Yazdan yaza olurdu bu…
Buzlu camın dışında üç gölge beklerdi sabırsız.
Küçük kız, ablası, anne.
Teyzemin berrak sesi, sevinç içinde inerdi merdivenleri kendinden önce.
“Geldim, geldiiim.”
Sonra camın ardında gölgesi belirir, yeşil demir kapı telaşla açılır, gölgelerimiz birbirine karışırdı..
Sevinç çığlıkları, kahkahalar, kucaklaşmalar…
İki küçük kız yanyana sahanlıkta durur, başlarını kaldırır, önlerinde, sanki gökyüzüne kadar uzanan basamaklara bakar , “Ufff işte yine o upuzun merdiven” diye neşeyle bağrışır, el çırparlardı.
İki küçük, iki büyük kız, sesleri merdiven boşluğunda çınlaya çınlaya yukarıya çıkarlardı.
Ev, dört yüz yaşında bir çınarın etrafından dört kola ayrılan, dimdik, görkemli yokuşlardan birinde, yokuşun tam ortasından sola doğru çatallanan daracık bir sokağın başındaydı.
Ah o daracık sokaklar, eğri büğrü ahşap evler…
Ah o yokuşlar…
Annemle teyzem çok geçmeden bizi unutur, oturma odasının, hâlâ başımı döndüren gül kokusu ve kahverengi loşluğu içinde, özlemle, birbirleriyle konuşmaya dalarlardı.
O şehirde, o evde, ya yukarıya çıkılır ya aşağıya inilirdi. Yokuşun başına, merdivenin başına, dağın başına… Yukarıya doğruydu orada hayat. Ve aşağıya. Hep yukarıya bakardı insanlar. Ve aşağıya.
Bu yüzden kafasının dikine giderdi belki teyzem, bu yüzden dik başlıydı belki annem. Ve katılırcasına gülerken birden susmaları ve başlarını öne eğip sessizce ağlamaları bu yüzdendi belki.
Sonra bir ses gelirdi dışarıdan, teyzem kalkar, tek gözüyle jaluzinin aralığından bakardı. Hep kapalı dururdu jaluziler. Narin, beyaz parmakları ile sokağa bi gözlük küçücük bir pencere açar, sol gözünü kısar, sağ gözünü jaluzide yarattığı boşluğun içine sokardı.
Annem, “dedektif gibisin valla abla”, der, teyzem bize gizemli bir bakış atar, ağzını burnunu oynatır, hepimiz çığlık çığlığa gülüşürdük.
Evin içinde kahverengi bir ışık dolaşırdı sabahtan akşama. Işık öğlen vakti sarıya çalar, kalan zamanlarda kahvenin her tonuna uğrardı.
Ablamla bir süre dedemizin devasa, mavi minderli koltuğunda yan yana oturup hayranlık dolu gözlerle kadife döşemeli koltukları, duvardaki dev sarkaçlı saati, kocaman, oymalı, aynalı ahşap büfeyi, büfenin üzerinde duran güllerle dolu vazoyu seyreder, sonra koltuktan yere atlayıp terasa ulaşan dönerli merdiveni tırmanırdık. Terasın dört bir yanı, uzun yağ tenekelerine ekilmiş güllerle çevrili olurdu. Beyaz, pembe, kırmızı.
Gül kokulu güller.
İki küçük kız terasın kenarında yan yana durur, başlarını kaldırır, göğe yükselen ulu dağa bakardı.
Her geçen yaz kızlar biraz daha büyür,
Merdiven olduğu gibi kalır,
Ev yaşlanır,
Küçülür,
Ufalanırdı.
Ama yokuşlar,
Aaah o yokuşlar…
Şimdi gözüme büyüyen yokuşlarda,
Buram buram gül kokuları,
Dalgalanırdı.
edebiyathaber.net (6 Mayıs 2021)