“Birden kapandı birbiri ardınca perdeler…
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?”
“O an”da 6 saniye önce…
Deus meus! Adiuva me!
“O an”dan 6 gün önce…
Tüm şairlere sonsuzluğu anımsatan gökyüzünün plaza çatıları arasına hapsedildiği devirlerden bir gündü. Kedilerin pisliklerini örtmek için bir avuç toprak aradığı, kuşların konacak dal bulamadığından, sıcak duman soluyan tozlu asfalt yollarda bekleştiği bir ikindi öncesi… Ben, yine her zamanki gibi, aynı ağacın altında bağdaş kurup oturmuştum. Buraya nasıl geldiğimi, ne zamandır burada oturduğumu, inanın hiç hatırlamıyordum.
Giderek ağırlaşan derin bir uyuşuklukla etrafımda olup bitenleri izliyordum. Dalgalı göklerde kaynayıp duran dallardan süzülüp şakaklarımı saran çiy damlaları, sürekli büyüyen bir tümör gibi beynimi sıkıştırıyor, hafızamı kör dehlizlere savuruyordu. Aklımın ucu, asfalt yola sıçramış bir meşe palamuduna takılmış da sivri dişli bir kemirgen tarafından kart kurt ısırılıyordu sanki.
Önümde köpük köpük akıp giden, geceleri yüzümü karşı kıtadan çaldığı ışıklarla yıkayıp beni kendime getiren Boğaz suyunun ferahlatıcı meltemi olmasa aklımı ve ruhumu tamamen yitirirdim herhâlde burada. Aklıma mukayyet olmamı sağlayan diğer şeyse, gölgesine bulandığım şu ağaçtı şüphesiz. Sırtımı yasladığım, yapraklarıyla beni yağmurlardan olabildiğince korumaya çalışan, dallarıyla kuşları asfalt sıcağından kurtarıp kucaklayan, çirkinliğin ortasında bağıra çağıra söylenen bir bahar şarkısı gibi açmış çiçekleriyle kadim dostum erguvan ağacı… “Hele bir soluklanayım!” diye altına oturup kaldığım meçhul zamandan beri bu ağaçla aramda, kişinin ruhunu bedenine bağlayan ilahî ip gibi kopmaz bir bağ vardı. Defalarca ayaklanmayı denesem de kalkamamıştım yamacından. Buda’nın, altında bağdaş kurup Nirvana’ya merdiven dayadığı, gölgesini Hindistan nehirlerinden birinde yüzdüren “kutsal ağaç” ne ise; Boğaz’ın köpüklü dalgalarına tepeden bakan bu erguvan da benim için oydu. Taşlaşmış ruhumu “uyanış”a doğru o yükseltecekti.
Güneş, İstanbul Hisarlarını turuncuya boyamaya başlamıştı. Erguvan’ın mor çiçekli dalları, sandal sefasındaki adalı bir Rum kadının suya değen elleri gibi titreyerek ulaşmaya çalışıyordu Hisar duvarlarına. Zaman akşama doğru akarken, her zaman yaptığım gibi, erguvan dallarındaki kuşları etrafıma toplayıp kucağımdaki ekmek kırıntılarıyla beslemeye başladım. Bir hayvanı besliyor olmanın verdiği mutluluk hissinden yoksun şehirliler ne kadar zavallı, diye düşündüm bir an.
Birden, tozu dumana katarak duran bir arabanın çirkin sesiyle tüm hislerimden sıyrıldım. Kuşlar, kırıntıları kucağımda bırakıp başka başka yanlara uçuştu. Kimdi bu güzel tabloyu arabasıyla deviren densiz? Dönüp baktım. Kara tüylü bineğinden hışımla inip birazdan teslim alacağı cana doğru yürüyecek bir ölüm meleği edasındaki adam, özel şoförünün yardımıyla arabasından indi. Omuzlarından sarkan ve boy fukaralığından dolayı tozlu asfalta değen paltosunu sırtından atıp etrafa bakınarak asfaltı geçti. Sivri burunlu, parlak, rugan ayakkabılarıyla topraklı yolu eze eze altı yedi adım kadar ilerledi. Kırlaşmış saçlarının altındaki kırışık yüzünü sağa sola çevirip etrafı inceliyor; fakat her nasılsa, biraz ötesindeki ağacın altında oturuyor oluşumu fark edemiyordu. Bitmeyen telaşlarıyla kendi gözlerine mil çekip etrafındakileri görememe hastalığına yakalanmış tüm şehirlilerden biriydi bu adam da, anlamıştım. Sevmiyordum böylelerini. Bu şekilde körleşenlerin gözleri genelde kişinin hesaba katmadığı hiçbir ayrıntıyı göremezdi. Oysa o an adamın hesabına katılmayan her şey – böceklerin ayak sesleri, kuşların kanat çırpışları, çiçeklerin kokuları ve bir erguvan ağacının altında yapraklar arasına gömülmüş fark edilmeyi bekleyen ben – ondan çok daha canlı ve her şeyden daha çok kayda değerdik şüphesiz.
Mide bulandırıcı bir sırıtkanlığın yapışıp kaldığı dudaklarına, cebinden çıkardığı sigarasını götürdü. Şoförü çakmağıyla yardımına koştu. Sigara dumanını ciğerlerine çekerken bir müddet denize baktı. Başka bir insan bu manzarayı içine çekercesine izlemeyi yeğlerken o, eğreti bakışlarını manzara üzerinde şöyle bir gezdirmekle yetindi sadece. Uzun bir süre telefonuyla konuştu. Konuşurken söylediği her kelimeyi tükürüyormuş gibi sıçratıyordu ağzından: “Siz… Siz nasıl kafanıza göre hareket edersiniz ulan! Bir hafta süre benim için ne demek biliyor musun sen? Altı günlük gecikmenin kaybettirdiklerini, yetmiş iki sülaleni satsan da ödeyemezsin bana, haberin var mı senin?” Ettiği küfürlerden biri üzerime yapıştı. Tiksintiyle silip attım. Saatine baktı. İzmaritini yere fırlatıp bakışlarını sinsice üzerimden geçirerek arabasına bindi ve uzaklaştı. Ardında kalan güneş ve deniz, erguvan çiçekleriyle bir olup kötü şeylerin yakınlaştığını hissetmiş olacak ki ölgün bir renge büründü. Azrail kılıklı bu adam tarafından, şehir üzerine adeta kara bir Şaman büyüsü yapılmıştı, turuncunun hâkim olduğu ihtişamlı güzellik, bu büyünün etkisiyle birazdan çalınıp kaçırılmak üzere gibiydi. Kuş cıvıltıları, adamın siyah arabasının tekerlekleri altında ezilip asfalta yapıştı.
“O an”dan 6 saat önce…
Başımın üstündeki gök derdim kadar engin, Boğaz yolunda akan tonlarca su ise yalnızlığım kadar çoktu yine. Bu şehre en muhtaç olduğum anla bu şehirden kaçıp göçmeyi en çok istediğim an, aynı saniyeye denk düşmüştü. Şehir şaşaalı ve büyük bir kumarhane, şehirde yaşamaksa kumarın kendisiydi. Bu kumarda attığım zarlar hep yek gelmiş, Boğaz’ın sağlam sırtlarındaki bir erguvan ağacına dayanıp kalmıştım. Varlığımı bu ağacın köküne bağlamış, kumarı kaybetsem de kumarhanenin ihtişamını seyre doyamamıştım. Muntazam tekrarladığım bu seyirlerin birinde, ne vakittir buradayım diye hatırlamaya çalışıyordum. Hafızamı zorlayıp eskiyi, daha eskiyi bulmalıydım. Yoksa derin bir uykuya doğru düşen aklım, ebediyen kapayacaktı kendini. Silkinmeye çalıştım. Bedenimle birlikte hafızamı da örten rutubet damlaları etrafa dağıldı.
Neden buradaydım, ne zamandır buradaydım? Zamanında başına örtüler bağlayan kadınların kulaklarıma doğru eğilip Kuran ayetleri okuduğunu anımsıyordum. Yoksa ben yanında ağıdı çoktan yakılmış bir mevta mıydım? Hayır; yıkarlar, kefenlerler, üstüme toprak atarlardı öyle olsaydı. Hem bir ceset, bu denli hissedemezdi olanı biteni. Kuş cıvıltılarıyla sevinemez, gün batımlarıyla hüzünlenemezdi.
Hafızamı biraz daha zorladım. “Süphanallah!” diye zikreden adamların sırtıma ve göğsüme kamçı gibi vurdukları kehribar tespihler geldi aklıma. Tekkede çile çekmiş, nihayetinde de bu dünyayla tüm bağını kopartıp fenafillah mertebesine ulaşmış bir derviş olabilir miydim? Hiç sanmam! Dervişler, çirkinlikleri görmez. Oysa benim midemi bulandırıyordu etrafımdaki çirkinlikler. Hatta belki bu çirkinliklerdi her şeyi yavaşça unutmama sebep. Peki, neyim ve neden buradayım Allah’ım? Her yerde fellik fellik aranan, hakkında ‘Kayıp Aranıyor!” ilanları çıkartılıp şehrin sokak lambalarının direklerine, otobüs duraklarına siyah beyaz, ucube bir fotoğrafı yapıştırılmış, evinin yolunu kaybeden zavallı bir meczup olabilir miydim? Belki de yaşlı bir Alzheimer hastasıydım.
Eski imparatorluklar… Yanı başımda patlayan top sesleri… Unutulmuş lisanlar… Atlar… Sevgililerin buluşması… Çiçek kokuları… Dualar… Kucağımda kanat çırpan güzel martılar… Yağmurlar, yangınlar ve depremler… Biri kulağını kafama yaslasa zihnimden gelip geçenlerle başı döner, eminim. Bu büyük kimlik arayışımı bir türlü nihayete erdirememişken yanıma yine o geldi: Aleko. Eski bir Rum aksanıyla konuşuyordu her zamanki gibi. Onu anlıyordum. Hiç konuşmadığım halde o da beni anlıyor ve tanıyordu sanki. Son karşılaşmamız üzerinden birkaç ay geçmiş olmalı. Torunuyla tanıştırmıştı beni. Yanımda oturmuş, piknik yapmış, epey eğlenmişlerdi. Fakat şimdi neşesi yok gibiydi. Belki de önceki ziyaretinde yanında torunu olduğundan sıkıntılı olduğunu saklamıştı. Bu kez yalnızdı ve kalbindeki tüm duyguları yüzüne yansımıştı. Omuzlarıma yaslandı. Veda edermiş gibi uzun uzun denize baktı. Tepemdeki erguvan çiçeklerine uzanıp yetmiş küsur yaşında bir adamın ciğerleri ne kadar hava alabilirse o kadar içine çekti tüm kokuyu. Buğulu mavi gözleri buruşmuş yanaklarından süzülerek başıma damladı. Titrek beyaz elleriyle önce kir ve nemden yosunlaşmış saçlarımı okşadı, sonra sırtıma tutunarak ayakta kalmaya çalıştı. Dertliydi ve derdi bu şehirdi. Dedesinden efsunkâr bir masal gibi dinlediği Konstantinopolis, şimdilerde modern bir kent olmuştu. Kalbine, adına “gökdelen” denen çuvaldızlar batırılmış, kanamalı bir hastaya “dönüştürülmüştü” şehir. Çocukluğunda topladığı çam kozalaklarından hiç eser kalmayan yol yapışkan bir asfalta boyanmış, tüm çocukluk anıları da bu şekilde tonlarca ziftin altında kalmıştı. Paltosunun iç cebinden çıkardığı simidinden küçük ısırıklar alırken bu ağacın yanında duran bir aziz kabrinden, kabrin üzerindeki güllere bağlanan renkli çaputlardan söz etti kendi kendine. Sonra eğildi, yarım kalan simidini kucağıma koyup sol elindeki su şişesiyle iyice yüzümü yıkadı.
Yıllardır bu kadar temiz bir suyla yıkanmamıştım sanırım. Yüzümde yara gibi bir iz belirdi. Bu izi temizledikten sonra dövmeye benzer Latince bir yazı çıktı ortaya. Üstümdeki çamuru atınca zihnim de berraklaştı birden. Evet, çok eski bir Bizans gömütünün başında duran bir taştım ben. Önceleri İnciller okunurdu etrafımda. Sonra çaputlara sarınan bir dilek taşı haline geldim. Müslümanlar, yıllar sonra beni şehrin koruyucusu belledi. Omuzlarıma mumlar yaktılar. Etrafımda Kuran ayetleri okundu. Yaşlı adamlar tespihlerini sırtıma ve göğsüme sürüp uğurlu sayılacaklarına inandılar. Sonra unutuldum. Bekçiliğini yaptığım gömüt uhrevî bir mucizeyle mi, yoksa beşeri bir zorbalıkla mı ortadan kalkıp yok oldu bilmiyorum.
Beni bunca sene sonra hatırlayan son kişi Aleko’ydu. “Ah vre eski taş! Bu şehri sana sormalı ve senden dinlemeli. Benden de, dedemden de, hatta onun dedesinden de daha çok şey gördün, daha çok şey yaşadın sen. Çok hikâyesi var bu şehrin; ama şehre dair anlatılan hikâyelerin en muktedir ve makbul olanlarını da İstanbul’un her şeyine şahit olan bir taştan dinleyebilir insan ancak!” dedi. Gülümsedi. Sonra yine uzaklara dikti gözlerini: “Ah, bu şehrin önce duvarlarını yıktılar. Ben küçüktüm. Duvarlarını yıkıp egzoz dumanlı arabalara yollar açtılar. Söyle bana, duvarı olmayan bir eve, ev denir mi? Denmez. Ben de demem artık. Bizim oğul ve gelini hatırlarsın. Onları da senle vedalaşsınlar diye yanına getirmiştim bundan yıllar yılar önce. Çok ısrar etmişlerdi giderken Atina’ya. Sen ne yapacaksın buralarda bir başına, diye sormuşlardı. Ben burayı bırakamadım. Kim bırakabilir ki doğduğu şehri? Ama şehri benden çaldılar! Bak, bir sen kaldın. Aferin, iyi gizledin kendini bu otların arasında. Yoksa seni de bırakmazlardı. Çaldılar be dostum, çaldılar. Samatya’nın rakı kokan sahillerini çaldılar. Araba motorlarıyla boğdular yolları. Pera’nın üzerindeki tütsü kokuları, varımı yoğumu darmadağın eden bir eylül rüzgârının taşıdığı barut ve kül kokusuna yenik düşmüştü, hatırlasana! Şurada bir çığlık atsam, kalabalığın gürültüsüyle yarışamaz. Ben de gidiyorum artık, gidiyorum Aziz Nikola’nın kadim bekçisi. Tanrı yardımcın olsun. Nikola’nın ruhu seni korusun ve saklasın.”
Gitti. “Dur Aleko, nereye?” diyemedim. “Adio, sevgili dostum, kalo taksidi!” diyemedim. Gitti. Taş olmasaydım, veda nutkundan sonra akacak gözyaşlarım, karşımdaki Boğaz’la yarışırdı. Bana unuttuklarımı verdi, gitti. Aleko, İstanbul’un son ışığıydı. Hava kararmıştı. Kucağımda bıraktığı simidin kokusuyla etrafım kuş sesleriyle çevrelendi yine. Cıvıltılı bir çemberin içinden gökyüzüne bakıp onu düşünüyordum.
Karanlık semadaki yıldızlar, silik bir noktadan daha belirsizdi. İnsanların gökyüzündeki parıltıyı kıskanıp onu yere indirme çabasıyla hepimiz kör olmuştuk sonunda. Gökdelenlerin ışıkları gözümü alıyordu. Evet, Aleko haklıydı. Eskisi gibi değildi artık hiçbir şey. Bugün dünden kötüydü. Yarın her şey çok daha kötü olacaktı.
Her şeye rağmen bu şehrin bitip tükeneceğine, yok olacağına inanmıyor, inanmak istemiyordum ama ben! Kimsenin gücü buna yetmeyecekti. Şurada akıp giden Boğaz suyu çekilmedikçe, bu Marmara kurumadıkça İstanbul’un güzelliği bâki kalacaktı. Hem Aleko’lar terk eder, martı çeker gider, erguvan kurur kalırsa yaşlı ve yorgun Konstantiniye’yi, bu menteşeleri gıcırdayan Dersaadet’i kim sırtlayıp ayakta tutacaktı başka? Hayır! Şehri beşerin eline bırakmamalıydık.
“O an”…
Ölüm meleğinin geri geldiği, mızrağını yere çaktığı an… Gürültülü makinelerin dişleri toprağa saplandığı an… Motor seslerinin yavru kuşları yuvalarından ürküttüğü an… Karınca sığınaklarının hercümerç edildiği, kedilerin mahşerde günahlarından kaçacak Âdemoğulları gibi sağa sola koşturduğu an… Demirli tellerin çekildiği, üzerine bir binanın inşa olacağı toprağın parsellendiği an… Güneşin solduğu, suyun durduğu an… Sûr’un bir üfürüşle üfürüldüğü, yeryüzü ve tepelerin yerinden oynadığı an… Erguvan’ın koparıldığı, Nikola’nın kurumayan kanının işverenlere sıçradığı an… Aleko’nun lisanıyla, var gücümle bağırıp Tanrı’dan medet dilediğim an… İmdat Allah’ım, imdat! Aman ver! Deus meus, adiuva me! İşte bu kıyamet anında kocaman bir arabanın tepesinden inen pres âletiyle parçalara ayrılıp etrafa savruldum. Kırıldım. Kahroldum. Olduğum yere bir levha çaktılar:
“Yeni Kentsel Dönüşüm Alanı – Projenin adı: BABİL KULESİ / İnşaat: SİS Holding”
Karınlarını kucağımdaki kırıntılarla doyuran vefalı kuşlardan biri, makinelerin durmadan uzayıp kısalan kolları arasından sıyrıldı ve gagasına benden bir parça alıp Boğaz’ın üzerinden ufka doğru uçtu. Hisar’ın oradan geçerken kulaklarıma eski bir şairden kalan yankılar çalındı: “Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde/ Ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın/ Ey köhne Bizans, ey koca bunak/ Ey bin kocadan arda kalan dul kız/ Örtün, ey felaket sahnesi… Örtün, artık ey şehir/ Örtün ve ebediyen uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”
Hakkı Yüksel kimdir?
26 Ağustos 1987’de İstanbul’da doğdum. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yaptıktan sonra, aynı üniversitenin eğitim fakültesinde yüksek lisans eğitimi gördüm. 2011’den beri Milli Eğitim’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaktayım.)
edebiyathaber.net (1 Ekim 2020)