Büyük bir çınar ağacının gölgelediği, tahta sedirli geniş balkon az önce yıkandığı için ıslak betonumsu bir koku ve tatlı bir serinlik yayılıyor etrafa. O yaz yine başkaları için tatil beldesi bizimkiler için memleket olan sahil kasabasında, anneannemin evindeyiz. Yaz gelince ablamla birlikte bu kasabaya gönderiliyoruz. Annemle babam çalıştıkları için gelip kalamıyorlar. Ama kendi deyimleriyle böyle bir imkân varken bizim bu sıcakta İstanbul’da kalıp sıkılmamıza gönülleri razı gelmiyor. Daha okul kapanmadan buraya gelip kalmakla ilgili pazarlık yapan ben değilmişim gibi ilk günlerin heyecanı yerini kısa bir süre sonra gel gitli bir can sıkıntısına bırakıyor. Hele öğleden sonraları güneş iyiden iyiye yükselip sıcak bastırdığında içimden yükselen ve tarifi mümkün olmayan o iç sıkıntısına engel olamıyorum. Halbuki okula gitmek için erken kalkma derdi, imtihandı, sözlüydü, ev ödeviydi yok. Ağ kısmı nerdeyse dizlerine kadar kayıp sinir eden, kaşındıran külotlu çorap, kafanı sıkan saç örgüsü, yaz kış giydiğimiz uzun kollu siyah önlük, boğazını kesen beyaz kolalı yaka da yok. Ama ben galiba yine de okulu, arkadaşlarımı, evimi, hatta defter, kitap silgi kalem kokusunu özlüyorum. Günde birkaç kez sair sebeplerle küsüp, bavulumu topluyor , beni İstanbul’a gönderin diye ayaklanıyorum. Ama sonra tam iş ciddiye biner gibi olduğunda bir şey oluyor ve gitmekten vazgeçiyorum. Kafamdan bunları geçirirken bir süre iki kara sineğin kovalamaca mı, oyun mu, cilveleşme mi olduğunu anlayamadığım, deli ve coşkulu uçuşlarını seyrediyorum. Karasineklerle ilgili niye belgesel yok, acaba ilerde ben mi yapsam diye düşünüyorum. Yağ tenekelerine dikilmiş sakız sardunyaların yapraklarını gizlice koparıp, elimde yuvarlayarak hamur haline getiriyorum. Dalları balkona dayanmış çınar ağacının yumuşak dikenli top şeklindeki meyvelerini lime lime ettikten sonra, inadına az önce yıkanmış balkonun içine saçıyorum.
O sırada benden yedi yaş büyük olan ablam – ki artık o bir genç kız sayılıyordu – elindeki “Hayat” dergisini sedire bırakıyor, sessizce yanıma yaklaşıyor. Kulağıma bir şeyler fısıldıyor. Anneannemin bizi plaja götürmesi için ikna edilmesiyle ilgili bir plan bu. Yalnız gitmemize izin yok. Biz emanetiz, “emanetin canı tez olurmuş” diye bahane edilse de, o tarihlerde yaşına göre hayli gösterişli ve güzel ablamın çapkın bakışlara maruz kalma ihtimalinin ve komşunun oğlu Gökhan Abi’yle şüpheli yakınlaşmalarının da bir diğer sebep olduğunu içten içe seziyorum. Anneannem Gökhan Abi’yi ve ablamı, evin arkasında gizli gizli konuşurken yakalandığından beri nefes aldırmıyor. Elalem, “Gösterişli kız, güzel kız” dedikçe, bu emanet kız çocuklarını özellikle de güzeller güzeli ablamı daha bir sıkıştırıyor. Onun kafasına sumsuk vurarak, “Beri bak, şimdilik annenlere söylemiyorum, bir daha fingirdeşmek yok , sen okuyacaksın, gebertirim valla” dediğini, ablam gece sohbetlerimizde gözyaşları içinde anlattığı için biliyorum. Geceleri aynı yatakta kıçlı başlı yatarken, ablam bana bazen arkadaşıymış gibi, Gökhan Abi’ye olan hislerini ve olağan genç kız dertlerini anlatır. İşte o zamanlarda ben kendimi büyümüş hissederim.
Uzun mızırdanmalar ve ısrarlar sonucunda, anneannemi denize gitmeye ikna edebiliyoruz. Hazırlıklara başlanıyor. Her denize gidişimizde gölgelik yapmak için yanımızda dört tane uzun sırık, bir tane beyaz çarşaf götürüyoruz. Çizgili pazar çantasının içine su, ekmek, peynir, yeşil biber, domatesten oluşan nevalemizi yerleştiriyoruz. Çarşı içinden deniz kıyafetleriyle geçmemiz hoş karşılanmayacağından, her zamanki gibi evin arkasındaki çayırdan gideceğiz. Ot bürümüş bakımsız bahçeyi geçip, lağım sularının açıkta akarak oluşturduğu kanalın üzerine konmuş, köprü vazifesi gören geniş kalasın üzerinden yürüyerek çayıra dalıyoruz. Geceleri o lağım kanalını mesken tutmuş kurbağaların garip bir huzur veren sesleri eşliğinde, uyuyoruz. “Gündüzleri neden susuyorlar?” diye soruyorum. Anneannem duymazdan geliyor. Genelde böyle yapıyor, cevabını bilmediği soruları duymazdan geliyor. Sorum havada asılı kalıyor. Etrafta yaz sıkıntısını depreştiren çekirgelerin sesinden başka bir şey duyulmuyor. Boyu oldukça uzamış bir “pisi pisi otunu” gözüme kestirip koparmaya çalışıyorum. Ot inatçı çıkıyor, koparırken sarsılıyorum. Anneannemin gösterdiği gibi, pisi pisi otunu elimde yürütüyorum. Çayırlıktan, o şekilde olmasına kimin karar verdiğini merak ettiğim, bir patika yoldan kıvrıla kıvrıla deniz kenarına doğru ilerliyoruz. Anneanneme sorsam yine cevap vermez şimdi. Sormaktan vazgeçiyorum. Bir süre sonra pisi pisi otuyla oynamaktan sıkılıp, ayak tabanlarının ayağımdaki lastik tokyolara her değişinde çıkardığı sese odaklanıyorum. Güneş tepemizde sıkıcı sıkıcı parlıyor. Pat pat pata da pat!!! … Bu pat pat seslerini bildiğim şarkı ritimlerine benzetmeye çalışıyorum. Bazen de şarkıların ritmini, terliklerimle ve ayak tabanlarım marifetiyle çalmayı başarıp eğleniyorum. Bak bir varmış/ bir yokmuş/ eski günlerde/ güzel bir kız yaşarmış/ boğaz içinde. Ablama “hangi şarkı bu bil bakalım?” diyorum. O, şarkıyı doğru bilince, başarılı bir “terlik virtiözü” olduğumu düşünüp gururlanıyorum. Sırıkların ikisini ablam, ikisini elinde nevale dolu pazar çantası da olduğu halde anneannem taşıyor. Bense belime sarı beyaz can simidimi takmış seke seke ilerliyorum. Havası kaçınca canım sıkıldığından, ara ara şişkinliğinin istediğim kıvamda olup olmadığını elimle kontrol ediyorum.
Çayırı geçip, sahille çayırlığın arasındaki asfalt yola geliyoruz. Asfalt sıcaktan eriyince üzerinde oluşan küçük baloncuklara basarak patlatmak kendi uydurduğum başka bir oyun. Bu baloncuklar sanki kaynayan suyun yüzeyinde oluşan irili ufaklı kabarcıklar gibi. Bazen bunları patlatmak uğruna terliğimin asfalta yapıştığı ve ayağıma zift parçaları bulaştığı da olur. Anneannem onları bir parça gaz ve paçavrayla silerken “Bir daha olursa temizlemeyeceğim, o pis ayaklarla gezersin artık” diye söylenir hep.
Yine yapacağımı sezip tehditkar bir bakış fırlatıyor ama ben aldırmadan kaşla göz arası beş on tane baloncuğu zevkle patlatıyorum. Zift kokusu eşliğinde , terliklerim asfalta yapışa yapışa kumsala doğru ilerliyorum.
Sonunda plaja varıyoruz. Kumda yürümek zorlaşıyor, terlikleri elime alacak oluyorum. Ama hem kumdaki dikenli kuru otlar ayağıma battığından, hem de ayaklarım haşlandığı için çıkarmamla giymem bir oluyor. Burnuma iyot kokusuna karışan kum zambaklarının baygın ve güzel kokusu geliyor. Artık çok yaklaştık, bir an önce denize girmek için sabırsızlanıyorum. Bir iki kararsızlıktan sonra, sonunda otağımızı kuracağımız yere karar veriyoruz. Kıyıya yakın bir yer seçiyoruz. Anneannem sırıkları çarşaf büyüklüğünde bir dikdörtgen oluşturacak şekilde dört ayrı köşeye sağlam bir şekilde dikiyor. Yanında getirdiği kalın iplerle çarşafı sopaların ucuna bağlayıp deniz kenarındaki gölgelik yerimizi böylece hazırlamış oluyor. Etrafta renk renk, bazılarının üzerinde içecek markalarının isimleri yazan plaj şemsiyeleri ve bizimkisi gibi derme çatma gölgelikler mevcut. Bu sahil kasabasının yerlileri, maddi gücü elverse de plaj şemsiyesi kullanmıyor ve böyle sırıklardan yapılmış dört yanı açık, üstü çarşafla kapalı gölgeliğe de “çadır” diyor üstelik. Plajın turistlerce ve yerlilerce uyulması gereken görünmez kuralları ve adabı var. Bu aslında kimin yerli, kimin yazlıkçı veya turist olduğunu da belirleyen gizli bir sembol. Büyüyünce denize gelirken en havalı ve renklisinden bir plaj şemsiyesi edineceğime dair kendi kendime söz veriyorum. Anneannem, yaz sıcağına rağmen uzun çiçekli basma eteği, uzun kollu pamuklu gömleği ve onun üstüne giydiği ıhlamur yeşili merserize yeleğiyle plajla uyumsuz bir görüntü sergiliyor. Onun hemen yanındaysa, siyah bikinisiyle ablam büyük bir tezat oluşturuyor. Güneş yağı reklamlarındaki kızlara taş çıkartacak kadar güzel, siyah bikinisiyle ablam ve yanında çiçekli basma eteği, başında oyalı tülbenti ve sırtında merserize ipten “Türkan Şoray kirpiği” örneğiyle örülmüş yeleğiyle anneannem. Bu görüntü bana o tarihlerde hiç de tuhaf gelmiyor. Ablam o geleneksel görüntü içinde bikinisinden sonra tek lüks eşya sayılabilecek hasırını yere serip , mis kokulu güneş yağını vücuduna bolca sürerken, birilerini arar gibi etrafa gizli bakışlar atıyor.
Bense, kıyıya varır varmaz daha fazla sabrım kalmadığından bir çırpıda üstümü çıkarıp, terliklerimi ayrı yönlere fırlatarak denize koşuyorum. Neden sonra dudaklarım morarmış halde ve çenem titrerken, anneannemin beni çağıran ısrarlı haykırışları eşliğinde denizden zorla çıkıyorum. Kum tanelerinin her yerime yapışmasına aldırmadan kendimi o halde sıcacık kumların üstüne atıyorum. Anneannem, bembeyaz ekmeğin arasına peynir, domates ve biber tıkıştırırken tekrar kıyıya gidip ellerimi yapışmış kumlardan arındırıyorum. Kumları tam temizleyememiş olmalıyım ki lokmaları çiğnerken ağzıma gelen bir iki çıtırtıya aldırmadan iştahla ekmeğimi yemeye devam ediyorum. Ondan sonraki hayatımda hiçbir açlığın denizden çıktığım o andaki açlık kadar güzel ve o ekmeğin tüm yediğim şeylerden daha tatlı olacağını henüz bilmiyorum.
Az sonra önümüze konuşlanan bir grup inşaat amelesi anneannemin gazabından korkup sessizce eşyalarını poşete koyuyor ve arkasına basılmaktan yamuk yumuk olmuş makosenlerini ellerine alıp uzaklaşıyorlar. Anneannem kendine özgü kıyafetleriyle, herkesin korktuğu çekindiği bir süper kahramana dönüşüyor gözümde. “O yeleğin onun yenilmesine engel olan ve güçlü kılan doğa üstü güçleri var, o yüzden hiç çıkarmıyormuş sırtından” diye bir hikaye uyduruyor kafam. “Superman’in pelerini var ise anneaannemin de yeleği var” diye bu hayali iyice cilalıyorum.
Anneannem o sıra gazabından korkup kaçıp giden inşaat amelelerine söyleniyor;.
“Körlenmeyesiceler , hiç utanma yok ki . “
Birazdan içlerinden birinin omuzunda “ekolayzırlı müzik seti” taşıdığı bir grup genç, olabildiğince “dıstıp dıstıplı” bir müziği son ses çalarak sahilden geçiyor. “Cheri cheri Lady, living in devotion… “
Aralarında Gökhan Abi’nin de olduğunu görüyorum. Ablamla birlikte kafa sallayarak ritim tutmaya başlayınca, gençler yüz bulup yanımıza yanaşacak oluyor. Ancak anneannemin sert bakışlarıyla karşılaşır kalkışmaz, onlar da hızla uzaklaşıyor.
Tüm bunların beni eğlendirdiğini hissediyorum. Siyah şambrellerle denize girenlerin coşkulu çığlıkları, plaj şemsiyelerinin uçlarından sarkan kumaşın rüzgarla çıkardığı pata pata sesleri eşliğinde yaz sıkıntısını, bir deniz kuşuna dönüştürürek, göğe doğru salıyorum.
Anneannem, çadırımızın ön kısmına geçiyor, aslında yağmur için kullanılan siyah şemsiyesini açıyor. Sanki üzerinde taşıdığı hiçbir şeyin parlak renkli ve alacalı olmayacağına dair gizli bir yemini var. Oyalı tülbentini boynunun altından çözüp yukarı doğru bağlıyor. Onun bembeyaz, buruşmuş gerdanını çıplak gördüğüm nadir anlardan biri. Bir yandan uzun kollu gömleğinin kollarını sıvıyor. Bazen evde yaptığım gibi üst kolunun çıplak kalan iç tarafını mıncıklamaya başlıyorum. Bu hamur kıvamında yumuşacık, sarkmış bembeyaz kollarla oynamaya bayılıyorum. O tatlı tatlı itiraz ederken, ben onu da oyunuma dahil etmiş olmanın çocuksu mutluluğunu hissediyorum. Her zaman asker gibi çalışan, pişiren, yediren bu kadını biraz gevşemiş, durumdan keyif almaya çalışırken gördüğüm için seviniyorum. Annemle babamı el ele tutuşurken gördüğümde hissettiğim mutluluğa benziyor. Çünkü annemle babam, hiç iki sevgili gibi el ele tutuşamaz, anneannem hiç sadece kendi keyfi için bir şey yapamazmış gibi. Böyle şeyler, sadece filmlerde olurmuş gibi geliyor bazen bana. Anneannem dünyaya çalışmaya, hizmet ve ibadet etmeye gelmiş, insani zaafları olmayan ve kimsenin de bunu tuhaf bulmadığı bir süper kahraman, dünyanın dışından birisi gibi. İşte şimdi o süper kahraman, kendi için bir şey istiyor, bana ayaklarını kuma gömdürüyor. Ona hizmet etme onurunu elde etmiş gibi canhıraş bir hevesle çukur kazıyorum. Hemen arkasından yine çok az şahit olduğumuz şeylerden biri gerçekleşiyor. “Abdestim de kaçacak ama “ diyerek yere serdiği havlunun üstüne uzanıp, tatlı bir gündüz uykusuna dalıyor. O uykuya dalar dalmaz, demin ortadan kaybolan Gökhan Abi’nin, elinde iki kola şişesiyle bize yaklaştığını görüyorum. Ablama ulaşmak için beni ikna etmesi, hoş tutması gerektiğini düşünüyor olmalı ki, Kola şişesinin birini peşinen bana uzatıyor. Önce almak istemiyorum, genelde gururum sebebiyle ailem dışında biri bana bir şey verdiğinde annemin veya anneannemin onay veren bakışlarını beklerim hep. Belli belirsiz gözlerim nemleniyor. Ufak bir tereddüt yaşıyorum. Beklenen onayı ablam veriyor bu sefer. Gökhan Abi’yle ablamın sessiz ısrarlarına dayanamayıp, şişeyi alıyorum. Ama bu iyiliğin karşılığını istemekte gecikmiyorlar. Ablam tarafından, az ötede uyuyan anneannemin başına nöbet tutmak üzere gönderiliyorum. Ablamla Gökhan Abi arkamızda fısır fısır konuşuyorlar. Ne kadar kulak kabartsam da etraftan yükselen neşeli çığlıklar, dalga ve rüzgar sesinden dolayı hiçbir şey duyamıyorum.
Böyle biraz zaman geçiyor. Canım denize girmek istiyor ama nöbet görevimdem dolayı beklemek zorundayım. Kolamın içine kum girmesin diye sakınırken dalgınlıkla kocaman bir yudum alıyorum. Asitli içeceğin mikro baloncukları burun deliklerimden dışarı fışkırırken, öksürmeye başlıyorum. Anneannem uyanmaya hazırlandığını belli edercesine kıpırdanıyor. Görevini yerine getiren sadık bir muhafız edasıyla sessizce seğirterek, uyarmak üzere ablam ve Gökhan Abi’nin yanına koşuyorum.
Gökhan Abi suç ortaklığımdan memnun, üstündeki kumları silkeliyor, ayağa kalkıyor. Sanki ben küçük bir kız çocuğu değilmişim de ona yardımcı olan bir akranıymışım gibi elimi sıkıyor, olabildiğince hızlı bir şekilde kumları savura savura uzaklaşıyor. Etraftan bu sahneyi görenler, bize bakıp bıyık altından gülüyorlar. Bu durum beni utandırdığı için içimden ablama karşı hafif bir kızgınlık yükseliyor.
Anneannem olanlardan habersiz tavşan uykusundan uyanmış, bize toparlanmamızı söylüyor. Eve gitmek için çadırımızı söküyor. Bir sonraki deniz sefasına kadar beyaz çarşaf özenle katlanıp, çizgili pazar çantasının en dibindeki yerini alıyor. Anneannem “afferim benim kızlarıma, afferim” diyor bir yandan. “Böyle hanım hanım durursanız hep getiririm sizi denize.” Dönüşte büfeci Ali Abi’ye uğruyoruz. Anneannem, edepli durmamızdan memnun bize çokomelle, kola ısmarlıyor. Ona o gün zaten kola içmiş olduğumu söylemiyorum. Çilekli Çokomel’in çikolata kaplı üst kısmını parça parça yiyip, pembe yumuşak kısmına ulaşıyorum. Onu da bisküviden ayırıp yedikten sonra en sona bisküvisini bırakıyorum. Tiksindirici bir şeye bakar gibi yüzünü buruşturan ablama“Çokomel böyle yenir akıllım” diyorum. Ali Abi, iple meşrubat dolabına bağlanmış açacakla şişeyi açarken, gazoz kapağı koleksiyonum için kapakları avucuma bırakıyor. Tezgahın altından beş on tane daha kapak çıkarıyor, “bunlar da benden” diyor. Kapakları ceplerime doldurup sanki madeni paralarmış gibi şıkırdatıyorum. Anneannem eprimiş cüzdanından parayı çıkarırken ablamla göz göze geliyoruz. O bana göz kırparken ben, bir süper kahramanın arkasından hileyle iş çevrilmesinin suçluluk hissi içerisinde, biraz küskün ve buruk bir gülümsemeyle karşılık veriyorum. Ablamsa “N’apalım yani ” der gibi umarsızca omuz silkiyor.
Kum zambaklarının yanından, baloncuklu asfalttan ve nihayetinde çayırdaki patikadan geçiyoruz. Pat pat!! terlik seslerimiz eşliğinde bu sefer daha önce hiç duymadığım bir şarkının ritimlerini tutarak eve doğru ilerliyoruz. Elimi cebime atıp gazoz kapaklarımı yokluyorum. Deniz tuzlu, nemli saçlarımın kokusunu içime çekiyorum. Güneş batmaya yelteniyor, hafif bir rüzgâr esiyor, kuş gibi uçurduğum yaz sıkıntısı şimdilik ortalarda gözükmüyor.
edebiyathaber.net (21 Mart 2024)