(I)
“Bir daha ısıtırsam sertleşir börekler. Koca koca adamlar. Aldılar çivileri ellerine, hurra bahçeye. Allah korusun; fırlasa, gözlerine falan gelse… Hem uzmanından doktor mu bulunur şuncacık kıyı kasabasında; konu komşuya anlat anlatabilirsen o da ayrı… Ağızları torba değil ki büzesin: ‘Albay emeklisi Nurettin Bey, orta kısımdan bu yana aralıksız görüştüğü kadim dostu Zampara Ramazan’ın gözünü çıkartmış! Yok yok, Ramazan Nurettin’in gözünü…’ Hay bunları çıkartanlara mı diyebiliriz? Toprağa çivi saplamaca oynarlarken zıplayıveren paslı incecik şey birinden birinin gö… Ay gülme öyle. Derler vallahi. Birinden biri ya. İnsanın dili bile varmıyor Nurten’ciğim; hangisi yaralı, hangisi yaralayansa… Düşüncesi dahi tüyler ürpertici. Etle tırnak bunlar tamam da, şu tırnaktır yaraladı bu ettir yaralandı diyemeyeceğimiz açık. Gerçi benimki yumuşak başlıdır, etlik sıfatını bıngıl göbek doldurur doldurmasına da… Seninkine boşuna zampara dememişler, diş tırnak geçiren türden kadınlara. Kızma canım, şaka şaka. Seninle evlendikten sonra durulduğunu bilirim. Tabii ki senden duyduğum kadarıyla. Yoksa nereden ben, onun bunun duruluğunu muruluğunu… Daha önce Şermin’le çıkmışlardı tamam, fî tarihi desem yeridir. Baktılar olmuyor, Şermin de evlendi sonuçta bir başkasıyla; buldu uygununu, çoluk çocuğa karıştı kızcağız. Hem Ramazan’la tanışmanızdan sonra hiç görüşmemişler; Şermin söylediydi, yalanı yoktur onun. Zampara’nın durulduğunu biraz da bu sözlerinden dolayı Şermin’in. Of of, kaç uzun sene geçti üzerinden. Ah Nurten’ciğim, Ramazan Bey’le tesadüfen karşılaşıp yemek yemekte sakınca görmediğimiz o kış akşamının senle olan muhabbetimize düşürdüğü gölgeler… Şükür silindi silinmesine de, ne çok incinmiştik değil mi ama başlarda?! Huriye şıllığı görüp yetiştirmişti. Bire bin katarak. Al da sana manzara diye. Gel de kenar mahalle dilberi deme şuna. Neymiş, gözlerini gözlerimden ayırmıyormuş Ramazan Bey. Huriye akıllısını fark edip utanmasaymışım ellerimden tutturacak kadar ölçüsüzmüş samimiyetimiz. Görgüsüz şey. Çarpıttığı sahnede kocasının en yakın arkadaşıyla fingirdeyen kadın rolüne uygun görülmüştüm. Ne feci. Huriye herkese kendinden pay biçiyor tabii ki. Etme bulma dünyası. Kocası tarafından o berber çırağı ile basıldı ya sonra. Hem de, hani ya neredeyse oğlu yaşındakiyle şaşkın. Neyse canım…
Öyküler yazsam,
incir çekirdeğini
doldurmak için…
Huriye’nin yalanlarına yetişemem inan! O denli önemsiz yani. Lafın gelişi öyle söyledim Nurten, âlemsin; öyküyle, masalla göz boyayacak biri miyim ben? Şu çivi saplama mı nedir, her ne zıkkımsa, bırakıp da artık oyunu gelseler ya bizimkiler; konuş konuş yoruldum ben, seslenecek gücüm de kalmadı… Bir nefes de sen… Çay acımadan hem. Üçüncü bardakları yudumladığımızı da söyleyiver. Gözlerin mi doldu gene? Keşke girmeseydim eskilere.”
“Çağırmaya gerek yok. Sıkılır, gelirler birazdan. Böreği de varsın soğuk yesinler; ısıtıp ısıtıp tadını kaçırmaktansa!”
(II)
Çivi toprağa saplanıyor. Yol daracıktı zaten. (Patika ustalarıyız biz!) Çıkış alanı biraz daha küçüldü işte. (Yüksek ısıda sıkılaşan kuzu yününden yeleğim gibi. Ütü vursan da açılmaz gerçi. Oldu mu olanlar? Ötekilerle çıkıversin aradan demişmiş de. Koca makine bir bunun için mi çalışacakmış; bassa leğene eline yapışacak sanki… Sonra tut ılıkça sulara şırıl şırıl, çözülsün deterjan.)
Yok, hemen pes edilmez. Noktayı öyle bir yere koymalı ki ona uzanacak çizginin oluşturduğu doğru parçası kendine özgürlük imkânı bulmakla kalmayıp diğerinin tutsaklığını da perçinleyebilsin. (Bir taşla iki kuş. Ancak yakalanmışlık gibi değil. Yaralanmışlıksa kansız türden, genişlemeyen anlık keyif kaçışlarından ibaret. Biri uçacak, öteki kafesine sıkışacak iyiden iyiye. Olmasın mı?!) Alıp da başını gidebilen doğru parçalarının tek elden yaratıcısı olunmalı. Zigzag çizerek.
Çivinin sivri ucu havayla buluşsun az; küt ve yayvan kısmından tutulmuşken hem de, pasına aldırmaksızın tabii… Gövdesi, işaret ve baş parmakları arasındaki yüzeyi buruşuk sarımtırak vadiye yaslanıp havaya çizilen tamamlanamamış görünmez çemberin hareketli yarı çapına dönüşmeli. Vınn… Hızla, yüküne yoğunlaşmış sertlikte inebilmeli zemine. Böylelikle taşları ayıklanmış çıplak toprağa fidansı körpelikle dimdik tutunabilir ve oluşturduğu minikçe çukurun geçerli nokta tanımlamasında kabulünü sağlayabilir. Doğru parçaları salt geçmişte kalmamalı, bir öncekine eklenen uysal kırılmışlığına aldırmaksızın geleceğe uzanabilmeli. Uzanmaz da yanarsam çivi de yanılmış mı olacak, karınca yolunu andıran sıkışıklıktan iğne ucunca yer bulamadığı için?
“Sıra sende!”
Kalbim sıkışıyor.
“Çocukluğumuza dönmek bugün nedense yordu beni. E tabii yetmişimize merdiven dayadık sevgili dostum, istersen bırakalım bu oyunu. Çivi saplamaca bizim neyimize! Toprak da dinlensin, değil mi ama? İkidir börekler soğudu diyor Cavidan, bak…”
Avuçlarımızdan eskice bir rüzgâr, havuzun kıyısındaki çeşmenin akışına bırakıyor serinliğini. Bahçe kırık çizgileriyle ardımızda, paslı çivilerin yan yana durmuşluğuna koşut gölgelerimiz.
Yere saplanmış
paslı çiviler bizden,
(III)
“Ağaçlar sisler ardında ne kadar da güzel; şu fotoğraflara bakar mısın? Kartepe’ye gittiğimizde çekmiştim bunları. Neredeyse unutmuşum, tam da çekmeceyi düzenlerken…”
“Senin gibi… Büyüsünü gizeminden alan bir güzellikti karşılaştığım. Çokça uzaktın. Yüzündeki derin hüzne bağlanmıştım o yıl, her şeye rağmen karlar altında sımsıcak bulacağıma inandığım saklı yüreğine.”
“Sonra bahar. Kırılan buzlar. Çoğalan su…”
“Gözlerinde hiç kimsenin dağıtamadığı sisler… Buna ben de dahil olmuştum. Onca çabama rağmen üstelik.”
“Varlığınla edindiğim nice renge haksızlık ediyorsun. Sis ya da sır… Birlikteliğimizin en doğal güvencesi belki de.”
“Bu korkular yersiz ama.”
“Kanatlarını
sessiz çırpar kelebek;
güz ki uykuda.”
edebiyathaber.net (19 Ocak 2023)