Cansever’de böyle yerler kaldı mı? Zor. Kepçelerin ve hafriyat kamyonlarının kör nokta gibi gözükene dek kazıp yok ettikleri bu yerde bir zamanlar açık hava sineması vardı. Coşkusunu tüm hafta içinde saklayan çalışan kesim cuma günü paydos etti mi, eşini dostunu, çoluğunu çocuğunu alır doğru buraya koşardı. Yıldızların ışıl ışıl olduğu ılık bahar akşamlarında havayı iğde çiçeklerinin baygın kokusu sarar, jenerik beyaz badanalı duvara yansıtılırken çocuklar çoktan alaska frigolarını yemiş olurdu.
O gün ev sakinleri içinde mühimdi. Babam, gardırobuna ip gibi dizdiği renk renk kumaştan bir pantolon, üstüne beyaz iplikten uzun yakalı bir gömlek giyer, usturayı yanağında aşağı yukarı gezdirirken göz ucuyla beni izlerdi. En sonunda ağzında fısıltıyla gevelediği sorular sofanın duvarlarından içeri yayılırdı. Bu akşam hangi film oynuyor? Kiminle gideceğim? Annem benimle gelecek mi…İçimi bir huzursuzluk kaplardı. Evde mahsur kalacağım ya da babam beni takip edip Naci’yle yakalayacak diye ödüm kopardı. Halbuki korkulacak nesi vardı. Yıllardır evden işe işten eve olarak sürdürdüğü hayatında kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan bu adamın tek derdi ailesinin nafakasını çıkartmak için gün boyu çalışmak ve haftada bir-iki kez dostlarıyla Kör Veli’nin meyhanesinde kendi tabiriyle, birkaç kadeh atmaktı.
Tabii bu demlenmenin ölçüsü birkaç kadehle kalmaz, Veli’nin mezeleri ve kadirşinas arkadaşların hoş sohbetiyle ayyuka çıkar, fener bir yerde söndürülmeden başka bir yere gidilirdi. En nihayetinde saatin gece yarısını geçtiğini, sokağın başına vardiya değişimi için işçileri almaya gelen Magirus’un homurtulu sesinden ya da babamın avluya girer girmez Ferdi Özbeğen’in bir şarkısını yalan yanlış söylemesinden anlardım.
Sonra bizim küfelik içeri girer, annemin cevabını bal gibi bildiği ama sormaktan da usanmadığı sorularla köşeye sıkıştırılır, olamayacak şeylerden mevzuu açılır, iş annemin Yalova’ya baba evine dönmesine kadar varır, sonra tartışma son bulurdu. Hep böyle mi olurdu acaba? Bu sahneler çokça tekrarlandığından mı yoksa anılar zamana maruz kaldığı için mi belleğimde tek bir anıymış gibi geliyor? Bilmiyorum. Belki de unuttuklarımı artakalanlarla telafi ediyorum.
Naci’yle beklemediğim bir anda başlayan birlikteliğimizde, neler yaşayacağımı da bilmiyordum tabii. Bir genç kızın sıradan giden hayatında karşısına istediği gibi bir adam çıktığında hayatının değişmesini, onu kaybetmek istememesini mazur görmek lazım. Çantasında kitapları elinde devrim broşürleri ile yemekhanede, kantinde, kapalı spor salonunda insanları etrafında toplayan bu delişmene kayıtsız kalmak benim için zordu. Başım bir şeye sıkışsa ya da biri canımı yaksa bilirdim ki Naci vardı. Bir keresinde, “Haklı olduğumuz, güzel olmasını istediğimiz her şey için savaşacağız Nursel” diye bağırmıştı o gün polis ellerimizi kelepçelerken. Altıok Meydanı’nda miting rengarenk bayraklar ve türküler eşliğinde başlamıştı. Kortejin önünde Naci vardı. Birden kulaklarımızın zarını delen bir patlama sesi duyuldu. Ardından bağırış, çığlık, duman ve sirenler…
Kalbura çevirdiler insanları o gün. Dudağım yarılmış, gözüm şişmiş, arbede de yere düştüğüm için kolumu oynatamaz hale gelmiştim. Annemi karakola çağırdıklarında bir süre tanıyamadı beni. Benzi uçuktu dudakları titriyordu. Sürekli seğiren gözü şevkatten yaşardı. Kızsa mı üzülse mi bilemedi. “Yüreğime mi indireceksin benim, ben seni anarşist olasın diye mi yetiştirdim,” diye söylendi durdu. Babama bir mazeret bulması için bir saat dil döktüm. Devrim için yapılan her şey kutsaldı sözgelimi. Aslına bakılırsa devrim önceliğim değildi. Önemli olan Naci’yle olmaktı.
Hele bir de Yıldız Sineması’ndaki suarede beni ilk öptüğü o an… İyi bir seyirci olduğumuzu söyleyebilirim. Hiçbir filmi kaçırmazdık, özellikle romantik olanları. O gün bilet kuyruğunda beklerken elinde bir karanfil demetini bana uzatıp: “Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle” demişti. Cızırtılı bir hoparlörden filmin anonsu yapılıyordu, yer göstericinin yardımıyla en arkadaki sıraya yerleştik. Kimse yoktu, derken film başladı. Her zaman ki gibi bir eli omuzumdaydı. Düşsel bir yaşama kendimi öylesine kaptırmışım ki Naci’nin bana baktığını fark etmemişim bile. Sonra olanlar oldu, çenemi kendine doğru çevirip kor gibi sıcak dudakları ile öpüverdi. Göğüs kafesimden bir kuş uçtu, gök kubbeden kendimi aşağıya bırakmışım gibi, zamanı zemini unuttuğum bir şeydi.
Sonra yaşadıklarım ise malum. Hayatımın geri döndürülemez olarak değişmeye başladığı milat: Naci’nin sırra kadem basması… Sadece benim yüzleştiğim bir şey değildi, etrafımda yakınlarını kaybedenler, babasız kalmış çocuklar, gözü yaşlı anneler vardı. Kaybı bol yıllardı. Arkasından da postal sesleri ve tank homurtuları geldi.
Şimdiye kadar yazdıklarımın hepsi, bir süre sonra muhtemelen benim yaşadığım şeylermiş gibi gelmeyecek bana. Belleğimin içinde sürdürdüğüm bu yolculukta yazdıklarım; yaşadığım anları hatırlamak mı, yoksa hayal gücümün ürünleri mi hiçbir zaman bilemeyeceğim. En azından kıstırılmışım gibi hissetmeyeceğim, unuttukça dünya ağrım dinecek elbet.
Saat epeyi geç olmuş. Koridorda altmış sekiz numaralı odanın önünde durup kapıyı hafifçe tıklatıp içeri giriyorum. Sokak lambasının ölgün ışığı, duvarı garip şekillerle gölgelendirmiş. Odada çok ağır bir hava var. Sanki benden önce bir matem yaşanmışta bütün sesler içine çekilmiş gibi. Nursel Hanım koltukta uyuya kalmış. Yanına yaklaşıyorum, yüzünde vedalaşmayı andırır bir ifade… İlaçları elimden bırakmak için masa lambasını açıyorum. Kaşları çatılıyor, hırıltısı kesiliyor ama gözleri hala kapalı. Masanın üzerinde bir sürü siyah beyaz fotoğraf ve birkaç gündür yazmaya çalıştığı ‘Yıldız Sineması’ başlıklı yazı var.
Cihan Turhan kimdir?
1984 doğumluyum ve Eskişehir’de yaşıyorum. Oto Kaza Eksperiyim (sigorta eksperi)
edebiyathaber.net (7 Nisan 2020)