Hayat, çocukluğumun salıncağı sanki. Bazen susuz kuyulara indirilen bir kova gibi bir umut, esintili bir ferahlık beklentisi, bazen hiç ağarmayan zifiri bir karanlık ya da dingin bir huzur, bir kahkahanın titreşimindeki yalın neşe… 9 -10 yaşlarındaydım. Dün gibi aklımda. Bayram yaklaşırken nasıl da bir telaş sarardı tüm evleri. Bayramlıklar alınacak, çocuklar sevindirilecek, ikramlıklar hazırlanacak, kabristan için ön hazırlıklar tamamlanacak, temizlenecek, toprak havalandırılacak, çiçekler dikilecek. Yağmur ve nemle yeşillenen mermerler deterjanlarla bir güzel ovulacak, Öyle ya! Elalem ne der! Ölüsüne saygısı olmayanın dirisine saygısı mı olur? Üstelik evin tüm kadınları çocuklar dahil bütün bu işleri üstlenirken kimsenin sesi çıkmaz, en küçük bir şikayet duyamazsınız. Hepsi çok önemli bir görevmiş, olmazsa olmazmış gibi algılanır. Mahallede herkesin aynı fikir ve duyguda birleştiği tek konudur aslında bayram hazırlıkları. Annem bütün bu işlerin arasında kendi tasarladığı elbiselerimizi diker bir de. Her bayram farklı bir elbiseyle, üstelik mahallede kimsenin aklına bile getiremeyeceği modellerle dikilen elbiseler. Kumlu, keten, gri; içinde bordo, beyaz ve sarı kum taneleri gibi renkli olanı en sevdiğim. Yakası, kol ağızları, içindeki bordo renkten ayrıca saten bir kumaşla çevrili. Öndeki dört düğme de bordo saten kumaştan bastırılmış kumaş düğmeler. Kızkardeşimle ben aynı örnek giyinirdik hep. Bayram gelsin, elbiselerimizi giyelim diye sabırsızlanırdık. O birkaç gün geçmek bilmezdi bir türlü. Her bayram büyük ablalar mutlaka bir salıncak kurarlardı. Ama öyle böyle değil. Bir yetişkin kolu kadar kalın halatlardan altı uçurum olan devasa bir ağaca kurulurdu salıncak. Herkes sırayla sallanırdı. Hızlandırma işi oturan kişinin sırtından ittirerek yapılmazdı. Her iki taraftan birer kişi yine kalınca bir ipi sallanan kişinin sırtından kuvvet alarak sallardı. O kadar yükseğe uçardı ki heyecandan yüreğim göğsüme sığmazdı. Uçurumun kenarından kuş gibi uçmak, o duygunun bir benzeri olamazdı. Ne bir kavga, ne bir kargaşa olurdu. Herkes bu duyguyu sırayla tadardı. Mahallemizde çok fazla ev yoktu. Patika sokakların ortasına ya da kenarına dizilen evler bayramlarda farklı görünürdü gözüme. Zaten her yer yemyeşildi. Çeşit çeşit meyveler birer zümrüt gibi sarkardı dallarından. Kuşların şen şakrak ötüşü hiç susmayan, sonu gelmeyen şarkı gibi çalınırdı kulaklara. Bizim ev mahallenin en güzel evlerinden biriydi. Eski bir evdi ama bakımlı. Etrafındaki bahçeden ki – bembeyaz çitlerle kaplıydı – ilerlediğinizde her iki yanda renk renk çiçekler karşılardı sizi. Güller, aslanağızları, mis gibi kokusuyla hanımeliler… Babam çok zevkli ve meraklıydı. O getirirdi bütün bu çiçeklerin fidelerini. Her yıl annem bahçenin ortasındaki yolun iki tarafına bezelye de ekerdi. Onların çiçeklerine de bayılırdım. Hele renkleri… Açıklı,koyulu, eflatun renkli bezelye çiçekleri. Bu çiçekleri nelere benzetmezdim ki. Bir eflatun rujlu çok güzel bir kadın dudağı olurlardı, kimi zaman da ağlayan bir kız çocuğu. Bazen kendi dudaklarımda olurdu o eflatun ruj. Hayranı olduğum Türkan Şoray gibi konuşur, dudaklarımı onun gibi titretir, kendi kendime eğlenirdim. Çiçekli yolu geçtikten sonra merdivenler başlardı. Merdivenlerin ortasına geldiğinizde sol tarafta koca bir avlu, ortasında kapaklı bir kuyu, kenarlarında yine çiçekler karşılardı sizi. Buz gibi olurdu kuyunun suyu. Babam karpuz sarkıtırdı bu kuyuya. Kocaman zincirin ucundaki kova gacır gucur sesler çıkartır bu sefer de korkutucu hayallere dalardım. Kuyuya yaklaşıp su çekmek yasaktı biz çocuklara. Annemin bizim için korkusu farklı duygular uyandırır, içine asla bakamazdım. Bir kere merakımı yenememiş, kimse görmeden içine bakmıştım. Koyu karanlığı öylesine ürkütmüştü ki o gece hiç uyuyamamıştım. Merdivenler bittikten sonra eve girdiğinizde güzelliğine şaşardı herkes. Bembeyaz örtüler, her bir ilmeği ayrı bir düşüncenin, duygunun ürünü danteller, ışıl ışıl, sıcacık, derin bir huzurla sarmalanmış eşyalar. Duvarlar sanki sizi kucaklıyormuş, pencereler “Hoş geldiniz” der gibi huzur dolu bir ev.
Annemin her bayram değişmeyen bir görevi daha vardı. Aslında görev de değil, olmazsa olmazdı. Mahallemizin yokuşunu çıkmaya başlamadan önce, asfaltın bitiminde anneannemin evine de çok yakın olan bir konak vardı. Melahat hanımın konağı. Anneannemin evi de aynı stilde idi ama o daha küçüktü. Bu ise çok büyük bir bahçe içinde arkasında çok geniş arazisi olan bir evdi. Mutfak ve iki odanın bulunduğu ilk kattan sonra geniş ve ahşap merdivenlerle ikinci kata çıkılırdı. Burada yarım daire şeklinde kocaman bir balkon ve bir sürü oda ve üstte bir kat daha vardı. Konağın görkemi beni büyüler her seferinde annemin peşine takılırdım. Melahat Hanım ve annem bayramlardan önce yapılacak hayır işlerini ve ikramları birlikte planlar, fakirleri ve çocukları sevindirir, dualarını alırlardı. Bana da bayram harçlığı olarak herkesten daha çok para verir, o nedenle el öpmekten nefret ettiğim halde koşa koşa Melahat Hanımın elini öperdim. Yine bir gün, bir bayram öncesi annem “Melahat Ablaya gidiyorum” deyince ondan önce hazırlandım. -Hadi anne, bu konağı çok seviyorum. Anneanneminkinden çok çok güzel.
-Ah kızım! Güzel de. “Dışardan konak işler, içinde var yanmışlar.” -Niye ki? Melahat teyze yanmış mı? -İlahi kızım, yani dışardan gördüğüne aldanma. Dış görünüş yanıltır insanı bazen. Bu güzellik, zenginlik içindekilerin de mutlu olduğu anlamına gelmiyor demek. -Neden mutlu değil Melahat teyze? -Hem kızını, hem kardeşini kaybetti art arda. Nasıl mutlu olsun kadıncağız? Allahım sen gösterme Yarabbi! Annem etrafta vuracağı tahta bulamayınca parmaklarıyla dişlerine vururken ben de mahalledeki kadınların “Gün” adını verdikleri toplantılardaki konuşmalarını hatırlamıştım. Melahat teyze bu toplantılara katılmazdı, o misafirlerini -çok olmazdı zaten- iki üç kişi olacak şekilde kabul ederdi. Of of! O gece tam olarak ne yaşandı hala sır. Mahalleye yeni taşınan ve herkesle tanışmak için güne gelen Suna teyze: -Ne oldu ki Melahat hanıma? -Melahat Hanım bu mahallenin en eskilerinden. Görmüş, geçirmiş bir kadın. Kocası, kardeşi ve tek çocuğu kızıyla huzur içinde yaşıyorlardı. Önce kocasını bir kalp kriziyle kaybetti. Kardeşi ve kızıyla teselli buldu. Kardeşi zaman zaman içkiyi fazla kaçırıp arkadaşlarının da onun iyi niyetini suiistimal etmeleriyle nahoş hadiselere sebep olurdu. Bu durum da Melahat Hanımı çok üzerdi. O gece Melahat Hanım doktorunun verdiği uyku ilacını içmiş. Uyumuş. Kızı da kendi odasında uyuyormuş. Kardeşi bir arkadaşıyla eve yine sarhoş gelmiş. Mahalleden bir kişi sarhoş bağırmaları ve ince bir çığlık duymuş. Nerden geldiğini anlayamamış. Sonra sesler kesilmiş. Ertesi günü Melahat Hanım uyandığında kızını odasında bulamamış. Kardeşi ve arkadaşı sızıp kaldıkları yerde uyuyorlarmış. Her yerde kızını aramış. Polise haber verildi. Hiçbir yerde kızın izine rastlayamadılar. En son deniz kenarında hırkasını bulmuşlar. Polisler intihar ettiğini düşünmüşler ama ceset bulunamadı. Melahat Hanımın kardeşi sızıp kaldığı için hiçbir şey hatırlamıyormuş, arkadaşı da… Kardeşi o günden sonra tuhaf davranışlar gösterdi, yemekten içmekten kesildi, evden dışarı çıkmadı. Bir gece odasından ses gelmeyince Melahat Hanım içeri girmiş. Kardeşinin cansız bedeni tavandan aşağı sallanıp duruyormuş. Melahat Hanım ağlamadı, konuşmadı, taş kesilmişti. Ta ki günler sonra korkunç sesler çıkartarak ağlayıp feryat edene dek…
-Vah zavallı kadın. Peki kardeşinin arkadaşı sorgulanmadı mı? -Hem de günlerce, herkes sorgulandı. Bir şey çıkmadı. Polisler de dosyayı intihar diyerek kapattı. Melahat Hanım da zamanla acısını içine gömdü. Çocuklara, düşkünlere yardımlarla, bağışlarla kendini avutuyor. Bunları yaparken de kimsenin gözüne sokmuyor, rencide etmiyor. Ee, görmüş geçirmiş kadın. ne demişler: “Asil azmaz,bal acımaz. Acırsa yağ acır, asaleti ayrandır.” Bu sözü çok severdim. Şiir gibi ezberlemiştim. Mahalledeki çocuklarla bu sözü marş gibi okur sonra da tempo tutup yürürdük.
A-sil az-maz Bal a-cı-maz A-cır-sa yağ a-cır A-sa-le-ti ay-ran-dır rap rap rap… Bakışlarım dalgın, dudaklarımda gülümseme derken konağa gelmiştik. O güzelim bahçe, kocaman ağaçlar, kıpkırmızı asma güller, kokusuyla mutluluk saçan hanımelleri ve elini öptüğüm Melahat teyzenin gül suyu kokan yumuşacık elleri. Onlar işlerine başlarken ben de her zamanki gibi konakta dolaşırdım. En çok hoşuma giden yer salondu. O ağır, devasa oymalı koltuklar, renk renk, desen desen kocaman karpuz lambalar, yine oymalı masa ve sandalyeler, içi porselen ve cam eşyalarla dolu vitrin, üzerinde her zaman plak takılı gramofon, mobilyalı radyo ve pikap, uzun tüylü yumuşacık halılar, duvarlarda çerçevelerin içinden kimi zaman neşeli,kimi zaman da kederli bakan gözler. Bu resimlerin içinde en çok yakın plan çekilmiş, iri gözlü, yay gibi kaşlı,aydınlık gülümsemeli 16-17 yaşlarındaki çok güzel bir kız ki Melahat teyzenin kızıydı, onu severdim. O bakışların karşısında durur, büyülenmiş gibi seyrederdim. Bakışlarımla epey konuşurdum onunla. O gün akşam üzeri konaktan ayrılmıştık. Sisli, puslu bir hava vardı. Annem ilerlerken ben durup ayakkabımın çözülen bağını bağladım. Çömeldiğim yerden kalktığımda iki metre ötemdeki kadını farkettim. Başını mantosunun kapüşonuyla örtmüştü. Konağa bakıyordu. O anda başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Duvardaki gözler karşımda dalgın ve binbir keder yüklü bakışlarla konağa bakıyordu. Aynı gözlerdi, emindim. Çünkü o gözlerin karşısında az zaman geçirmemiştim. Heyecandan ağzım kurumuş, kalbim küt küt atıyordu. Annemin sesiyle irkildim: -Hadi kızım, nerde kaldın? Akşam oldu. -Geliyorum anne. Başımı çevirdim, o gözleri gördüğüm yere. Kimse yoktu. Deli gibi sağı solu taradı gözlerim. Kaybolmuştu. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi gitmişti. Ama ölmemişti işte, yaşıyordu, o gözler yaşıyordu. Gözlerimde o gözler, yüreğim ağzımda, kulaklarımda annemin sesi; “Dışardan konak işler, içinde var yanmışlar”.
edebiyathaber.net (17 Ekim 2021)