Anadolu efsaneler diyarıdır. Her yerinde farklı bir yiğidin adı bir aşığın sazından ya da bir ninenin efsunlu ağzından çıkıp kulaktan kulağa, dilden dile dolanır. Kendine yeni anlatıcılar, kulak kesilmiş yeni dinleyiciler bulur. Her yeni anlatıcı hayal gücü ve yaratıcılığı ile bu efsaneleri harmanladıkça olağanüstülük seviyesi günbegün artıkça artar. Bu, yüce bir dağın başından çıkan küçük bir kar topunun eteklerde koca bir çığ olması gibidir ve bu çığ hiçbir zaman düze inip sakinleşmez. Sürekli bir devinim halindedir. Kendini yolculuğunda tamamlayacak bir derviş gibi geçtiği her yerden kendine bir şey katıp yoluna devam eder. Yol aldıkça gelişir ve değişir. Bir de bakarsınız aynı efsane birbirinden farklı şekilde ev ev, kapı kapı, düğün dernek sürek olup gezer. Hal bu olunca doğal olarak efsane ile ilgili muhalif fikirler ortaya çıkar. Yavı Kerim efsanesi de farklı şekillerde anlatılagelmiş efsanelerden sadece biri. İsmi ile ilgili bile farklı görüşler var. Kimi Yavı ile Kerim derken kimi Yavı Kerim diye söyler. Tüm anlatıcıların ortak noktada buluştuğu yer ise Yavı ile Kerim’in ortadan kaybolmasıdır. Ancak kaybolma şekli ile ilgili de anlaşmazlıklar bulunmakta. Kimi Yavı’nın Tulpar olup Kerim ile uçmağa vardığını kimi gölün perisinin Yavı’yı Kerim’den alamayınca Yavı’yı kelebek yapıp uçurduğunu Kerim’in de onun peşinden diyar diyar dolandığını kimi Kerim’in rüyasında gördüğü Yavı’yı bulmak için terki diyar edip şehir şehir, ülke ülke gezdiğini söyler.
Bu anlatılanlar tabii ki işin efsane kısmı. Yani mübalağası bol kısmı. Madalyonun diğer tarafında gerçek olan şeyler var. Şimdi ben bu gerçekleri, daha doğrusu kendi gerçeklerimi anlatacağım. İsterseniz siz buna da efsane deyin. Artık gerisi size kalmış.
Hakkı’nın dokuz evladı var. Bu evlatlardan dördü kız, beşi oğlan. Hakkı, çocuk sayısını tam bilir ama parmak ile büyükten küçüğe isim isim say desen sayamaz. Bu çocuklardan en küçüğünün adı Kerim. Daha on üçünde kara kaş, çekik göz, ince, zayıf bir oğlan. O zamanlar er kişi de kız kişi de çabuk olgunlaşır. On dördünde ya da on beşinde evlendirilir, savaş varsa askere gider, gözünü kırpmadan ölüme atılıp şehit olur. Daha çocukken yaşlanmış bu bireyler evde, tarlada bir işin ucundan tuttuğu için çocuğu bol olan geniş aileler daha makul görülür. Yine bu devirde-kanun değil ama- evin küçük er kişisi evde bir at varsa atla ilgilenir. At, çocuğun zebil olduğu bu dönemde insan evladından yeğ görüldüğünden öyle başıboş bırakılmaya gelmez. Neticede at, basit bir hayvan değildir. Ağaların, beylerin sahip olabildiği şeydir. Sonra savaşlar at sırtında yapılır, darda kalanın imdadına atla yetişilir, gül kokulu yosma sevgili atla kaçırılır, kırda çölde yiğidin yoldaşı attır. Köyde harman, dağda gezen çobana ayak, zorda kalan hastaya ilaç attır. Atı olmayan hane tüysüz kaz, duvarsız ev, yüzgeçsiz balık gibidir. Dedem Korkut “Atı olmayan erin umudu olmaz.” diye boşuna mı demiş? Türk’ün at sevgisini eski sözlerde arasak daha neler çıkar neler! Onları da bir ara dillendirmek lazım ama neyse… Şimdi hikayemize dönelim.
Ha, nerde kalmıştık? Tamam, hatırladım! Evin küçük çocuğu Kerim, Hakkı’nın akbaş aygırdan olma, kaşka alaca kısraktan doğma Yavı’nın bakıcısıdır. Onun her şeyi ile ilgilenir. Kerim tam at delisi bir oğlandır. Atla ilgili her şeyi bilir ve resmen onların lisanıyla konuşur. Köydeki en deli taylar binmeye alıştırılırken bu cılız oğlan çağrılır. Üstüne sinek konsa dört ayağı havaya kalkan ortalığı toza dumana boğan nice deli kısrak taylar ve aygırlar onun elinde süt dökmüş kediye döner. Onun bu mahareti civar illere deyin yayılmıştır. Dedem Korkut yaşasa ve bu civan yiğide bir at koysa ne olur? Ne olacak? Elbette ki Atbey olur.
Kerim, tüm atları sever ama Yavı’yı bir ayrı sever. Sırtında, yanında, çayırda, tarlada gündüzleri akşam eder. Akşam, ahıra bağlandıktan sonra da yanı başına geçip tımar etmeden evine geçmez. Öyle tımar deyip geçmemek gerek. Hakkı’dan öğrenmiştir işin inceliğini. Önce sol yanından ve boynundan başlar. Yele fırçası ile yele ve kuyruk bitimine kadar tüm vücudunu tüy yatımı ve tersine şekilde iri kirlerden arındırmak için fırçalar. Sonra kıl fırçayı sağ eline kaşağıyı sol eline alarak boynun sol yanından ve tüylerin tersi yönünde kol uzunluğunca sürmeye başlar. Boynuyla beraber yelenin altı, karın ve bacaklarını iyice fırçalar. Bu işi tıpkı bir ritüel gibi hiç değiştirmeden eda eder. Hareketleri oldukça yumuşak ve sakindir. Bir sevgiliye dokunur gibi hassas davranır. Yavı’nın rahatladığını hissettikçe kendi rahatlamış gibi mutlu olur. Yüzünde tek bir sıkılma ve bıkkınlık hissi yoktur. Aksine onunla daha çok vakit geçirmek için işini ağırdan alır. Ancak ne kadar yavaş davranırsa davransın can yoldaşı Yavı’nın yanında zaman su gibi akıp gider. Ayrılık vakti çatıp Kerim evin yolunu tuttuktan sonra biri ahırda diğeri yatağında olan bazen sözle, bazen susarak, bazen de birbirlerine dokunarak sohbet eden farklı bedenlerdeki bu yarım ruhlar vuslat vaktini iple çekerek bekler. Sabah oldu mu Kerim soluğu kır atının yanında alır. Onun Yavı ile karşılaşması Bamsı Beyrek’in on altı yıllık zindan hayatından sonra Dengiboz ile karşılaşması kadar içten ve samimidir. Kerim, ninesi Altun Hatun’dan dinlemiştir Bamsı Beyrek’i. Bamsı gibi yiğit olmayı istese de atı Dengiboz’u, Yavı kadar çok beğenmez. Türk’ün atı adı ile yaşar, bu adı da renginden alır. Dengiboz neticede boz bir aygırdır. Büyüklerinden bu rengin iyi olduğunu bilse de bir kır kadar makul olmadığını bilir. Buradaki yaşlılar rengine göre atların hünerlerini mâni gibi çırpıda sayar. Doru, zor işlerin atıdır. Al parlak hünersizdir. Yağız huysuz, kulak uğursuz, demir kır ise mübarektir. Onun gezdiği yerde kıtlık olmaz. Kerim, bu öğrendiklerini at cahillerinin olduğu ortamlarda bir çırpıda sayar. Sözünün sonunu ninesinden duyduğu: “Alma alı, bin doruya; besle kırı, sat yağızı.” atasözü ile tamamlayıp kır atı Yavı’yı över.
Yavı da öyle bir at ki değme gitsin! Bakanın dönüp bir kez daha baktığı cinsten. Beyazlaşmış tüyleri gökteki yıldızlar gibi parlar. Başı mağrur bir yiğit gibi dik. Göğsünün enine iki at sığacak kadar geniş. Hele bir dört nala gidişi yok mu? At değil de kuş mübarek! Tek kötü huyu var: Kerim dışında kimseyi sırtına bindirmez, Kerim olmadan tarla tapana gitmez. Hani denir ya “At adımına göre değil, adamına göre kaçar.” diye. İşte o misal!
Bu ikilinin aralarında çelikten ağlarla örülü sıkı bir bağ vardır. Kerim, Yavı’nın üstündeyken tek baş olurlar. Üstünden indiğinde altı bacak sanki topal ördek gibi aksar. Nokta ile virgül gibi farklı görevleri olsa da anlam olarak hep eksik kalırlar. Onların var oluşlarının doğasında noktalı virgül olmak vardır. Bir bütünken tamamlanıp anlamlı olurlar. O halde efsanenin adı ile ilgili kısımda neticeye kavuşur. Nokta ile virgül değil de naktalı virgül olduklarına göre efsanenin ismi de Yavı ile Kerim değil de Yavı Kerim olmalıdır. Sözün özü Yunan efsanelerindeki Sentor ne ise Yavı Kerim de odur.
Ayrı adlarla ayrı bedenlerde zuhur etmiş bu yarım ruhlar Öthan’ın belirlediği zaman dolduğunda her şeyin kadiri yüce Tengri’nin yazgısı devreye girer ve bir ad altında birleşirler. Yani kader ağları çözülür. O da şöyle gerçekleşir. 1927 yılında Umumi Nüfus Tahriri adıyla yeni cumhuriyetin ilk nüfus sayımının yapılması karara bağlanır. Sayım yapmak için okuma yazması kötünün iyisi bir avuç memur Anadolu’yu bir uçtan bir uca dolanır. Memur az, Anadolu büyük olduğundan işler acele ve özensiz yapılır. Gerçi bu da kaderin bir cilvesi, olacak şeylerin bahanesi. 1927 yılının eylül ayında at üstünde, elinde kâğıt kalem bıyıklı, tıknaz bir memur Hakkı’nın kapısını çalar. Vakit, hasat vakti olduğu için er kişiler evde yoktur. Memuru, Hakkı’nın eşi Narin Hatun karşılar. Buralara devlet kısmı bir tek savaş zamanları uğradığından Narin Hatun korkar, heyecanlanır. Eli kalem tutan birini canlı kanlı karşısında görmüş olması da heyecanının katbekat artmasına etkisi büyüktür çünkü buralarda okuma yazma bilen yoktur. Birilerinin askerlik anılarından duyduğu okuma yazma bilen insanlar ulaşılması zor, olağanüstü bir masal kahramanı gibi geldiğinden büyük bir şaşkınlığa uğramıştır. Bıyıklı, tıknaz memur ateş almaya gelmiş gibi aceleci olduğundan at üstünden hiç inmeden geliş sebebini anlatırken Narin Hatun kafasında canlandırdığı masal kahramanı okuma yazma bilen adamla karşısındakini kıyaslar. Memur, Osmanlıca kelimeler kullandığı için Narin Hatun pek bir şey anlamaz. Hüviyet, nüfus, umumi, tahrir sözleri sinek vızıltısı gibi gelip geçer ama ayıp olacağından utandığı için hiçbir şey anlamadığını söylemez. Devlet kısmı biz cahil köylülerin anlayacağı sözler edecek değil ya, diye içinden geçirir. Devleti daha çok bekletmek istemez ama ne diyeceğini de bilmediğinden aval aval adamın yüzüne bakar. Memur, düşünceli ve korkak ifadelerle yüzüne bakan kınalı saçlı Narin’in söylediklerinden bir şey anlamadığını anlar. Bu ürkek haline son vermek için açık ve kısa ifadeler kullanır.
-Çocuklarının ismini say hanım!
Narin Hatun zor bir soru karşısında ter döken tembel öğrenciler gibi gözlerini kaçırarak parmakları ile teker teker saymaya başlar.
-Kiraz, Aşa, Yeter, Besti, Kamber, Nevruz, Nusret, Hüseyin
Memur, söylenenleri elindeki kâğıda not alırken bir yandan da göz altından Narin Hatun’u süzer. Bir şeyler unutmuş gibi kaygılıdır. Onun çocuklarından birinin ismini unuttuğunu buraya gelene kadar gezdiği diğer köylerden edindiği deneyimlerle anlar. Bu durum her seferinde kendisini trajikomik bir şaşkınlığa sürüklediği için istemsiz bir şekilde alaycı bir gülümseme ile sorar.
-Hangisinin ismini unuttun hanım?
Narin Hatun’un gözünün önüne Yavı ile Kerim’in sureti bir arada belirdiğinden aklı karışmıştır. Kapıya gelen devleti çok bekletmek istemediğinden zihninde yaşadığı gelgitler arasından dilinin ucuna gelen ilk ismi geveleyerek söyler.
-Ya…vı
Söz ağzından çıktıktan sonra içi ferahlar, zihni berraklaşır. Derin ve karanlık bir kuyudan gün yüzüne çıkan su kadar durudur artık cevabı. Bu sefer gevelemeden ve kendine güvenerek bir çırpıda söyler.
-Yavı
İşte Yavı ile Kerim’in tek adda birleşmesi böyle başlar. Vakit işlerin yoğun olduğu bir vakit olduğundan Narin Hatun olanları dillendirecek zaman bulamaz. Birkaç gün sonra da unutur, gider. Bir yıl sonra, Kerim on beş yaşındayken defter biçimli, Arap harfleriyle yazılmış hiç kimsenin tek harf dahi okuyamadığı nüfus cüzdanları dağıtılır. Narin Hatun, bu yazılı kağıtları çok sever. Başına bir şey gelmesin diye ata evinden getirdiği ceviz ağaçtan yapılma kilitli çeyiz sandığının içinde saklar.
Kerim, nüfus cüzdanlarının dağıtıldığı günün akşamında adının Yavı olduğunu öğrenir. Herkes gibi o da şaşkındır. Ancak bu şaşkınlığı çabuk atlatır. Konu komşu bu durumla dalga geçip eğlense de o yoldaşı ile aynı adı taşımaktan hiç gocunmaz aksine gururlanır. Bu durum milletin kafasını daha çok karıştırır. Atların diliyle konuşan, sabah akşam atlarla haşır neşir olan at delisi bu yağız oğlanın kimileri deli, kimileri veli olduğunu düşünür. Ancak ne velidir ne de deli. Sadece o vakitler yüreğinde sevda yelleri estiği için kafası biraz dumanlıdır. Dünya gerçeklerini ve gailesini aşkın gözlerine çektiği perdeler yüzünden görmez. Bir tarla yeri yüzünden hasım oldukları Topal Hamza’nın kızı Çiçek’e sevdalanacak kadar aşkı gözünü köreltmiştir. Adaşı, yoldaşı Yavı’nın sırtında Topal Hamza’nın hayatı önünden Çiçek’i bir göz ucuyla dahi görme umuduyla en az yüz kez geçer. Tabii Çiçek de Kerim’e karşı boş değildir. Onu görünce göğüs kafesindeki esir kalbi dışarı çıkmak için çırpınır. Onun gözlerine bakınca dünyaya ve hayata daha umutlu ve güzel gözlerle bakar. Bu nedenle Kerim’i görebilmek için bir bahane ile kendini sürekli evin hayatına atar. Kerim ile Çiçek’in gözleri birbirlerine değdiğinde Yavı şevke gelip şaha kalkar. Gün, akşam olana kadar bu dolaşmalar ve bakışmalar devam eder. Kerim, sevdaya düştükten sonra her şey gibi türküleri de daha bir sever olmuştur. Akşam, Yavı’yı tımar ederken o davudi sesiyle artık türküler söyler. Görelim bugün ne söyler?
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Severim kıratı bir de güzeli
Deyip on beşime kendim bileli
Severim kıratı bir de güzeli
Kerim, sabahları coşkuyla uyanmasını sağlayan artık iki şeye sahiptir: Biri Çiçek diğer Yavı. Bunlar bir Türk eri için en değerli iki şeydir. Atalar: “Ömründen bir gün kaldıysa at al, iki gün kaldıysa avrat da al.” demiş. Kerim, ata sahiptir çok şükür. Çiçek’i alıp avrat sahibi olacağı için de çok mutludur. Ayakları her iki anlamda da yere değmez. Sabah gün ışır ışımaz Yavı’nın sırtında Çiçek’in evinin etrafında dolanıp durur. Kerim’in etrafta deli danalar gibi dolanması Çiçek’in babası Topal Hamza’nın gözünden kaçmaz. Bu kara oğlanın niyetini sezer ancak kızı Çiçek’e bu ihaneti konduramaz. Neticede bu deli oğlanın babası Peylik’teki tarla yüzünden bacağını kırmıştır, ondan sonra adı topala çıkmıştır. Kızı bunları bildiği halde o soysuz aileden birine sevdalanacağına inanmak istemez. Topal bacağına her baktıkça Hakkı ve ailesine duyduğu kin artıkça artmıştır. Eline geçen ilk fırsatta hıncını almaya yeminlidir. Hakkı’nın durumu da Hamza’dan farklı değildir. Bacağını kırıp onu topal bırakmış olsa da içi bir türlü soğumamıştır. Topal bacağına bedel olarak atadan dededen yadigâr tarlayı Hamza’ya bırakmış olması yüreğine oturmuştur.
Hem Kerim hem de Çiçek atalarının birbirlerine düşmanlık beslemesinden ötürü sevdalarının imkânsız bir sevda olduğunun farkındadır. Birleşmelerinin tek yolu kaçıp uzaklara gitmektir. Bunun için Kerim gözünü karartıp halvette, Çiçek’in kulağına akşam gölün kırağındaki ulu söğüdün altında onu bekleyeceğini fısıldar. Duydukları kalbinin ürkek bir kuş gibi çırpınmasına sebep olur. Yaşadığı duygu tarifsizdir: aşk, sevinç, korku, heyecan, telaş, mutluluk…İçinde yeşeren bu şeyler her ne ise onu eskisinden daha anlamlı ve bahtiyar kılmıştır. Sanki bu duyguları yok olsa o da yok olacakmış gibi hisseder. Kerim sayesinde tanıdığı bu yeni duygular kafasındaki tereddütleri yok eder. Artık bu saatten sonra Kerimsiz yaşam sürme fikrini tahayyül edemeyeceğinden akşam buluşma yerine gidecektir.
Onlar kararlar alıp yeni bir yaşam sürme hayali kurarken kader yine boş durmaz. Bir krupiye gibi yeni kağıtlar dağıtır. Kağıtlara uygun oyunlar tasarlayıp kurma kollarını kurar. O sırada bütün insanlar gibi kaderden habersiz olan Kerim, Çiçek’e kavuşma hayali ile gün boyu gölün kırağından ayrılmaz. Adaşı, yoldaşı Yavı ile bir aşağı, bir yukarı dolanıp durur. Sevdiğini çok özlemesine rağmen köye gitmek istemez. Eğer giderse ister istemez ayaklarının onu Çiçek’in evinin önüne taşıyacağını bilir. Böyle kritik bir zamanda Topal Hamza’yı işkillendirmek istemez. Çiçek’in sevgisinden emin olsa da gelemeyeceği konusunda içine korku düşüp suratı asıldığında yoldaşı Yavı, başını onun başına sürerek destek olur. Bazen sesli bazen sessiz yarenlik edip yoldaşının gönlünü ferahlatır.
Güneş batıp ayın şavkı ulu söğüdün yaprakları arasından süzülerek gölün üzerine hare hare düştüğünde Kerim, sevdiğinin yokuştan aşağı indiğini görür. Sevinçten deliye döner. Kabaran gönlünün asi dalgaları onu sevdiğine doğru sürüklerken Yavı huysuzlanır. Dizginleriyle adaşını geriye doğru çekmeye çalışır ancak başarılı olamaz. Kerim, yayından çıkmış ok gibi hedefine varmadan durmaz. Gül yüzlü sevdiği ile göz göze geldiğinde Yavı, dizginden kopup iki sevgilinin önünde şahlanır. Bu şahlanmayı acı bir silah sesi takip eder. Yavı sevgililerin önüne doğru devrilirken acı bir silah sesi daha çınlar. Bu sefer Kerim’in dizleri bükülerek yere düşer. Can çekişirlerken Yavı’nın kanı aşağı doğru akıp Kerim’in kanına karışır. Ölmeden önce kan kardeşi olmayı da başarırlar. Topal Hamza ve iki oğlu Yavı ile Kerim’in cansız bedenlerini üst üste koyup bağladıktan sonra gölün derinliklerine doğru sürüklerler. Ölürken bile bedenleri birbirinden ayrılmayan yoldaş, adaş ve kan kardeşler gölün derinliklerine doğru yek vücut dans eder gibi aheste aheste batarak gözden kaybolur.
O günden sonra uzun bir müddet herkes her yerde onları arar ancak bir türlü bulamaz. Sanki yer yarılmış da içine girmişlerdir. Yoldaşların bu sebepsiz ve ani kayboluşları abartılı rivayetlerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu abartısı bol söylentiler usta bir ağızın dilinden ya da bir aşığın gönül tezenesinden çıkıp zamanla bir efsaneye dönüşür. İşte dostlar, Yavı Kerim efsanesinin hakikati budur.
Çiçek’e gelince… Çiçek o kara günden sonra hayata küser. Kerim gölde nasıl kaybolduysa onun dili de ağzında öyle kaybolmuştur. Tek bir kelime dahi söylemeden pejmürde kıyafetlerle ortalarda dolaştığı için adı meczuba çıkar. Birkaç kez Kerim’e kavuşmak umuduyla kendini göl sularında boğmaya çalışsa da başarılı olamaz. 1975 yılında 63 yaşında iken dört gözle beklediği ecel kapısını çalar. Ölüm döşeğinde 48 yıllık suskunluğunu tek bir sözle bozar: Kerim! Son nefesinde sevdiğinin adını söylerken yüzü güleçtir ve huzurludur. Uçmağa vardığında Yavı ile Kerim’i ulu söğüdün altında kendisini beklerken görür. Kerim, sevdiğinin onu duyduğundan habersiz davudi sesiyle bir türkü tutturmuştur. Görelim, bakalım ne tutturmuştur?
Şu yalan dünyaya geldim geleli
Severim kıratı bir de güzeli
Deyip on beşime kendim bileli
Severim kıratı bir de güzeli
At koşu tutmalı çıktığı zaman
Yalı kaval gibi yıktığı zaman
At dört kız on beşe yettiği zaman
Severim kır atı bir de güzeli
(DADALOĞLU)
edebiyathaber.net (5 Ekim 2024)