Annem sofranın başında çıkışıp duruyor babama. Bağırıyor bazen. Bu kızın işini halletmedin, diyor. Babamın böyle bir gücü var mı? Elinden geleni yapıyor, kasabadaki önemli kişilerle konuşuyor ama bir şey olmuyor. Belki de yaptıkları sınav gerçekten objektif. Kim bilir?
Ablamın kasabaya yakın bir köyde vekil öğretmenlik yapması çileden çıkarıyor annemi. Bu ülkede her şeyin torpille yürüdüğüne inanıyor. Böyle görmüş hep. Kızgınlığı düzene biraz da. Çaresizliğe. Unutulmuş bu kasabaya. Genç bir kadının yollarda, erkek dolu köy minibüslerinde sigortasız, az bir maaşla sürünmesine. Ama babama neden bu kadar yükleniyor bilmiyorum yine de.
Tartışmalar sürüyor. Dışarıda sert bir Ocak kışı her şeyi sessizliğe gömmüş oysa. Bir ara kalkıp pencereden dışarıya bakıyorum. Bizim evden sonrası uzayıp giden tarlalar. Ya da sorularla dolu büyük boşluklar. Rüzgar ön bahçeye metrelerce kar doldurmuş. Elektrik direğine monte edilmiş sokak lambası yanıp sönüyor yine. Tekinsiz sesler, cızırtılar çıkarıyor. Düzlüklerde yükselmiş kar yığınları ay ışığı altında parıldıyor. Köpek sesleri patlıyor her yandan.
Umutsuzca yeniden sofraya dönüyorum. Fakat, kavgada temponun iyice yükseldiği anda duyduğum kapı zili bir kurtuluş işareti gibi içimi ferahlatıyor.
Birbirimize bakıyoruz sofranın başında. Kimseyi beklemiyoruz. Bu saatte, belki de karda kışta demeli, kim acaba, ya da kimler? Babam başıyla kapıya bakmamı işaret ediyor.
Sınıftan üç arkadaşımla karşılaşınca şaşkınlığa uğruyorum. Soran gözlerle bakıyorum yüzlerine. Yarın teslim edilmesi gereken matematik ödevinden söz ediyorlar hararetle. Soruları çözemediklerini, çözebilen kimseyi de bulamadıklarını, birkaç kişiye daha uğrayacaklarını söylüyorlar. Senin böyle bir derdin yok mu, der gibi bakıyorlar yüzüme.
Kavga seslerini duymuş olabilecekleri fikri canımı sıkıyor. Peşinen utanıyorum hatta. İçeriden yeniden seslerin gelebilme ihtimali var. Bu yüzden onları kapının önünden uzaklaştırmak istiyorum. Siz sokağa doğru çıkın, paltomu, beremi alıp geleyim, diyorum.
Bizimkiler sofranın başında hala. Kavga sönmüş, yerini üzüntü ve sessizliğe bırakmış. Kapıdakilerin kim olduğunu soruyorlar. Konudan bahsedip onlara katılacağımı söylüyorum. Babamın sorularla dolu yüzü bir an için bana odaklanıyor ama benimle uğraşacak durumda değiller.
Sıkıca giyinip kendimi dışarıya atıyorum. Yakıcı bir ayaz yüzüme hücum ediyor. Bu bana iyi geliyor. Arkadaşlarım kapının açıldığını duyunca sokak lambasının altından bana bakıyor. Davranışlarımı tuhaf bulmuş olabilirler tabi. Yine de yarınki ödev konusu fazlasıyla meşgul ediyor onları.
Evdeki bunaltıcı ortamdan kurtulmuş olmayı nadiren gülen şansıma yoruyorum. Üstelik bu soğuk kış gecesinde ilginç bir kasaba turunun can sıkıntısına iyi geleceği kanısındayım.
Ödevi yapmadığın halde neden bir telaş belirtisi yok, diye soruyor Alev. Sokak lambasının yarı aydınlattığı biçimli yüzünde harlı bir merak uyanmış. Hiçbir şey söylemiyorum. Bu sırada kardan yaptığımız merdiveni işaret ediyor Murat. Bu bahçeye ne olmuş oğlum, diyor.
Rüzgar tarlaların karını buraya taşıyor, biz de böyle merdiven yapıyoruz, hatta küçük kardeşlerim tünel açıyor, deyip durumu daha da ilginç kılmaya çalışıyorum.
Yürümeye başladığımız sırada sorumu cevaplamadın, diyor Alev. Bu sırada Feride sizinkiler ne için kavga ediyordu diye, soruyor pat diye. Feride işte! Utanıyorum. Utanmak için neden ararım zaten. Ablamın tayin meselesinden söz ediyorum kısaca. Bu durum bir empati yaratır mı? Yoksa kimse kavga eden insanlardan hoşlanmaz mı?
Sınıfın yarısını dolaştıklarını anlatıyorlar. Hatta matematik hocasına gidip ödevi ertelemesini talep etmişler. Hoca gecenin bir vakti kapısına gelinmiş olmasından da erteleme fikrinden de hoşlanmamış tabi. Bu uzak kasabada böyle bir ödev vermesinden mutlu mudur peki? Adından söz ettirmek mi istiyor?
Yürürken, arada merakla, belki de evdeki kavgadan etkilenmiş olmama dönük bir empatiyle yüzüme bakıyor Alev. Sorusunu yanıtlıyorum bu defa: Yarınki boş derste birinden yazarım, diye düşünmüştüm.
Bu kadar basit mi yani, biz niye gece vakti yollara düştük, diye sormasını bekliyorum. Ama sessiz kalıyor.
Hafif serpiştiren kar havayı yumuşatmış. Yürünen yerlerde izler oluşmuş. Karlar sertleşip kayganlaşmış buralarda. Kayıp düşmekten endişe ediyoruz. Alev Murat’a tutunmayı tercih ediyor. Yanından geçtiğimiz elektrik trafosu korkutucu sesler çıkarıyor. Bahçenin birinden çok sinirli bir köpek havlıyor bu sırada. Bize doğru manevra yapıyor hatta. Kızlar istemsizce erkeklere yanaşıyor.
Tehlike geçince Murat bir sigara paketi çıkarıp uzatıyor. Bunu yaparken sokak lambasının altına yanaşıyor. Bu tuhaf gecede özel bir anlamı varmış gibi sırıtıyor. Feride içelim bir tane, deyip alıyor. Alev tereddüt ediyor. Bense izmaritlerden, taşlara yapışık tütüne benzeyen otları gazete kağıdına sarıp içme deneyimlerinden sonra mesafeliyim sigaraya. Yine de bir taneden bir şey çıkmaz deyip alıyorum. Öksüre öksüre, dumanı havaya savurup gülüşüyoruz.
Öğretmenlerin marketinden alış veriş ettiği Hasan amcaların bahçeye doğru yaklaşıyoruz.
Cahide şanslı sayılır, diyor Feride.
Neden, diye soruyorum.
Marketteki ezilmiş meyveler, günü geçmiş tavuklar eve geliyor, iyi besleniyorlar. Ciltleri parıldıyor. Baksana, bizim Cahide bir hayli kilo aldı son zamanlarda.
Feride kapıya yaklaşınca kendi konuşmuyormuş gibi sus işareti yapıyor. Zili çalıp geriye doğru çekiliyor. Çatıdan sarkan buzlardan sakınıyor bir yandan.
Cahide’nin söylediğine göre ödevi yapamayınca babası hocayı aramış. Hocam çok zor, çocuklar yapamıyor, demiş. Hoca oralı olmamış pek. Eğer hiç kimse yapamadıysa o zaman bir şeyler düşünürüm, demiş. Şimdi bize düşen hiç kimsenin yapmadığını kanıtlamak işte. Yine de nasıl olabilir ki bu? Yapıp da söylemeyen olursa?
Cahide’lerden sonra Serdar’ların evi çarpıyor gözümüze. Duraklıyoruz. Uğrayalım, diyorum. Feride yüzünü buruşturuyor. Murat’sa bu karda kışta, zaman kaybetmeyelim, diyor. Bu düşüncelerine fakir olmaları mı yoksa Serdar’ın sınıftaki performansı mı sebep oluyor, bilmiyorum. Denemeye değer görüşündeyim.
Alev, çal hadi kapıyı, diyor. Kapı açılınca öyle güzel ayva kokusu geliyor ki. Babası Selahattin amca neredeyse çekiştirerek, gelin oğlum, sofradayız, en azından bir tas hoşaf için, diyor. Bana kalsa çok sevdiğim ayva hoşafını kaçırmam ama bizimkiler kibarca reddediyor. Bu sırada kapıya gelen Serdar’ın da ödevi yapamadığını anlıyoruz.
Yine bir sokak lambasının altında toplanıp durumu değerlendiriyoruz. O sırada bir yolunu bulup liseye girmeyi öneriyorum. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıyorlar. Belki bir yerlerde verilmiş ödevler vardır, hem okula gizlice girmek ilginç olabilir, diyorum.
Alev yüzüme bakıyor. Sen macera peşindesin ama bu dediğin olacak iş değil, diye kestirip atıyor. Murat hocaların odası da dolabı da yok, deyip destekliyor onu. Feride kararsız kalıyor önce. Sonra da fikrimi saçma bulup, onları destekliyor. Nasıl gireceğiz, cam mı kıracağız deli, deyip tersliyor beni.
Son olarak iki arkadaşa daha uğramaya karar veriyoruz. Bunlar, yakın köylerden gelip kasabada ev tutmuş olanlar. Ev yerine dam demek daha doğru olur gerçi. Tek odalı bu tip evlerde kahvehanelerden çekinen öğrenciler toplanıp kağıt oynar. Hatta içki içer bazen. Bu yüzden hocalar ani baskınlar yapar. Böyle yerlere baskın yapmayı çok severler hatta. Uzun kış gecelerinde onların da can sıkıntısı çektiğinden eminim zaten. Şu internet bize de gelse diye hayıflanmıştı, tarih öğretmeni geçenlerde.
Feride’nin bu tür öğrenci evlerini de, buralarda kalanları da küçümsediğini hissediyorum. Murat köylerden gelen çocukların harika işler çıkardığına inanıyor. Anne babalarından uzaklar, akılları fikirleri ders çalışmakta, diyor. Alev itiraz ediyor. Öyle olsa sınavlarda çok başarılı olurlardı, sonuçta imkan meselesi, disiplin meselesi, diyor. Hem hafta sonları gidip ailelerine yardım ediyorlar, diye ekliyor.
Yürümeye başlıyoruz yeniden. Bir ara bu üç kişinin nasıl olup da bir araya geldiği sorusu kafama takılıyor. Feride ile Alev iyi arkadaşlar. Murat’ın neden grupta olduğuna ise bir cevap bulamıyorum. Erkek olmasından ya da benim gibi evden kaçma isteğinden olmalı, diye düşünüyorum.
Yürürken, sınıfın en çalışkanı iki arkadaşa uğradıklarını, ödevi yapamadıklarını söylediklerini, yine de onlara güvenemediklerini anlatıyorlar.
İlker’in kaldığı eve varıyoruz çok geçmeden. Feride elinin dışıyla tahta kapıya vuruyor birkaç kez. Tipsiz kim bilir ne yapıyor içerde diye de, sataşıyor. Kim o, diye temkinli bir ses geliyor içerden. Cevabı alan İlker kapıyı açınca, hayırdır, diyor şaşkınlıkla. Bir yandan da sırıtıyor. Aslında ifadesi öyle biraz. Belki de kapıda kız görmek hoşuna gidiyor.
Hemen içeri atıyoruz kendimizi. Sobadan odun çatırtıları duyuluyor. Patates kokusu yayılıyor fırından. Duvarın dibinde ise bir somya duruyor. Tahta bir masanın üzerinden duvara doğru yükselmiş kitapları görünce şaşırıyoruz.
İlker yatağın üzerindeki battaniyeyi düzeltip oturmamızı işaret ediyor. Önce sobaya doğru yanaşıp ısınıyoruz.
Bu kadar kitabı nereden buldun, diye soruyorum.
Amcam gönderdi İzmir’den, diyor gururla.
Konuyu açıyoruz hemen. İlker bizimle bir süre eğlendikten, yapacağı hareketin ne denli soylu olduğunu da vurguladıktan sonra müjdeyi veriyor. Masadan bir kitap alıp, bu yardımcı kitap var ya, soruların cevabı buradaymış, diyor. Karıştırırken tesadüfen gördüm, adam aynısını alıp sormuş, diye ekliyor. Elinde sallıyor kitabı. Gökten inmiş bir mucize gibi havada dalgalanıyor kitap. Birkaç saniye İlker’in el hareketlerini izliyoruz hipnotize olmuş gibi.
Kızlar tuhaf sesler çıkarıp birbirine sarılıyor. İlker’se sırıtıyor yine. Alev’e olan ilgisi canımı sıkıyor. Murat da rahatsız oluyor nedense.
Oturup hızla yazmaya başlıyoruz cevapları. Bu sırada fırından çıkardığı patatesleri ikram ediyor İlker. Eskimiş, bakır bir tepside bütün halindeki patatesleri masaya sürüyor. Bir de tuzluk getiriyor. Kabukları tepsiye soyabilirsiniz, diyor. Açık birer çay dolduruyor hepimize. Özgürlüğüne özeniyorum o an.
Yazmayı, daha doğrusu kopyalamayı neredeyse bitirmek üzereyken kapıya vuruyor birileri. Alışılmadık, otoriter, sert bir tıkırtı bu. Şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz. İlker kapıya yanaşıp kim o, diyor korkuyla.
Aç oğlum, öğretmenlerin diyor, biri.
İlker geri gelip, yardımcı kitabı ve bazı başka şeyleri saklıyor panik içinde. Bize de sakın bir şey çaktırmayın, diyor emir verir gibi.
Öğretmenler içki içmediğimizden, kağıt oynamadığımızdan emin olunca gecenin bu saatinde neden toplandığımızı soruyor. Ders çalıştığımızı söylüyoruz ama durumu normal bulmayan öğretmenler, sıkıştırıyor bizi.
Yapılamayan bir matematik ödevi olduğunu, ev ev dolaştığımızı söylüyoruz sonunda. Birbirlerine bakıyor hocalar. Fizik hocası pek de hoşlanmadığı matematik öğretmenine kızgınlığını gizlemiyor. Edebiyat öğretmeniyle sorulara yoğunlaşıyorlar.
Sorulardan ikisini çözebileceğini söylüyor fizik öğretmeni. Ama üçüncüsünde takılıp kalıyor. Feride çenesini tutamıyor her zamanki gibi. Yardımcı kitabı göstermek zorunda kalıyoruz.
Ne diyeceklerini şaşırıyorlar önce. Sonra da, iyi madem, yazın buradan ve yarın bütün arkadaşlarınıza cevapları verin, diyor fizik öğretmeni. Edebiyat öğretmeni bunun etik olmadığını söylüyor. Karşı çıkıyor. Hayır, diyor.
Bir süre dışarıya çıkıp tartışıyorlar. Geri gelince de kitabı ve yazdığımız şeyleri alıp sobaya atıyorlar. Durumu müdürle konuşacağız deyip, çıkıyorlar.
Sevinelim mi üzülelim mi bilemiyoruz. İlker kitabın sobaya atılmasına çok bozuluyor. Matematik öğretmeninin ayrıntıları öğrenip bize cephe almasından endişe ediyoruz. Feride’yse, aman be, ne olacaksa olsun diye, kestirip atıyor. Evlere dağılmaya karar veriyoruz sonunda.
Murat’la kızları evlerine bırakıyoruz önce. Yalnız kalınca önemli bir ortak hikayenin parçası olmanın etkisiyle samimi bir sohbetin içinde buluyoruz kendimizi. Alev’le mektuplaştıklarını, kalp çizilmiş bir mektup aldığını öğrenmem şok ediyor. Ballandıra ballandıra anlatıyor çizilen kalbi. İçini kırmızıyla nasıl boyadığını, beyaz bir kalemle üstünü yazdığını söylüyor Alev’in. Yazılan şeyden söz etmek bile istemiyorum. Bu tuhaf kasaba turunun bu şekilde sonuçlanmış olması canımı sıkıyor ama. Hem de çok. Moralimi bozan şeyler koleksiyonuna bir yenisini eklemiş oluyorum.
Bir koşma isteği duyuyorum nedense. Ayaklarımın altında sıkışan kar çatırdıyor. Her bir yandan köpekler havlıyor. Onlara aldırmadan, soğuğu hiç hissetmeyerek koşmaya devam ediyorum.
Babamı sigara içerken buluyorum dışarıda. Annemlerin yattığını söylüyor. Ne yaptınız, diye soruyor. Bana değil de karla kaplı tarlalara, uzayıp giden boşluğa doğru bakıyor.
Hiç, deyip içeri atıyorum kendimi.
edebiyathaber.net (25 Ocak 2024)