Bütün otogarlar gibi, “merhaba” ve “elveda” arasında sıkışmış bir yer bizimki de. İstisnasız bütün mevsimleri soğuk. Her kucaklaşması yeni bir el sallayışa ve her gülümsemesi yeni bir gözyaşına gebe. Burada herkesin yazgısı birbirine denk. Kalan da aynı giden de…
Bu temsili mahşerin demirbaşı sayılırım ben. Gitmeye de kalmaya da muktedir değilim. Hüzünlerin, sevinçlerin, ayrılıkların ve kavuşmaların en yakın şahidi, o eski, köhne banklardan biriyim. Üstüm başım pejmürde ve bekleyişlerin sancılı çentikleriyle dolu yorgun bedenim. Utanarak belirtmem gerekirse; sanırım bir tahtam da eksik. Belki de bu yüzden en izbe köşeye koymuşlar beni. Neyse ki üzerimdeki sundurmam hala sağlam. Benim gibi, insanları yazın güneşten kışın ise yağmur ve kardan itina ile koruyan gölgelikli bankları pek yapmıyorlar artık. Eski toprağım ben! Eşim benzerim pek bulunmaz. Bu yüzden de hala revaçta sayılırım.
Bugün beni buraya koymalarının üzerinden tam kırk yıl geçti. Kırk yıldır kim bilir kaç yolcu ağırladım. Kaç yalnızlığa, kaç gözyaşına; kaç hıçkırığa tanık oldum. Yapım gereği odun olsam da benim de kalbim vardı bir zamanlar. Pek de duygusaldım. Ancak zamanla taşlaştı yüreğim. Ayrılıklara alıştım. Ancak bir tanesi hariç! Yıllarca kaç vedaya göğüs gerdim de bir tek o elvedaya dayanamadım. Size anlatacaklarım işte o yolcunun hikâyesi; tek kişilik bir bileti olan ve dönüşü olmayan o sefere çıkan yolcunun.
Otogarın en kuytu köşesinde olmama rağmen derin bir sükûnetle izledim her şeyi yıllarca. Kimsenin göremediği birçok şeyi de görebildim böylelikle. Ödül mü ceza mı bilmem ama benim en büyük özelliğim bu; insanların ruhunu okumak… Sadece dinlenmek için yaratılmış bir sokak mobilyası değilim ben. İyi bir dinleyiciyim de. Üzerime her kim oturursa onu sessizce dinlerim. Laf aramızda kalsın ama sadece söylediklerini değil, söyleyemediklerini de duyabilirim.
Kırk yıl; dile kolay! Yedisinden yetmişine birçok misafirim oldu bu süre boyunca. En gizli sırlara, en mühim hesaplaşmalara, vefaya ve vefasızlığa tanık oldum. Kırk yılda kırk binden fazla değişik insana kucak açtım yorulmadan. Otogarın kaderidir bu. Seyyar satıcılarından çok seyyar müşterileri vardır. Her gün başka insanların gölgeleri dolanıp durur etrafta. Bu yüzden olsa gerek aynı insanı birden fazla görmüşlüğümüz nadirdir. Mesela her sabah farklı insanlar çorba içer Nadir Beyin yerinde. Günde beş yüz bardak çay satan Ali, otogar esnafı hariç, her gün değişik yüzlere uzatır ince belli bardakları. Gişedeki koltuğuyla bütünleşen asık suratlı Hüseyin Amcanın azarladığı hiçbir yolcu birbirinin aynısı değildir. Bir döngüsü vardır otogarın. Birileri gider birileri döner sürekli. Ancak siz, hep birileri bir yerlere gidiyormuş gibi hissedersiniz.
Hayatımızda iz bırakanlar ezberleri bozanlar olmuştur daima. Yaşadığınız çevre zamanla sizin dünyanız haline gelir. Benim dünyamda da gidenler ve gelenler vardı sadece. Kısa süreli ve geçiciydi misafirlerim. Bu oyunu on yıl önce bozdu o gizemli misafir. İlk başlarda onu da herkes gibi sanmıştım. Başındaki siyah fötr şapkası, siyah elbisesi ve topuksuz, siyah deri ayakkabılarıyla gelip üzerime oturduğunda yıllarca devam edecek bir bekleyişin ilk günü olduğunu bilemezdim. Tıpkı o gün son olduğunu bilmediğim gibi.
Aramızdaki bu sessiz, diyalogsuz dostluk yıllarca sürdü. On yıl boyunca her sabah aynı dinginlikle gelip aynı sessizlikle ayrıldı yanımdan Nesrin Öğretmen. Otogarın sıradan, geçici bir misafiri değildi o. Ne bir yere gidiyordu ne de bir yerden geliyordu. Birini bekliyordu belki. Belki de gitmeye niyetleniyor ama sürekli vazgeçiyordu. Belki de sadece kendinden kaçıyordu. Niyeti her ne ise hiç şaşmıyordu saati. Her gün aynı vakitte geliyor ve geçen suskun saatlerden sonra öylece kalkıp gidiyordu. Ta ki o güne kadar!
1992 kışının karlı, soğuk bir sabahıydı. Yanlış hatırlamıyorsam İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin Ankara’ya başlattıkları ölüm yürüyüşü biteli birkaç gün olmuştu. Ve kırkı çıkmamıştı daha Gömeç’teki çığ felaketinde yitirdiklerimizin. Galatasaray, Ali Sami Yen’deki o efsane Werder Bremen rövanşına henüz çıkmamıştı.
Şubattı muhtemelen. Bazılarına göre Ocak. Gençlere göre daha sabahın 05.00’iydi. Ancak huysuz bir ihtiyara sorsanız size saatin 10.00’u çoktan geçtiğini söylerdi. Çalışanlara göre pazartesiydi, aylaklara göre perşembe veya cuma. Göreceliydi mevsimler, günler, hatta saatler. Çoğu zaman da iklimler! Lapa lapa yağan kardan kaçarken yalnızlar, âşıklar altında el ele yürüyordu. Beyaz taneciklerin gökyüzündeki muhteşem dansı çocukları eğlendiriyor büyükleri ağız dolusu sövdürüyordu. Kimine göre beyazdı mevsimin rengi, kimileri kara kış diyordu. Belki de sadece doğa değil bu mevsimde herkes uyuyordu. Bakıyor ama görmüyordu kimse; birileri doğuyor birileri ölüyordu.
Vefalı dostum, idealist fizik öğretmeni Nesrin Hanım o gün yarım saat geç geldi otogara. Hâlbuki on yıl boyunca bir dakika bile gecikmemişti. İlk defa bir çanta vardı yanında. Gideceğini hissedip hüzünlenmiştim. Her sabah gelmesine nasıl da alışmıştım oysa. Farklıydı bakışları. Aslında her şeyi farklıydı. Bu kez elinde tutuyordu mesela siyah fötr şapkasını. Kızıla çalan turuncu saçlarını ilk defa bu kadar net görebilmiştim. Ve bedeni kadar yorgun olan gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü de. Hiç ağlamamıştı daha önce. Hiç konuşmamış, sitem dolu tek kelime etmemişti. O gün kadar derin nefes almamıştı hiç. Öyle doldu ki ciğerleri oksijenle, havayla birlikte ruhunu içti şehrin. İnsanların küf kokulu düşünceleri bir zehir olup gezindi damarlarında. Yıllardır her sabah gelip oturduğu, artık hayatının bir parçası olan varlığım hariç gördüğü her şeyden tiksindi. Oysa eskiden hayatı ve insanları severdi Nesrin Öğretmen. Sokak lambaları dahi dertleşecek bir dost ararken kendine, o, mutluydu yalnızlığıyla. Üzerimde saatlerce oturup uzaktaki birini düşlerken sevgili yerine paltosuna sarılırdı sımsıkı. Kimseye ihtiyacı yoktu. “Git buradan” diyerek birbirlerini iten kar taneleri kadar mağrur, onların beyaz renklerini gökkuşağına çeviren prizma kadar neşeliydi. Herkes kadar yaşamayı seviyordu o da. Aslında kendi hikâyesinin yalnız kahramanı olduğunu fark etmeden önce…
O gün benden hiçbir farkı yoktu. Kalpsiz, duyarsız ve hissiz biri olmuştu artık. Nefes alıyordu, bakıyordu, görüyordu ama canlı bir varlık değildi. Evrende yer kaplıyordu, bir maddeydi ve skaler bir büyüklükteydi.
Onun hikâyesinin böyle bir sonla biteceğini kim bilebilirdi ki? 1955 yılında İzmir’in Bornova ilçesinde serbest düşme hareketiyle atılmıştı hayata. Sayıların dili olan matematik, içsel çöküntüsüne aldırmadan yaşının otuz yedi olduğunu söylüyordu. Herhangi bir teleskopik boy ölçer cihazı, bir metre altmış yedi santim olarak ölçüyordu boyunu ve eşit kollu terazi, yorgun bedeninin kütlesini dünyanın çekim alanında elli beş kilogram olarak hesaplıyordu. Yıllarca hayatı anlamaları için fizik biliminin karmaşık formüllerini anlatmıştı öğrencilerine. Ancak formüllerin gerçek hayatta hiçbir işe yaramadığının en büyük kanıtıydı şimdi. Bir asrı çoktan devirmiş biri kadar yaşlı, yürümeyecek kadar obez olan birininki kadar ağırdı bedeni. Duran nesnelerin durmaya devam etmesi, hareket eden nesnelerin ise durmaya çalışması gibiydi kalbi. Görelilik kanunun vücuda gelmiş hali gibiydi. Hızlı nesnelerin kısalması, doğru nesnelerin eğrilmesi gibi eylemsizlik çerçeveleriyle doluydu zihni. Varlığı tamamıyla göreceliydi. Artık biliyordu; o olsa da olmasa da zaman akmaya ve bütün evren var olmaya devam edecekti.
Hala bir parçası olduğu zaman döngüsünün girdabına kapılıp uzun uzun karşısındaki boşluğu izledi. Aldığı her derin nefeste sanki tutunacak bir dal arar gibi kucağında duran çantası ve fötr şapkasını biraz daha sıktı. Derin bir rüyadan uyanır gibi kendine geldi sonra. Bir şey hatırlamış gibi çantasının fermuarını hızla açtı. Biraz karıştırıp eksi bir saç fırçası çıkardı. Şapka ve çantasını kenara koyup sanki karşısında hayali bir ayna varmış gibi koparırcasına taramaya başladı saçlarını. Her defasında daha derine inen bir bıçak darbesi gibi canını acıta acıta, ruhunu kanata kanata gezdirdi fırçayı saçlarının arasında. Her darbede ayrı bir renge büründü sanki saçları. Önce kızıla döndü. Ardından kahverengiye ve daha sonra da beyaza. Uzun ve tehlikeli bir yolculuğa hazırlanır gibiydi. Geçmiş ve geleceği birbirine bağlayan pamuk ipliğinin üzerinde duruyordu sanki. Kaçtığı da kovaladığı da kendisiydi. Bu yüzden zorluydu yolculuğu. Peşindeki kurtlara yakalanmadan koşacaktı karanlık ormanlarda. Tek damla suyu olmadan Sahra’yı geçecekti. Yalınayak yürüyecekti Vezüv’ün üzerinde. Büyük Okyanusu aşmak için gece gündüz yüzecekti.
Belki de bu yüzden sığınacak bir liman aradı. Saçlarını açmak bir kenara dursun daha da karıştıran fırçayı çantasına geri koyup bu kez içinden kalın bir zincir çıkardı. İki metre uzunluğunda, çelik, buz gibi soğuk bir zincir… Ardından da iki tane kocaman, döküm asma kilit. Zincirin bir ucunu ayak bileğine sarıp asma kilitle sabitleyene kadar ne yapmak istediğini anlayamamıştım. Diğer ucunu da benim demirime dolayıp aynı şekilde kilitleyince kavradım olacakları. O an hiç istemediğim kadar istedim canlı bir varlık olabilmeyi. Bir zamanlar örümcek ormanlarındaki bir çam ağacı olduğum gibi değil, konuşan, bağıran, hisseden biri olmayı, kalkıp sarılabilmeyi ona, metal bir zincirle değil, sevgiyle bağlı olabilmeyi istedim. İnsan olmayı istedim ilk kez. Bakmayı değil görmeyi, konuşmayı değil dinlemeyi, bağırmayı değil duymayı istedim. Oysa kırk yılın yorgunluğunu taşıyan, bir tahtası kırık banktan başka bir şey değildim. Kilitlerin sağlamlığını kontrol ettikten sonra arkasına yaslanan Nesrin Öğretmene dayanak olabilmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. O sırada otogarda bulunan iki yüz yirmi iki kör bedenin biri kadar bile yoktu sesim ve o andan sonra yapacağı hiçbir hamleye engel olamazdı sessizliğim.
Aramızda uzanan zincir, bizi birbirimize bağlamaktan çok ayırıyormuş gibi hissettiriyordu. Bazı vedalar böyledir. Gideceğini bildiğin andan itibaren karşındakinin varlığı mutlu etmekten çok hüzünlendirir seni. Hâlbuki gitmeye çok önce karar vermiştir. Son ana saklar veda cümlelerini. Ve o en son ana kadar da onu gitmekten vazgeçirecek bir hamle yapmanı bekler. Sessizliği feryadıdır…
Nasıl anlayamamıştım bunu? On yıl boyunca içinde ilmek ilmek ördüğü o onulmazlığı nasıl hissedememiştim? Aramızdaki o sessiz, çıkarsız dostluğa nasıl da tek taraflı bakmıştım. Kimsenin göremediklerini görebilen ben bile onun bu tarafını görememiştim işte! Şimdi ona şefkatle değil prangayla bağlıyken mi gelmişti aklım başıma? Yıllardır onu bir kez olsun görmeyen insanlardan ne farkım kalmıştı şimdi? Çok geçti artık. Hiçbir şey yapamazdım. Yapabilsem de sesimi çıkaramazdım.
Meraklı bakışlarla etrafını süzünce belki birini bekliyordur diye düşündüm. Düşündüğüm şeyi yapmadan önce onu vazgeçirebilecek birini. Yumruk haline getirdiği sağ avucunda duran iki adet anahtarı fark edince anladım ne yapmaya çalıştığını. Onları saklayacak bir yer arıyordu. O gittikten sonra bile gölgesi kalabileceği kadar mabedinde kalsın, onu kolaylıkla benden ayıramasınlar istiyordu. Hâlbuki iki metreden fazla değildi uzanabileceği bir yer. Tıpkı gideceği yer gibi. Bu yüzden de yumruğunu ağzına götürüp yuttu anahtarları. Gırtlağında hissettiği metalik acı, ekşittikten sonra gülümsetti yüzünü. Kimse bilmiyordu, tek vasiyeti buydu; yıllar önce yeniden doğduğu bu bankın üzerinde kalabileceği kadar çok kalmak istiyordu.
Yavaşça arkasına yaslanıp derin bir iç çekti. Usulca çantasına uzandı sonra. Bir süre karıştırıp iyice katlanmış bir kâğıt parçasını çekip aldı. Önce sol avucunda sıktı veda mektubunu. Sonra avucunu açıp diğer eliyle dokundu. Sevdi uzun uzun. Ardından yeniden kapattı avucunu. Son nefesine kadar da bir daha açmadı.
Artık gitmeye hazır olduğuna karar verince şapkasını sağ eliyle kavrayıp yavaşça başına geçirdi. Veda ederken güzel görünmek istiyordu. Belki de güzel hatırlanmak. Hemen çekmedi parmak uçlarını kaşmir kumaştan. Önce yumuşak dokusunu narince okşadı. Ardından hafifçe sağa sola hareket ettirip en uygun konuma gelinceye kadar düzeltti. Karşısında bir ayna olsa mutlaka beğenirdi bu halini. Oldum olası yakışırdı ona şapkası. Elbisesi ve ayakkabısı gibi siyah olmasına rağmen onların kasvetine inat renk verirdi yüzüne. Zarifliğini ve asaletini çıkarırdı ön plana. Başında o şapka varken hayata daha vakur, daha özgüvenli bakardı.
Ancak bu kez saman alevi gibi cılızdı içinde yanan özgüvenin ateşi. Çakmak çakmak bakan gözleri solgundu artık. Darmadağın olmuştu yekpare yüreği. Hayatla ölüm arasındaki o ince çizginin üzerinde biraz daha dursa, düşünse, hislerine kulak verse, belki de ertelerdi bu korkutucu ritüeli. Düşünmedi o yüzden. Yeniden çantasına uzanıp bu kez gidiş biletini çıkardı içinden. Kendi elleriyle düğümlendiği beyaz, yağlı, kaygan urganın geniş ilmiğini sımsıkı kavradı. Bir hışımla geçirdi boğazına. Bütün kararlılığıyla üzerime çıktı.
O an kırmızı yağmaya başladı sanki kar. Güneş kayboldu bir anda. Etraf alacakaranlığa büründü. Ve görüntüsü şekil değiştirdi her şeyin. Nesrin Öğretmenin bedenini saran zarif elbise idam önlüğü haline geldi. Bense idam sehpası. O an otogarda bulunan herkes de infaz savcısı. Üzerimdeki sundurmanın ince, paslı demirine uzanıp ipi arkasından geçiren onun narin parmakları değildi. Onun içindeki hayat ateşini söndürenlerdi düğümü atanlar. Ve ayaklarının altındaki iskemleyi çeker gibi onu boşluğa itenler, yaşarken düştüğü boşluğun derinliğini göremeyenlerdi.
Daha ilk anda boynu kırıldı Nesrin Öğretmenin. Baştan ayağa bir kez titredi. Gözleri ağır ağır kapandı. Aldığı son nefesin ardından henüz kırmızı olan alt dudağı yavaşça aşağı sarktı. İki dakika! Tam iki dakika içinde terk etti bedenini ruhu. Havada öylece asılı duran cansız bedeni kendi etrafında ağır ağır dönerken sol elinde sımsıkı tuttuğu kâğıt parçası gevşeyen parmaklarının arasından yavaşça düştü karların üzerine. Kendi el yazısıyla yazdığı hüzünlü satırlar şöyle diyordu;
Yalnızlık değil,
Umutsuzluk tüketti beni…
Issız bir adayım şimdi
Dört bir yanım asi deniz
Sular yükselmekte günbegün
Çaresiz, dibe batmaktayım
Kendimi ararken
Çatlayan dalgaların köpüklerinde
Kaybolmuşum hengâmesinde
O uğursuz fırtınanın
Ne kâşifler keşfedebilir artık beni
Ne de rastgele bir geminin rotasındayım
Güneşin doğmayı unuttuğu o yerde
Mavinin hiç bilinmeyen bir tonundayım…
Oysa o an şehrin en kalabalık yeriydi belki de otogar. Ama onun sessizce gidişini hiç kimse görmemişti. Kalabalıklar gizlenmek için en güzel yerdir. Kalabalıklar kördür. Sağırdır kalabalıklar. Bir araya gelen yüzlerce insan ne görür ne de duyar birbirini. Aynı şeyleri hisseden, aynı acıları çekenler, farkında olmadan geçip giderler birbirlerinin yanlarından. İşte bu yüzden on yıl boyunca hiç kimse görmemişti Nesrin Öğretmeni. Ta ki o gün sessizce gidene kadar. O günden sonra herkes onu konuştu. Onun hikâyesini anlattılar. Hâlbuki o gün bitmişti onun hikâyesi. Ama hiç kimse gerçeği bilmiyordu. Belki de bu yüzden kendi hikâyelerini yarattılar…
Daha Nesrin Öğretmenin sıcaklığı soğumadan leş gibi şarap kokan iki ayyaş gelip oturdu üzerime o gece. Hâlbuki bu insanlık suçuna yardım ve yataklık ettiğim için kaldırıp atarlar beni sanmıştım. Mühürleyip kapatırlar. En azından kimse oturmasın diye birkaç günlüğüne sarı bir şerit çeker polisler etrafıma. Üzerime siyah bir örtü örterler. Belki beni değil ama kendi ayıplarını gizlerler. Oysa tüm anormalliğiyle devam etti hayat. O öldüğü için iptal edilmedi hiçbir sefer. Bir tek onun bileti tek yönlüydü. Yolcular gidecekleri yerlere gitti, dönecekleri yerlerden döndüler. Ve olduğundan daha soğuk, daha vefasız bir hale geldi artık otogar. Olabileceği kadar küstahlaştı geceler…
Devam eden birkaç gün boyunca hiç kimse uğramadı yanıma. Uzaktan bakan yorgun gözler oldu uzun uzun. Ancak ayakta beklemeyi, bir ölünün kokusu sinmiş eski bir bankta oturmaya tercih ettiler. Aslında ben de memnun sayılırdım halimden. Böylelikle onun hatırasına sahip çıkmış gibi hissediyordum kendimi. Biri gelip üzerime otursa, sırtını yaslasa arkalığıma ona ihanet etmiş olurum gibi geliyordu. Hüzünlü bir yolcunun ayağının altında ezdiği son sigarasının veya otobüsü kaçırmamak için etrafta koşuşturanların ter kokusu değil, kalacaksa onun ölüm kokusu kalsın üzerimde, kavuşan veya ayrılan çiftlerin değil onun gölgesi düşsün üzerime ve hatırlatsın varlığını sonsuza kadar ve eğer gerçekten hatırlanacaksam onun adıyla hatırlanayım istiyordum.
Ancak uzun ömürlü olmadı yalnızlığım ve bir süre sonra diğer bütün banklar gibi normale döndü benim de varlığım. O günden sonra üzerimde içilen sigaralar, kahveler ve hızlıca çiğnenen bütün lokmaların ardında bıraktığı envaiçeşit koku onunkini bastırdı ve onun huzur dolu sessizliği yarım kalmış sevdaların canhıraş gürültüsü altında ezildi. Ancak aynı kaldı adım. Geçici bütün misafirlerim bana, “sakıncalı bank” diye seslendi.
Çekine çekine gelip üzerime oturan herkes, önce bir kadının bu bankın üzerinde neden canına kıymış olabileceğini merak etti. Sonra da kendi sebeplerini döktü ortaya. Yani önce idam ettiler sonra yargıladılar Nesrin Öğretmeni. Bu yüzden de masum olması hiçbir şey ifade etmiyordu. Zaten hiç kimse de kendini öldüren birinin masum olabileceğine inanmıyordu.
Hâlbuki kimse bilmiyordu gerçeği. Bu yüzden de yaşama sebebinden çok ölüm nedenini sorguladı herkes. Hakkında konuştukları kişi karşılarında değilken daha çok söz sarf edebiliyordu insanlar ve doğrusunun ne olduğunu kimse bilmeyince herkese göre değişiyordu gerçek.
İntihar etmişti işte kadın, direk cehennemlikti. Hem ne işi vardı genç, güzel ve üstüne üstlük evli bir kadının otogar köşelerinde! Gebe kaldı kiminin hayalinde Nesrin Öğretmen. Kiminin hayalinde düşük yaptı. Hiç tanımadıkları adamların hiç görmedikleri bedenleriyle düşüp kalktı. Bin bir farklı zihinde bin bir farklı suç işledi. Ne deliliği kaldı ne de arsızlığı!
Geride kalan hiç kimsesi olmadığı için kimsesizler mezarlığına gömdüler onu. Ölülerin bile kimsesi varken Nesrin Öğretmen bu dünyada yapayalnızdı. Çünkü yıllarca usanmadan gelip, üzerimde sabırla beklediği kişi, ondan önce göçmüştü diğer yana. Kendisi gibi öğretmen olan eşi Fuat Bey, sakıncalı olduğu sebebiyle 80 darbesinde tutuklanmış, daha sonra da o yıllarda tanıştığımız gözaltında kayıp vakalarının arasına karışmıştı. Habersiz geçen iki yılın ardından tam umudu tükenmeye başladığı anda, 1982 yılında gelen bir telefonla yeniden hayata tutunmuştu Nesrin Öğretmen. “Yarın!” demişti sevdiğinin uzaktan gelen yorgun sesi. “Yarın beni otogarda bekle. Yanına hiçbir şey alma. Birlikte kaçıp gideceğiz buralardan…”
Yarın otogarda saatlerce beklemesine rağmen gelmemişti eşi Fuat Bey. Yarın yeniden geldi Nesrin Öğretmen. Yarın ve yarınlar daha… Ama beklenen yarın bir türlü gelmemişti. Zamanla onun gelmesinden çok gelebilme ihtimaline tutunmuştu. Onu yaşatan da bu umuttu. Umutla beklediği adamın yıllar önce işkence görerek öldüğünü ve artık gelebilme ihtimalinin kalmadığını öğrendiği o gün ise yaşama dair bütün ümitlerini yitirmişti. Bu yüzden veda etmişti yarınlara. Tıpkı o notta yazdığı gibi; onu yalnızlık değil umutsuzluk tüketmişti. Belki biraz da vefasızlık ve çürümüşlük hissi…
edebiyathaber.net (30 Nisan 2024)