Koltukta sessizce oturuyorum. O, pencerenin önünde. O dışarıyı izliyor, bense onu. Üzerinde benim hediye ettiğim siyah tişörtü var. Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş. O kadar kendinden emin ve dik duruyor ki, sırtımı dikleştirme ihtiyacı hissediyorum. İyice büzülmüşüm koltukta. Bir şeyler söylemesini bekliyorum. Sessizlik aramızdaki mesafeyi gittikçe büyütüyor. Bir kelime, sadece tek bir kelime ne iyi gelir bu sessizliğe. Ama yok bulamıyorum. O sırada gökyüzüne kayıyor bakışlarım. Koyu gri bulutlar telaşla gökyüzünde salınıyor. Birden bana doğru dönüyor. “Bugün konuşacağım artık,” diyor. “Zaten aramızın kötü olduğunu o da biliyor. Boşanalım,” diyeceğim. Yüzünde kararlı olduğuna dair ufak bir işaret, bir mimik arıyorum. Ama yok. Gözleri ellerime kayıyor sonra. Tırnaklarıma bakınca farkediyorum ojelerimi soyduğumu. Sıvası dökülmüş duvarlara benziyor tırnaklarım bu haliyle. Utanıyorum. Kazağımın kollarını çekiştirip ellerimi içine saklıyorum. Sadece kısık bir “Tamam” çıkıyor ağzımdan. Her şeye tamam. Yeter ki sen gel. Yerimden kalkmaya mecalim yok. Odadan çıkarken izliyorum onu. Tam çıkacakken durup arkasına bakıyor. Bir şey söylemek ister gibi duruyor bir saniye. Ama sonra vazgeçiyor. Dudaklarını büzüp kafasını hafifçe kaldırarak selam veriyor. Şimşek moru bir ışıkla aydınlanıyor odanın içi. O an, karşımdaki o değil de, babam oluyor.
Son kez bakıyor bana. Ne benim ne de annemin haberi var, onu bir daha göremeyeceğimizden. O gece başka bir kadının yanına gidip bir daha bizi arayıp sormayacak. Kalkıp bacaklarına yapışmak istiyor içimdeki küçük kız. “Gitme n’olur,” demek. “Sen ne dersen, nasıl dersen öyle olsun. Sen kal yeter ki.” Ama diyemiyorum.
Apartmanın dış kapısının sesi çın çın yankılanıyor sokakta. Pencereye doğru yürüyorum. Birazdan evin sokağını ana caddeye bağlayan köşeyi dönecek. Ve sokak yine eski yanlızlığına gömülecek. Mor bir kıvılcım çatlatıyor o anda gökyüzünü.
Anneannem kolumdan tutmuş çekiştiriyor. “Kör olasıca adam. Ben biliyordum, bu heriften bir halt olmayacağını. Ama ne babanı dinledin ne de beni. Tutturdun ille de seviyorum diye. Kaldın işte şuncacık bir çocukla.” Hem annem bu şekilde azarlandığı için, hem de babamın artık eve gelmeyeceğini anladığım için birden hıçkırıklara boğuluyorum. Benim ağlamama dayanamıyor. Bir anda çatık kaşları gevşeyen yaylar gibi yüzündeki yerlerine geri dönüyor. Yumuşacık sesleniyor bana. ‘Korkma, ağlama kuzum sen,’ diyor. ‘Ben altı çocuğumu tek gözlü evde büyüttüm. Şimdi sizi mi sığdıramıcam evime.’ Sonraki zamanlarda da sık sık dinleyeceğim, anneannemin dilinden düşürmediği bu hikayesini. Altı çocuğunu tek odalı evde nasıl büyüttüğünü. O tek göz odanın hem banyo, hem salon, hem de yatak odası olduğunu.
Bir kitapta okumuştum. Yaşadığımız her şeyin sorumlusu bizmişiz, biz yaratıyormuşuz her şeyi. Hayatım boyunca suçladığım annem olduğumu anlıyorum o anda. Ve ben de onun gibi hiçbir şey yapmıyorum, yapamıyorum. Sadece bekliyorum. Yine anlık mora dönüyor odamın içi. Gökyüzünün bunca tantanasına rağmen yağmur bir türlü başlamadı. Bir yarılsa gök. O da rahatlayacak, ben de.
Bekliyorum nicedir. Kulağım kapıda. Kilidin içinde oynaşan anahtarın sesini bir duysam. Ah, bir geri gelse. Artık hep yanında olacağım, dese. Konuştum. Bitti, dese. Başladı yağmur. Cama vuran yağmur damlacıkları da benim gibi sabırsız. Aceleyle birleşip pencere pervazına doğru kayıyorlar. Pıt pıt pıt…
O sırada masanın üzerindeki saksıya takılıyor gözlerim. Anneannemden kalma gül çiçeğim. Her yıl dileklerimizi saksıdaki güle bağlardık. Anneannemin en sevdiği ve hiç atlamadığı törenlerden biriydi. İkimiz de yazmayı bilmediğimiz için kağıtlara çizerdik dileklerimizi. Sonraki yıllarda yazı yazmayı öğrendiğimde de çizmeye devam ettim. Anneannem yalnız hissetsin istemedim. Ben hep bir ev ve içinde de dört kişi çizerdim. Annem, babam, ben ve anneannem. Çöpten insanlar. Hemen küçük bir not kağıdı buluyorum. Bir ev çizip, içine iki kişi yerleştiriyorum. Çöpten sen ve çöpten ben. Katlayıp bağlıyorum dalına. Mırıldanıyorum, yetiş imdadıma ya hızır ya ilyas…
Pencerenin önüne dönüyorum sonra. Sokağı izlemeye koyuluyorum. Geldiğin anı kaçırmak istemiyorum. Cama vuran damlalar bozuyor odanın sessizliğini. Pıt pıt pıt…
O sırada sokak lambasının yanında minik bir karaltı dikkatimi çekiyor. Hareket mi ediyor o. Ah, canım. Bu yağmurda hem de. Sandalyenin sırtına astığım ceketi aceleyle üzerime geçirip sokağa çıkıyorum. Lambanın altına koşuyorum. Minik simsiyah bir kedi. Annesini arıyorum etrafta. Yok. Kucağıma alıp, ceketimin altına saklıyorum ıslanmasın diye. Eve giriyoruz birlikte.
O sırada masadaki güle takılıyor gözüm. Bu evde iki kişiyi çizdiğim dileğime. Şimdi evin içinde ben ve o varız. Artık biliyorum, gelmeyeceksin. O an gök tekrar hıçkırmaya başlıyor. Yağmur damlaları gözlerimden yanaklarıma doğru süzülüyor.
edebiyathaber.net (26 Kasım 2020)