ne kurşun ne iğne ne tüy ne de yem.. ne bulursam ona bağladığım misinayı sallayabildiğimce sallıyor, atabildiğimce uzağa fırlatıyor, boş çektiğimi görmesin diye dedem, balıkları iğneden çıkarırken ağır ağır o, hep ondan sonra çekiyordum yalancı oltamı.
aile geleneğiymiş, bir çocuğun erkekliğe adım attığının işareti olarak oltayla balık tutmak.
değil balığı, beni bile seçemeyen dedem, merhamet edip de el yordamıyla tutup çapariden kurtardığı onca balığı gerisin geri denize salmak yerine plastik kovaya attığında, içlerinden birini zor olsa da alıp, sıkmadan, incitmeden, boğmadan, öldürmeden dahası seve- okşaya bir kuş yavrusunun iki avuç içinde usulca durması gibi ellerimde tutup, dedemin handiyse kör gözlerinin içine sokuyor, efferini bir lirayla birlikte kapıp yeniden olmayan iğneyi olmayan yemi takıp, ucuna da bağladığım taş, demir, tahta, sopa ne varsa onunla oltayı uzağa, çocuk hâlimin gücüyle olabildiğince en uzağa fırlatıyor, bâzen karşı kıyıya çıktı bâzen bir mavnaya düştü bâzen bir şilebe çarptı, bâzen de kısık ve buruk bir ses tonuyla çok üzgün bir hâldeymiş gibi denizkızı yedi dede, ama çoook açmış deyip, güldürüyordum tatlı ihtiyarımı.
ondan çalıp onun kovasına attığım balık değil, çok ses çıkaran taşlar ve efferinliklerin bir miktarı dedemi kandırmaya çokça yeterken, cebimi dolduranlarla dondurma, lolipop, şemşiye-çikolata paramı hayli hayli çıkartıyor, bir taşla kaç kuş vurmayıp kaç da balık tutmadığımı ne hissettiriyor ne de gözleri gibi iyi işitemeyen kulaklarına fısıldıyordum.
uydurduğum balık yok ama balık çok bilmecemsi oyununu pek sevmesem de pek hoşuma gidiyordu dedemi üç kez mutlu etmek: ilki balık tuttuğumu sanması, ikincisi her balık için bir lira verip harçlığımı çıkarttığımı düşünüp hissetmesi, sonuncusu da, sünnet dururken bu yolla artık erkek olduğumu bilmesi: ne gelenek ama değil mi!
çocukluktan ergenliğe geçtiğim yâni on sekizime vardığım gün görme, duyma yetisinin yanı sıra konuşmada da epey sıkıntı çeken o güzel gönüllü ihtiyarım daha da ihtiyarlayıp, onu sahile götürmemi istediğinde, dede-torun çaparicilerin olduğu yerde bir minibüsten inip ağııır ağııır varınca yanlarına, kendisine bir kovadan bir balık alıp koklatmamı istedi, isteği oldu: uzuuun uzuuun kokladı bir istavriti, nefes gibi çekti içine ve gözyaşlarını gördüğümü bir şekilde anlayınca, onun da benim gibi olduğunu, aynı yolla dedesinin gönlünü hoş ettiği fakat o vakitler ne dondurma ne lolipop ne de şemsiye- çikolata olduğunu, kuruşları biriktirip liraya çevirmek suretiyle bir çerçiden ancak küçük, ebemkuşaklı bir plastik top alabildiğini, onun da ilk oynamada bir dikene kurban gittiğini güle-ağlaya anlattıydı.
dedem öldü.. babam öldü.. yıllar, yıllar geçti… ete, süte, ota değil de, oğlumun da benim gibi allerjisi çıktı balığa!
meğer bir oyuncak varmış bir naylon leğene bırakılan mıknatıslı plastik balıkları yine ucu mıknatıslı bir oltayla tutan!
o oyuncakla oynamak, oyalanmak yerine, dedemle gezdiğim sahillerde gezip, ya dondurma ya lolipop ya da şemsiye-çikolata yiğiyoruz oğlumla arasıra.
fakat bu balık kokusu nerden geliyor hâlâ.. hani deniz tükenmişti de!
edebiyathaber.net (5 Eylül 2023)