Kapı zilini duyunca, sırtüstü yattığı yerden dirseklerinin üzerinde zorlukla doğruldu Yaşar Bey. Kolları titriyordu. Günlerdir bir düşüp bir çıkan ateşi yüzünden çatlayan dudaklarını yaladı, kendi kendine yavaşça mırıldandı:
-Ha gayret!
Yatakta az biraz geriye kaykıldı. Belinin altına kısılıp kalan yastığı kurtarmak için sol yanına iyice döndü, nefesini tuttu. Yastık sıkıştığı yerden hemen kurtulmadı, adam gayret ettikçe o da inat ediyordu. Belinin altından aniden kurtulunca derin bir “Oh!” çekti, yastığı yerdeki kırmızı lacivert halının üzerine bıraktı. Şimdi bir de onu sırtının arkasına koymakla uğraşamazdı, hiç hali yoktu.
Kapı girişinden belli belirsiz sesler geliyordu. “Emine!” diye seslendi koridorun sonundaki odasından, “Geldi mi kızım? Emine!” Sesini ancak kendi duyuyordu.
Yaşar Bey günlerdir evden çıkmamıştı. Hafif bir baş ağrısı ve halsizlikle başlamıştı şikayeti, sonra boğaz ağrısı, eklem ağrısı, öksürük derken, ateşi de yükselince yatağa çakılmış kalmıştı. Hastaneye gitmemek için epeyce inat etmiş, mahalleden eski arkadaşı doktor Davut Bey’i eve telefonla çağırtmaya ikna olmuştu en sonunda. Akşamüstünden beri Davut’un gelmesini dört gözle bekliyordu, vücudundaki ağrılar, o ateş, dayanılacak gibi değildi. Emine’nin alnına koyduğu sirkeli, ıslak havlular bir işe yaramıyordu, aksine yaydıkları koku, küçücük odanın havasını daha da ağırlaştırıyordu.
Yaşar Bey yerdeki yastığa sıkıntıyla baktı. Davut her ne kadar eski arkadaşı olsa da titiz adamdı, ufak tefek şeylere dikkat ederdi, artık ikisi de iyiden iyiye yaşlanmıştı ama kendini onun önünde hepten aciz bir ihtiyar gibi gösterecek de değildi. Düşmekten korka korka halıya eğildi, beyaz kılıf içindeki kırışık yastığı tek eliyle kavradı, sırtıyla duvar arasına yalap şap sıkıştırıverdi. “Ih!” etti doğrulurken.
Koridordaki sesler yaklaşıyordu, yan sehpada duran kirli cam bardağa uzandı, dibinde kalmış bir parmak suyla ağzını şöyle bir çalkaladı Yaşar Bey. Kullanılmış kâğıt mendilini penye pijamasının göğüs cebinden çıkardı, ağzının kenarlarını, gözlerindeki kurumuş
çapakları titreyen elleriyle sildi. İyice kirlenen mendili tekrar göğüs cebine koymayı
gururuna yediremedi, yastıkla duvarın arasına baştan savma bir hareketle tıkıştırdı. Derin bir nefes aldı, odanın ekşi kokusu ciğerlerine doldu, “Midesi kalkacak şimdi misafirin” diye düşündü. Ah Emine, ah! Arada bir şu pencereyi açıp odayı havalandırsa ya. İşi gücü
mutfak balkonunda sigara içmek. Bir de kahve içip kendi kendine fal bakmak.
Davut Bey yatak odasının kapısından girmişti bile. Senelerdir -eş dost hariç- hasta
bakmazdı, emekli dahiliyeciydi. Çocukluk arkadaşı Yaşar’ın hatırına, doktor çantasını
elbise dolabının üst rafından indirmiş, gelmişti. Evden çıkmadan önce nemli bezle
çantasının tozunu almayı ve içindekileri kontrol etmeyi ihmal etmemişti tabii.
Yaşar‘a başıyla canlı bir selam verdi, selam verirken elini sol göğsüne “pat pat” vurdu. Yaşar’ın gözlerinin içine gülümseyerek, merakla baktı. Yaşar Bey de o kısa müddet içinde, eski arkadaşı Davut’u alıcı gözle inceledi. Sağlıklı görünüyordu, yanakları basbayağı
kırmızıydı. Dimdik duruyordu yatak odasının ortasında. O şişkin, halis dana derisinden yapılmış doktor çantasını zorlanmadan taşıyor gibiydi. Sırtında hiçbir eğilme emaresi
yoktu, saçları da yerinde sayılırdı. Yaşar Bey ta içinden yükselen, ince, sivri, rahatsız
edici bir duygu hissetti. Neydi şimdi bu durup dururken, kıskançlık mı yoksa?
Göründüğünden daha iyi durumda olduğunu ispat etmek için sesini iyice yükseltti, neredeyse neşeli bir tavırla karşıladı arkadaşını, yatağın karşısındaki sandalyeyi işaret etti:
-Gel Davut’um gel, hoşgeldin. Geç otur şöyle, soluklan. Zahmete soktuk seni de akşam akşam, kusura bakma.
-Ayıp ettin, hiç olur mu öyle şey Yaşarcığım. Anlat bakalım, nasıl hissediyorsun?
-Dur yahu, hemen başlama doktorluğa, az biraz hoş beş edelim. Ne içersin? Kızım Emine, nerdesin? Gel hele bakayım.
Bakıcı kız koridorun diğer ucundaki mutfaktan derhal cevap verdi:
-Geliyorum beybaba!
Misafir gelmiş olmasa, cevap almak için en az iki üç kere daha seslenmesi gerekirdi Yaşar Bey’in, o da ayrı mesele.
-İyi gördüm seni, iyi. Ben de Emine telâşla arayınca şey sandıydım.
-Ne sandın ya?
-İstetmişsin ya beni, fenasın sandım işte.
-Yapma be oğlum, o kadar da değil. Ölmedik daha.
Kız oda kapısının eşiğinde belirdi, ıslak ellerini belindeki önlüğe siliyordu.
-Tekrar hoşgeldiniz Davut Bey amca, iyisiniz inşal-
Yaşar bey Emine’nin sözünü kesti. “Kızım, ilk evvela şu pencereyi bir aç bakayım, içeriyi havalandır Allah’ını seversen. Hadi beni düşünmüyorsun, bari Davut beyi bayıltmayalım.”
Emine‘nin tombul yanakları bir an için kızardı, başını öne eğerken sehpadaki boş su
bardağına gözü takıldı. Tam da aksi zamanda bitmişti şu adamın suyu! Dibinde bir parmak kalmış olsa, ihtiyara bir güzel içirir, ne kadar iyi bir bakıcı olduğunu gösterirdi Davut beye. İçini çekti, sesine acıklı bir hava vermeye gayret etti:
-Aşkolsun beybaba, ben seni hiç düşünmez miyim, içeride ıhlamurunu kaynatıyordum,
getireceğim şimdi, ılık ılık içersin. İstersen içine azıcık da bal katarız.
Konuşurken çabuk çabuk pencereye yürüdü Emine, grileşmiş tül perdeyi yana çekti, camı açtı. Perdeden uçuşan toz tanecikleri içeri süzülen akşam güneşinin ışığında parıldadı, odanın dört bir yanına uçarı bir neşeyle saçıldı.
Emine hapşırdı. Gözlerini kırpıştırdı, elinin tersiyle burnunu sildi. Davut beye döndü:
-Davut bey amca, size de ıhlamur getireyim mi? Yoksa çay mı demleyeyim? Hemen olur.
-Bana da ıhlamur ver kızım. Çay may, dokunuyor bunlar bize artık, çarpıntı yapıyor.
“Vay, demek bizim Davut’un de kalbi teklemeye başlamış,” diye düşündü Yaşar Bey, yüzündeki yaramaz gülümsemeyi gizlemek için yalandan esner gibi yaptı. Emine
heyecanla atıldı:
-Yaşar babama da çay kahve yasak. Biliyorsun tansiyonu var, kalbi var.
“İstersen geceleri altıma hazır bez bağladığımı da söyle, akılsız, ” diye içerledi Yaşar Bey. Üstü başı çiş kokuyor mu diye usulca kokladı havayı. Bir terslik yoktu şükür, Emine’ye sertçe verdi talimatını:
-Hadi Emine, hadi kızım, hazırlayıver şu ıhlamurları bakayım. Çabuk ol.
Yanıbaşındaki sehpada duran bardağı başıyla işaret etti:
-Şunu da götür, temiz bardağa ılık bir su doldur da getir.
Emine’nin suratı iyice düştü, üzeri parmak izleriyle dolu bardağı sehpadan aldı, başı önünde, terliklerini sürüye sürüye odadan çıktı. Bu arada Yaşar sırtındaki yastığı
düzeltmeye çalışıyordu. Davut, Yaşar’a doğru bir hamle yaptı.
-Yaşarcığım, dur yardım edeyim kardeşim.
-Yok, hallettim, tamamdır.
Yastığı az yukarıya çekeyim derken beli iyice boşta kalmıştı, o kadarcık çabayla nefes
nefeseydi. Neydi sabahtan beri şu lanet yastıktan çektiği. Yetmiyormuş gibi, bir de kirli kâğıt mendil, sıkıştırdığı yerden tam da Davut’un ayaklarının önüne düşüvermişti. Yüzünü sinirden ateş bastı Yaşar’ın. Allah’tan Davut mendili görmedi, belki de görmezlikten geldi. Oturduğu sandalyeden yavaşça kalktı, Yaşar’ın yatağına ilişti, gözlerini arkadaşının
gözlerine dikti, dikkatle baktı.
-Hadi anlat bakalım, göğsünü de dinleyeceğim sonra.
-Yav işte üşüttük herhalde.
-Ağrı, sızı var mı?
-Azıcık başım ağrıyor, burnum akıyor. Bakma, bizim Emine velveleye verdi hemen ortalığı.
Yaşar, Davut’un stetoskopunu çantadan çıkarmasını seyretti, “Elleri hafiften titriyor mu ne?” diye düşündü, buna sevindiğine hem şaşırdı, hem utandı.
-Öksür bakayım.
Yaşar Bey öksürdü. Ama ne öksürüş. Sanki Davut’un gelmesini sabahtan beri zor
bekliyormuş da, o gelince coşmuş, taşmış gibi çıkıyordu hırıltılar ciğerinden. Davut Bey Yaşar’ın pijamasını sıyırdı, sırtını, göğsünü uzun uzun dinledi. Yaşar, ciğerleri dinlenirken öksürüğünü zapt etmek için bir yudum su içmek istedi, elini sehpaya doğru uzattı.
Bardağın yerinde olmadığını hatırlayınca içinden Emine’ye saydırdı.
-Ağzını aç, dilini çıkar. İyice aç da göreyim.
Yaşar ağzını açtı. Bembeyaz, koca dilini köküne kadar çıkardı. Gözlerini kapattı.
Yaşlılıkta hasta olmak ne sıkıntılı iş ya Rabbi! Haline katlanabilmek için gençlik
zamanlarını düşünmeye zorladı kendini. Sahilde balık avlardı saatlerce. İçi deniz suyu dolu kovası, irili ufaklı kefallerle dolar taşardı. Bazen kovaya sığmayan balıkları pantolon ceplerine koyar eve giderdi, işte o zamanlarda annesinden bir araba dolusu dayak yerdi. Ne ara geçmişti onca yıl? Ne zaman kaybetmeye başlamıştı eski gücünü, kuvvetini? Ruhu hâlâ on yedi yaşındaydı, ya bedeni?
Davut muayenesini bitirdi. Stetoskopu kulaklarından çıkardı, boynuna astı. Arkadaşının yüzüne ciddi ciddi baktı. Yatağın kenarından kalktı, sandalyesine oturdu.
-Yahu sen ne yaptın Yaşar? İnmiş ciğerlere kadar.
Yaşar’ın aklı hâlâ çocukluk günlerindeydi, boş boş baktı Davut’un yüzüne. Davut
sandalyesinde öne eğildi, şişkin deri çantasının içinde bir şeyler aramaya başladı. Yaşar daldığı düşüncelerden sıyrıldı, eliyle sehpayı işaret etti.
-Madem başucuma bir bardak su koyuyorsun, dolu mu diye arada bir kontrol et, değil mi? Kaç kere kovdum da bizim çocuklar geri aldırdı şunu.
Davut ‘un yüzü ter içinde kalmıştı. Sinirle söylendi:
-Nerdeydi bu yahu? Çantadan çıkarmadım ki hiç.
Davut başını eğmiş, çantasını uzun uzun karıştırırken, Yaşar arkadaşının saçlarını seyretti. “Benim tepem de açıldı ama bak Davut’un saçlar da pişmaniyeye dönmüş” dedi içinden.
-Pişmaniye olsaydı da yeseydik be Davut, canım çekti şimdi.
-Hah, buldum sonunda.
Davut çantasından bir kutu ilaç çıkardı, sehpanın üzerine koydu. Kırmızı yüzü kıvançla parlıyordu. Arkasına yaslandı.
-Son kullanma tarihini kontrol etmek lazım yalnız.
Yaşar yan gözle sehpaya baktı.
-Neymiş o? Antibiyotik mi?
Okuma gözlüğünü göğüs cebinden çıkardı, burnunun ucuna taktı Davut bey. Kutuyu
sehpadan aldı, iki eliyle tuttu, yüzüne iyice yaklaştırdı, olmadı. Uzaklaştırdı, yine
okuyamadı, sehpaya geri bıraktı kutuyu, sıkıntıyla içini çekti.
-Evet. Şimdi reçete olmadan ilaç vermezler, reçeteyi de hastaneye gitmeden vermezler. Sen iyisi mi al bunu kullan. Sabah akşam tok karnına birer tane, kutu bitene kadar. İlkini bu gece yatarken içersin. Geçmemiştir tarihi, sanmam.
Yaşar ufak yazıları okumayı bırakalı en az bir yedi sekiz sene olmuştu. Kutuya bakmadı bile. Arkadaşına gülümsedi, içi rahattı:
-Sağol kardeşim. Ne varsa eski arkadaşlarda var zaten. Gerisi hep palavra.
-Bir hafta on güne kalmaz kalkarsın ayağa. Bomba gibi olursun. Bir sıkıntın olursa
haberim olsun yalnız, tamam mı?
-Eyvallah.
Davut Bey Yaşar’ın evinde epeyce oturdu. Ihlamurlarını içtiler, ortaokul yıllarından
bahsettiler. Davut, Emine’nin ikram ettiği tatlı kurabiyelerden yemedi, meğer o da diyabet hastası olmuş. Akşamları yatınca bazen bel ağrısından uyuyamıyormuş, kültür fizik de işe yaramıyormuş eskisi gibi. Uzun yürüyüşlerden sonra sağ ayağından nasıl çektiğini anlattı. Yaşar samimiyetle teselli etti arkadaşını, “Yaşlılık işte Davutçuğum, ” dedi, “ne yaparsın, yaşlılık işte…” Davut anlattıkça Yaşar Bey yumuşadı, içindeki kıskançlık ateşi usul usul hafifledi, söndü. Yerini hüzünlü bir sevecenliğe bıraktı.
Torunlarından bahsediyorlardı, hangisi hangi okula gidiyor, büyüyünce ne olmak istiyor, bu devirde meslek sahibi olmak ne kadar da zor. Davut bey sağ bacağında hafif bir sancı hissetti. Mutfağa seslendi, Emine’den bir tabure istedi, ayaklarını uzatmak için. Emine sigarasını alelacele söndürdü, koşa koşa yatak odasına geldi, misafirini o kadar zaman mindersiz sandalyede oturttuğuna utandı. Yandaki oturma odasından çekip getirdiği koltuğa Davut beyi buyur etti. Açık camı kapattı, boş kalan sandalyeye tombul bir minder koydu. Davut bey ne kadar itiraz etse de ayaklarını sandalyeye uzatmasına yardım etti, küçük yeşil bir battaniye örttü dizlerine. Davut bey rahatladı, gevşedi. Elinde ılık, limonlu ıhlamur fincanı, artık eskisi kadar sık görüşemediği arkadaşı Yaşar’la beraber geçirdikleri gençlik günlerini ne kadar özlediğini düşündü.
O sırada Yaşar’ın telefonu çaldı, küçük oğlu arıyordu, Davut beyin muayeneye geldiğini öğrenince sevindi, selam gönderdi. Konuşmaları tabii ki yarıda kesildi, Emine telefonu sabahtan şarja koymayı unutmuştu yine. Yaşar bey kızmadı bu defa, başını sağa sola
sallamakla yetindi.
Bu sene kim şampiyon olacak, emekli maaşlarına zam oranı, hayat pahalılığı derken, hava iyice kararıp da Davut müsaade istediğinde, Yaşar kendini sabahki kadar kötü
hissetmiyordu. Davut’u hasta yatağından kalkmadan, memnun bir tebessümle yolcu etti.
Sokak kapısı kapanır kapanmaz koridora doğru seslendi, sesi huzurlu, şefkat doluydu:
-Emine, gel de şu sırtımdaki yastığı düzeltiver, hadi güzel kızım!
edebiyathaber.net (7 Kasım 2021)