Öykü: Yan flüt çalabilirdim | Nejat Tamzok

Eylül 2, 2021

Öykü: Yan flüt çalabilirdim | Nejat Tamzok

Her zaman sevgi doluydu. O akşam kapıdan girdiğimde de yanaklarımdan öptü, rengârenk kâğıda kırmızı kurdelelerle sarılmış paketi ellerime tutuşturdu: “Doğum günün kutlu olsun canım.”

Paltomu girişteki askılığa asıp hediyemle birlikte salona girdim. Kanepeye, eşimin yanına oturdum, paketi açmaya başladım. Renkli kâğıdın altından ince, dikdörtgen bir kutu çıktı, kapağını yavaşça kaldırdım, siyah kadife kumaşın üzerindeki yuvalarda parlak gri renkli üç metal parça vardı. Gözlerimi kutudan ayırıp eşime baktım, yüzünde sıcacık bir gülümsemeyle “Kursa kaydını yaptırdım, Cumartesi günleri bir saat gideceksin, dört haftada usta olur çıkarsın,” dedi.

Cumartesi saat iki gibi elimde flüt kutusuyla metro durağındaydım. Hafta boyunca çok uğraşmış ama şöyle adam gibi bir ses çıkaramamıştım doğrusu. Biraz huzursuzdum, belki de çok iyi bir fikir değildi bu. Vagondan inip dershaneye yürürken özgüvenimi yitirmeye başlamıştım.

İkinci kattaki dairenin zilini çaldım, kapıyı orta yaşlı bir adam açtı. “Saat üçte randevum vardı, flüt,” dedim kısık sesle. Girişte sağdaki salonu işaret etti. İçeriye girdim, benden başka kimse yoktu, pencere kenarındaki koltuklardan birine oturdum, beklemeye başladım.

Saat üç gibi salonun kapısından bir kadın seslendi, “Cüneyt bey, değil mi?”

Yerimden fırladım. “Evet, benim.”

“Buyurun, sizi bekliyorum.”

Koridorun sağındaki odalardan birine girdi, ben de arkasından.

İnce uzun, loş bir odaydı. Girişte kapının solunda siyah bir piyano, yanında iki nota sehpası duruyordu. Karşı duvara birkaç gitar asılmıştı. En uçtaki küçük pencereden giren güneş ışıkları perdenin hemen önünde kayboluyordu.

“Daha önce hiç ders aldınız mı?”

Otuzlu yaşlarında, esmer, zayıf, ufak tefek bir kadındı, boyu normalden epey kısaydı, yan yana durduğumuzda neredeyse yarıma geliyordu. Ses tonu cüssesinden beklenilmeyecek kadar sertti, şaşırmıştım.

“Hayır.”

“Başka bir enstrüman?”

“Yok, bu ilk, bizim hanım doğum günümde almış, sizin dersi de o ayarladı, biraz kaygılıyım, becerebilir miyim bilmiyorum.”

O gün o odada bir saate yakın kaldım. Çalarken nasıl duracağım, flütü nasıl tutacağım, nasıl nefes alacağım? Bir de dudağımı nasıl büküp, nasıl üfleyeceğim? Çıktığımda bütün vücudum ağrıyordu. Dudağımı şekilden şekle sokmuş ama bir türlü becerememiştim doğru üflemeyi. Omuzlarım düşmüştü, tuhaf, rahatsız edici bir his kaplamıştı içimi.

Dönüşte eve girerken eşim mutfaktan seslendi, “Canım hemen geliyorum, nasıl geçti, anlat.”

“Çok yorgunum,” dedim, “Bu akşam erken yatacağım, sonra anlatırım.”

Bütün hafta kaçtım eşimden, flüte de elimi süremedim. Hafta sonu metroya doğru yürürken ayaklarım geri geri gidiyordu. Herkes bana bakıyordu sanki. “Senin ne işin var flütle bu yaşta?”

Dershaneye geldiğimde kapıyı bu defa kadın açtı, “Bugün erken başlayabiliriz,” dedi. Birlikte odaya girdik. Çıktığımda kendimde değildim. Olmadı. Bir türlü olmadı. Dudağıma hükmedemiyordum, ne kadar çabalasam da kadının istediği sesi çıkaramamıştım, birkaç ciyaklama, fıslama, hepsi bu. Elimde kutu, merdivenleri koşarak indim. Ter içinde kalmıştım. Sokağın aşağısındaki meydana doğru hızla yürüdüm, çiçekçilerin yanındaki banklardan birine iliştim. Eve gitmek istemiyordum.

Orada ne kadar oturduğumu bilmiyorum. Kendime geldiğimde hava kararmaya başlamıştı. Birden onu gördüm, dershaneden çıkmış, kalabalığın arasında küçük adımlarla metro istasyonuna yürüyordu. Hızla ayağa kalktım, beni görmemişti, bir an ne yapacağımı bilemeden öylece durdum, sonra arkasından gittim.

Sıra sıra kebapçıların yanından geçip, yolun sonundaki yürüyen merdivenle istasyonun çarşısına indi. Ağzına kadar dolmuştu çarşı, akşam vakti evlerine dönen insanların koşuşturmaları tezgâhtarların bağırtılarına karışıyordu. Başım döndü, midem bulanır gibi oldu. O, önümde sakin sakin yürüyor, arada durup kâh bir ayakkabıcıya kâh bir incik boncuk dükkânına giriyordu, bense sabırla bekliyordum çıkmasını. Sonra birden duvarın dibindeki tezgâhın üzerinde metali gördüm, floresan lambaların keskin ışığı altında parlayan çelik aklımı başımdan aldı, satıcıya baktım, ne istediğimi anlamıştı.

Kadın, sonunda vagona bindi, ben de peşinden. Kalabalığın gerisinden ona bakıyordum, oturacak yer bulamamıştı, üstteki tutamaklara da boyu yetişmiyordu, zar zor yolcu koltuklarından birinin demirini tutabilmişti. Kapıya doğru hareketlendiğinde hazırlandım, arkasından indim. Duraktan çıktı, ıssız, toprak bir yola girdi, dakikalarca yürüdü, sonra zifiri karanlığın içinde kaybolduk.

Eve geç saatte döndüm. Anahtarı sessizce çevirip usulca ayakkabılarımı çıkardım. Eşim yatmıştı, salondaki kanepeye kıvrıldım. Ertesi sabah uyandığımda öğlen olmuştu. Evde yoktu. Kahvaltıyı hazırlamış, masanın üzerine bir not bırakmıştı: “Alışverişe gidiyorum, geç gelebilirim.”

Sonrasında hep birbirimizden kaçarak yaşadık. Bahar gelmeden de anlaşıp boşandık. Ben tekrar evlendim. Eşim tam bir keman ustasıydı. Akşamlar boyunca dinlemeye doyamazdım. İlk eşime gelince… Onun sevgi dolu bakışları hayatım boyunca hiç aklımdan çıkmadı.

edebiyathaber.net (2 Eylül 2021)

Yorum yapın