmişlerdi. Nasıl bırakıp gitsindi! Yok yok, gitmezdi hiçbir yere. Yalnızlığa, hatıralarla yaşamaya alışmalıydı. Aklına vitrinin üst gözündeki fotoğraf albümü geldi. Kalktı, elindeki sürahiyi masaya bırakıp vitrindeki albümü aldı, tekrar gelip eski yerine oturdu.
Kapağı açtığında karşısına ilk çıkan; kocasıyla kendisinin eski siyah beyaz bir fotoğrafı oldu. Yine böyle güzel bir bahar mevsimiydi bu fotoğrafı çektirdiklerinde. Evlendikleri ilk yıldı. Başları hafifçe birbirlerine yaslı ve el eleydiler. Mürüvvet Hanım’ın üstünde açık renkli etek ceket takımı vardı. Koluna siyah parlak bir çanta takmıştı. Başına bağladığı iri çiçekli eşarbın ön tarafından saçlarının bir kısmı görünüyordu. Halit Bey koyu takım elbisesi, kalın kravatı, uzun saçları ve favorileriyle Yeşilçam aktörlerini andırıyordu. Karısının yüzündeki mahcup gülümsemenin aksine o, dudağındaki çapkın bir kıvrılışla poz vermişti objektife. O zamanlar gür, siyah bıyıkları vardı. Mürüvvet Hanım bıyığın ona çok yakıştığını düşünürdü hep. Kırklı yaşlarına geldiğinde bir bahaneyle kesmişti bıyıklarını Halit Bey. Hiç ses etmemişti Mürüvvet Hanım, öyle de yakışıklı olduğunu düşünmüştü. Hem daha genç göstermişti bu, onu. Bu fotoğrafın altında oğulları Mehmet’in doğduğu yıl çekindikleri başka bir fotoğraf vardı. Ortalarına aldıkları minik oğullarıyla çok mutluydular. Elini fotoğrafın üzerinde gezdirdi yavaşça. Sonra albüm yapraklarını ağır ağır çevirdi. Her sayfada başka bir anı canlandı gözünün önünde. İyi yaşamışlar, huzurlu bir ömür sürmüşlerdi.
Yazlıkta çekindikleri fotoğrafta durdu. Oğlan on dört, kız on iki yaşındaydı. Üstü yiyecek ve içecek dolu masanın uzun kenarına dizilmişlerdi. Oğlu Mehmet babasına, kızı Sevda’ysa ona sarılmış gülümsüyorlardı. O zamanlar oğluyla, kocasının ne kadar iyi anlaştıklarını, sıkı iki arkadaş gibi olduklarını düşünürdü hep. Yirmili yaşlarında babayla oğlun arası bozuluvermişti. Buna bir türlü anlam verememişti Mürüvvet Hanım. Üniversiteyi bitirir bitirmez de kaçarcasına yurt dışına gitmişti oğlu. Kendisinin gitme oğlum, diye çabalamasına karşın kocasının ağzını açmamasına çok şaşırmıştı. Sorduğundaysa, “Şimdiki gençler böyle hanım, aklına eseni yapıyorlar. Bırak gitsin, nasıl olsa döner bir gün.” diye karşılık almıştı. Fakat dönmemişti. Orada evlenmiş, oraya yerleşmişti. Türkiye’ye tatile geldiğinde karısıyla birlikte ancak bir iki gün kalıyorlardı yanlarında. Onda da babasına hep mesafeli, hep soğuktu. İlk başlarda çok üzülüyordu ama zamanla alışmıştı bu duruma.
Albümün sonlarına geldiğinde gözüne kocasının iş arkadaşlarıyla birlikte olduğu bir fotoğraf ilişti. Yemekteydiler. Mürüvvet Hanım gururla gülümsedi. Fotoğraftaki kocasıyla konuşmaya başladı. “Ne çok sevenin varmış Halit Bey. Bir haftadır ev hiç boş kalmadı; biri gitti, biri geldi arkadaşlarının. Senden hep güzel bahsettiler. Mehmet’le Sevda gittikten sonra Suzan da geldi. Hani eski ahbabın Hamit Bey’in belediyede işe soktuğun kızı Suzan. Epeydir ortalarda görünmüyordu. Öldüğünü duyunca koşup gelmiş, sağ olsun. Bir soluk durmadı, misafirleri ağırlamama yardım etti. O senin ani gidişine üzüldü ya, ben de ona acıdım vallahi. Yazık kaç yaşına geldi, hayırlı bir kısmeti çıkıp da evlenemedi. Birkaç sefer helal süt emmiş birini bulup evlendirelim seni, dediydim de; “Yok münevver abla evlenmem ben. Böyle iyiyim. Hem annemi yalnız bırakmam.” diye karşılık verdiydi. Evlenmem olur mu hiç? Yarın öbür gün annen de baban gibi hakkın rahmetine erdiğinde sen ne yapacaksın bir başına? Sonunu hiç düşünmüyor! Bu zamana kadar ayağına gelen kısmetleri de armudun sapı üzümün çöpü diyerek tepti. Kırkından sonra yüzüne kim bakar, kim alır seni? Alsa da öyle alır! Ama iyi kız Suzan, cana yakın. Oturmasını kalkmasını biliyor. Tatlı dilli de! İstese diliyle tavlar erkekleri ama onun o taraklarda hiç bezi yok. Varsa yoksa annesi. Acıyorum, vallahi acıyorum! Fakat elden ne gelir? İleride pişman olur ama iş işten geçer. Ne de olsa elin kızı, fazla ısrar edilmiyor! Giderken çok üzgündü ama benim yalnızlığıma mı yoksa kendi yalnızlığına mı üzüldü bilemedim. Yine gelirim Mürüvvet abla yalnız bırakmam seni, dedi. Sık sık gel kızım, dedim. Anneni de al gel! İşte böyle Halit Bey, yalan dünyanın derdi mi bitiyor? Herkesin bir derdi var. Ama ölüm hepsinden acı. Bak, çiçeklerinin de boynu bükük, yetim bıraktın zavallıları. Sen merak etme, ben onlara gözüm gibi bakarım, yokluğunu aratmam. Ne de olsa senin yadigârın onlar bana.”
***
Ertesi sabah erkenden kalktı Mürüvvet Hanım. Yapılacak pek çok iş vardı. Evi bir güzel silip süpürmeli, içinden gelmese de kocasının eşyalarını fakire fukaraya verilmek üzere hazırlamalıydı. Öğleye doğru diğer odalardaki işlerini halledip yatak odasına girdi. Gardırobu açtı, kocasının elbiseleri ütülü bir şekilde duruyordu. Bunları bir başkasına vermeye kıyamıyor, kocasına ihanet gibi geliyordu. Ama adettendi, ölünün eşyaları çok tutulmazdı evde. En azından bir kısmını dağıtmalıydı. Gömlekleri, pantolonları, kazakları katlayıp ayrı ayrı torbalara koydu. Ceketleri yatağın üzerine dizdi, ceplerini kontrol etmeye başladı. Kocasının modası geçti diye yıllardır sırtına almadığı ceketi- atmaya kıyamamıştı – eline aldı. Ceketin iç cebine soktuğunda eline bir kâğıt parçası geldi. Merakla çıkardı kâğıdı. Bu bir fotoğraftı. Gözlerine inanamıyordu. Kocası genç bir kadınla kafa kafayaydı, elleri de birbirine kenetliydi. Önlerindeki masada içki bardakları, arkalarında çarşaf gibi bir deniz vardı. Gökyüzü uçuk maviydi. İkisinin de ağzı kulaklarındaydı. Beyninden vurulmuşa döndü, gördüğüne inanmak istemedi. Kimdi bu kadın? Neden kocasıyla bu kadar samimiydi? Fotoğrafa daha dikkatli baktığında kadını tanıyıverdi. Suzan’dı bu! Hamit Bey’in kızı Suzan. Eli titriyordu, dizleri de. Yatağa çöktü usulca.
Yok, olamazdı! Yanlış görüyor olmalıydı. Halit Bey asla böyle bir şey yapmazdı. Hem de kızı yaşındaki biriyle, Suzan’la! Bu bir kâbustu; birazdan uyanacak, çıkacaktı bu kâbustan. Elinde ihanetin belgesi dakikalarca uyanmayı bekledi. Uyanamadı. Neden sonra kendine geldiğinde fotoğrafın arkasını çevirdi. Bir tarih vardı. Mürekkebi dağıldığından güçlükle okuyabildi. Fotoğraf oğluyla kocasının arasının açıldığı döneme yakın bir tarihte çekilmişti. Şimdi her şeyi daha iyi anlıyordu. Oğlu Mehmet yıllar önce öğrenmişti bu ilişkiyi. Babasıyla arasına mesafe koyması bu yüzdendi. Yıllardır nasıl uyutulmuş, nasıl da aldatılmıştı. Ağlamaya başladı. Gözünün önüne bir Halit Bey bir Suzan geliyordu. Birkaç gün önceki masum, güler yüzlü Suzan gitmiş; yerine dişi bir şeytan gelmişti. Kocasını; gençliğiyle, güzelliğiyle, tatlı diliyle kandırmış olmalıydı. Ama hayır, Suzan kadar kocası da suçluydu. Kendisinin neyi eksikti? Gençken o da güzel, o da alımlı çalımlı değil miydi? Mutlu etmemiş miydi onu? Üstelik pırlanta gibi iki de evlat vermişti. Ömrünü vermişti.
Kâbustan uyanmak istercesine fotoğrafı ceketin cebine tekrar koydu. Oturduğu yerden kalkıp salona geçti. Ne yapacağını bilmiyordu. Evin içinde şaşkın şaşkın dolanmaya başladı. Tam o sırada dışarıdan bir ses duydu. Eskiyycii! Adam olanca gücüyle bağırıyordu. Pencereye koştu, adamı yukarıya çağırdı. Kocasının kıyafetlerini koyduğu torbaları ve yatağın üstündeki bütün ceketleri yatak odasından getirdi. “Al kardeşim bunları, para mara da istemem.” dedi. Şaşkına dönen adam daha kapıdan ayrılmadan kapattı kapıyı. Salona geçip çiçeklerin yanına gitti. “Bak Halit Bey, çiçeklerinin de boynu bükük, yetim bıraktın zavallıları. Ne vardı sanki böyle erken gidecek? Acelen neydi? Ama sen sakın merak etme! Ben gözüm gibi bakarım onlara, ne de olsa senin yadigârın onlar bana.” diye mırıldandı.
edebiyathaber.net (15 Haziran 2023)