Öykü: Yargı | Ebru Akkan

Eylül 17, 2024

Öykü: Yargı | Ebru Akkan

Sonbaharla birlikte etraf ıssızlaşıp el ayak çekilince, yazın neşeli kalabalığı yerini yerli kasaba halkına, güz kadar yorgun bir o kadar da renkli insanlara bıraktı.

Tufan kahvaltı ederken doya doya denizi izliyordu. Bugün ikisi de dingindi. Ruh halleri, sahil kasabasında yaşamını sürdüren pek çok insan gibi, birbirlerine baka baka benzeşmişti. Yazın kendilerini oyalayan insan güruhuyla canlanır, kışın yalnızlık hissiyle ha hüzünlü ha öfkeli hemhal olurlardı yitip giden zamanın kollarında. Mevsimler değiştikçe, onlar da değişip dönüşürdü. Tam yalnızlığa, ıssızlığa alışıp kendileriyle barıştıklarında güneş yine yakıp kavurmaya başlar, neyle barıştıklarını unutup istilacıların isteklerine yetişmeye çalışırlardı. Sonbaharsa ardından gelecek kışın sıkıntısına yavaş yavaş alıştırırdı onları.

Kahve makinesinin sesiyle düşüncelerinden sıyrılıp iskemlesinden kalktı. Derme çatma restoranını açalı bir saat olmuştu. Güne hazır olsa da bu saatlerde gelen giden müşteri olmazdı. Bir mevsim sonrasında hepten kesilir, zorunlu kış tatili zamanı gelirdi. 

Günlük gazetenin spor sayfasından küçük bir parça koparıp dörde, ardında sekize katladı. Gazete almanın faydaları, diye geçirdi içinden. Nasıl okuyorlardı diğer insanlar cep telefonlarından, tabletlerinden gazeteyi. Haber dışında gereksiz çöple dolu sayfalar. Dikkat dağıtmaktan başka işe yaramayan lüzumsuz tonla reklam, link. Ardı ardına açılan pencereler. Hoşnutsuz yüzünü buruşturdu. Elindekini aksayan bacağın altına milimetrik hesaplarla yerleştirdi. Kontrol etmek için masayı sarstığında fincandaki kahvenin üzerine boca olmasıyla yerinden fırladı. Pantolonunu söverek sıyırıp, buz gibi suya daldı. Pek faydası olmasa da acısı biraz sağalmıştı sanki. Bacaklarındaki kızarıklığa bakarken “Çabuk geçse bari”, diye mızmızlandı. Yalın ayak yerine dönerken masasında birinin oturduğunu fark etti.

Adımlarını sürüyerek yavaşça yaklaştı. Adamın ensesindeki dövmeyi fark ettiğinde duraksadı. Ensedeki eli, elin havada tuttuğu başsız çocuk bedenini izledi şaşkınca. Yıllar sonra aynı tablo, aynı güzellikle, aynı tuvalde karşısındaydı. Çocuklarını Yiyen Satürn. Bu nasıl gerçek olabilirdi? Dövmeye ilk kez dokunduğu gecenin sabahına gitti. Pencereden yatak odasına dolan sarı, parlak sabah güneşinin altında kendisine sırtı dönük yatan Bulut’un teni altın gibi pırıldıyordu. Kumral saçlarını eliyle itip dövmeyi uzun uzun izlemişti. Mavi, lacivert, kırmızı. İç içe geçmiş kaotik renk cümbüşü. Yaptırırken canının yanıp yanmadığını düşündüğünü anımsadı. Masadaki adam arkasına bakmadan sordu.

-Hoş geldin demeyecek misin?

Tufan geçmişin sesiyle sarsıldı.

-Bulut.

Karşısına geçti, oturmadan aceleyle “Sana kahvaltılık bir şeyler getireyim”, dedi.

Otomatik hareketlerle hazırlamaya koyuldu. Sahanda peynirli yumurta, bir dilim kızarmış ekmek, siyah zeytin. Zeytinyağına kekik, pul biber ekledi. Bulut denizi izliyordu. Hareketsiz, durgun. Keşke o an doğru soruyu sorabilseydim, diye geçirdi aklından. Niye o dövmeyi seçtiğini? Ne bekliyordun? Ağzının içinde tısladı Tufan. Elleri titriyordu. İçinde kabaran öfkeyi bastırmaya çalıştı. Tepsiyle masaya döndü.

Bulut’u izlemeye koyuldu. Ağır ağır, koklayarak yiyor, tadını çıkarıyordu. Yerken hoşuna giden şeyleri koklamayı sevdiğini hatırladı. Özellikle peynirli omleti. Onu tanıyordu. İkirciklendiğini, söze başlamak için uygun cümleyi aradığını biliyordu. Boşuna çabalıyordu. Uygun tek kelime yoktu. Sarf edilecek cümleler aralarında çoktan örülmüş duvara inen çekiç darbelerinden farksız olacaktı. Duvarı yıkamayacaktı. Daha da çirkinleştirecekti. Derin bir nefes aldı. Masayı toparladı. Yerine döndüğünde Bulut’un sahile indiğini gördü. Zamanın yavaşladığını hissetti. Her şey ağır çekimdeymiş gibi geldi, başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Bulut sahil boyunca yürüyüp gözden kayboldu. Sıkıntıyla iç geçirdi. Neden geldi, ne değişti? Buraya yerleşeli beş yıl olacak bu kış, diye geçirdi içinden. Dört uzun, yalnız, kasvetli kış. Zihninde, kalbinde yanıt arayan soruları susturmayı nihayet başarmışken, kendi kendine olmanın tadını almış, kendisini affetmeye başlamışken, en önemlisi de yalnızlığa alışmışken.

-Abi, dondurma var mı, diye soran kırmızı elbiseli kız çocuğuna baktı, masaya yerleşen ailesini görünce servis için ayaklandı.

Akşamüzeri dükkânı kapatıp çarşıya indi. Bir iki esnafla selamlaşıp ilerlerken Bulut’u gördü. İki katlı butik otelin balkonunda etrafı izliyordu. Adımlarını hızlandırıp evine girdi. Babasının müstakil, bahçeli, köy evi. Yerleşir yerleşmez tadilata koyulmuş, evle birlikte kendisini de onarmayı ummuştu. Büyük ölçüde de başarılı olmuştu. Buraya girdiğimi gördü mü acaba, diye düşündü. Görmemesini diledi. Gitmesini ve bir daha dönmemesini. Bugünü yaşamamış olmayı tercih ederdi.

Pencereden, geldiğini fark eden Güdük’ün hoplayıp zıplamasını görünce keyfi bir anlığına yerine geldi. Sabah nanemolla göründüğünden sahile götürmemişti. Onu mutlu etmeye çalışırdı. Babasının yadigarı. Ruhunu göçük altında bırakan o trafik kazasından Güdük sağ çıkabilmişti sadece. Mamasını hazırlamaya koyuldu. Kendisine de bir dilim beyaz peynirle kavun kesti, rakısını alıp bahçeye oturdu. Biraz sonra Güdük te gelip ayaklarının altına kıvrılıverdi. Bahçede onunla koşturacak havada değildi. Babasının hışımla evden çıktığı o günü anımsadı. Kendisini Bulut’la gördüğünde, oğlunu dinlemeyi, anlamayı istememişti. Yaşlı yüzünde oluşan tiksintiyi, utancı, nefreti anımsadı. Ardından Bulut’ta evden kaçarcasına uzaklaşmıştı. Kaçmasaydı eğer babasının o gün arabasında kalp krizi geçirdiğini, kazaya bu krizin neden olduğunu, kendisini vicdan azabı çekmeye zorlayan hayata karşı ne kadar aciz hissettiğini de bilir, bugün böyle fütursuzca ortaya çıkamazdı. Aylarca baba evinde tek başına debelenmiş, evde ne varsa atıp dağıtmış, evi baştan ayağa yenilemişti. O yazın sonunda, aylardır bir kere bile çalmayan cep telefonunu fırlatıp denize atmış, hafiflediğini sanmıştı. Güdük ayaklanıp kapıya yönelince, Tufan Bulut’un bahçe kapısından girdiğini gördü. Yüzü rakının da etkisiyle alevlenmeye başladı. Kıpırdamadan Bulut’un gelip bir kez daha karşısına kurulmasını, bir süre bekleyip kendisi kalkmayınca içeri girip kendisine mutfaktan içki alıp gelmesini izledi. Uyuşmuştu. Zaman yine yavaşladı. Başı hafiften dönmeye başlayınca gözlerini kapadı.

  • Ben, biz çocuktuk, dedi Bulut.

Tufan gözlerini araladığında gün batmıştı. Yüzünü buruşturdu. Zoraki de olsa gülümsemeye, anlayışlı olmaya hiç niyeti yoktu.

  • Neden geldin, diye bu defa yüksek sesle sordu.

Bulut oturduğu yerden Tufan’a eğilerek yineledi “Çocuktuk”. Tufan’ın ses tonu değişmiyordu. Tekdüze, duygusuz sürdürdü konuşmasını.

  • Şimdi değil misin?
  • Çocuktuk.
  • Ne değişti de geldin?
  • Korkmuştum, insanların beni yargılamalarından korkmuştum.
  • Ne değişti de geldin?
  • Biliyorum bütün okul farkındaydı. Ama okulun dışı, kampüsten çıktığın anda gerçek hayat…
  • Ne değişti de geldin?
  • Özledim.
  • Ne değişti de geldin?
  • Seni unutamıyorum.
  • Ne değişti de geldin?
  • Ben, ben, iyi değilim.
  • Ne değişti de geldin?
  • İyi değilim.
  • Ne değişti de bana geldin?

Tufan boş kadehiyle mutfağa geçip içkisini tazeledi. Bulut’un hıçkırıklarını duyabiliyordu. Oyalandı. Zaman durmuştu. Kalbinin de buz tuttuğunu düşündü rakısına buz eklerken. Buzdolabından önceki akşamdan kalan patlıcan kızartmasını çıkardı. İki dilim ekmek kızartıp tepsiye koydu. Bahçeye çıktığında hıçkırıklar kesilmişti.

  • Çok mutsuzum.
  • Ne değişti de bana geldin?
  • Yaşamak için nedenim kalmamış gibi hissediyorum. Sürekli geçmişte yaşıyorum.
  • Ne değişti de bana geldin?
  • Sana haksızlık ettim.
  • Ne değişti de bana geldin?
  • Seni özledim.

Tufan yorulmuştu. Masanın altında yumruğunu sıktığını fark edince derin bir nefes aldı. Sakinleşmeye çalıştı. Gerilimin kimseye faydası olmazdı. Sırra kadem basan insanların canları isteyince ortaya çıkıp kaldıkları yerden sevilip sarmalanacaklarını sanmaları, kendilerini böylesine özel ve yaptıklarını da kendilerine hak görmeleri ahmaklıktan başka bir şey olamazdı. Babası. Onun öldüğü andan itibaren yenilgiyi kabullenmiş, kendisine dayatılan normları kendi normaliymiş gibi kabullenmeye başlamıştı. Suya sabuna dokunmadan bitkisel bir hayat sürdürmesi gerekiyordu sanki. Babası kazanmıştı. Erk kazanmıştı, atalar kazanmıştı. Hayatı onun gibilerin istediği gibi sürüp gidecekti.

O gün evden kaçtıktan sonra, saatlerce sokaklarda yürüdüm, dedi Bulut kısık sesle. Tufan’la mı konuşuyordu kendisiyle mi? Tufan bilemedi. Ayaklandı, sahile inmeye başladı. Bulut’la Güdük peşinden geliyordu.

-Dinleyeceksin, dedi Bulut. Senden sonra evden bir hafta çıkamadım. Ertesi hafta okula gittiğimde kazayı anlattılar. Bizim yüzümüzden olduğunu anladım. Yanlış zamanda yanlış yerde olmanın pişmanlığı utanca karıştı. Nefes alamaz hale geldim. Hayatımı böyle sürdüremezdim. Elbette seni aramayacaktım. Ne yapmamı bekliyordun ki? Gittim önüme gelen ilk kadınla ilişkiye başladım. Neden olduğunu sorgulamadı bile. Evlenmekte ısrar ettim. Altı ay sonra evliydim. Normal olmak istiyorum ben. Herkes hata yapabilir, sadece gençlik merakıydı dedim kendi kendime. Etrafımda ne kadar eş dost varsa beni ikiyüzlülükle suçluyordu, biliyordum. Yaşamıma verdiğim yönden, yaptığım seçimden memnundum. Herkes yapabiliyorsa ben de yapardım. Hemen bir plazada iş buldum. Gecemi gündüzüme kattım. Hızla yükseliyordum. Takdir ediliyor, onaylanıyordum. Aklıma bile gelmiyordun. Ta ki ofise seni çok andıran genç bir stajyer çocuk başlayana kadar. Kendimde öldürdüğümü, yok ettiğimi sandığım ne varsa hepsi birer canavar gibi hortladı. Bir tür panik atak geçiriyor olmalıydım. Sadece bir an, kısacık bir an. Taciz suçlamasıyla işten atıldım. Karım beni terk etti. Yapayalnız kaldım. Bunların hiçbiri değildi beni rahatsız eden. Ölen sadece senin baban değildi, ölen ayrı ayrı bizdik. 

Uzun bir suskunluk oldu. Tufan, Güdük’ü çağırıp Bulut’a döndü. “Hiç değişmemişsin. O gün evden kaçarcasına uzaklaşırken de şimdi de aynısın. Onaylanma bağımlılığın, baban, el alem. Sana dayatılanları zevkle özümsedin. Bizi benim babam değil, yargıların öldürdü”, dedi buz gibi bir sesle.

Daha fazla oyalanmadan, yanıt beklemeden yürümeye başladı. Giderek gözden kayboldu.

edebiyathaber.net (17 Eylül 2024)

Yorum yapın